İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915 destanları: “Aman ne iyi, kurtuldular işte diye avunmamıza izin vermeyen metinler…”

Sosyolog ve tarihçi Ayhan Aktar, bu kez tehcir sonrasında hayatta kalarak Halep’e yerleşen Ermeni “aşuğ”lar tarafından söylenen destanları bir araya getirdi. Okurken gözyaşı dökmemenin imkânsız olduğu bu destanları ve soykırım sonrası Ermenilerin yaşamlarını konuştuk…

MESUT VARLIK

Türkiye’deki azınlık politikaları ile ekonomik yapılanma üzerine çalışmaları olan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları; Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşümkitaplarıyla bilinen Ayhan Aktar, son yıllarda en çok Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943) kitabını yayına hazırlaması etrafındaki tartışmalarla gündeme gelmişti. Çanakkale Savaşı’nda azınlıkların yerine dair bulgular tarihçiler arasında hâlâ bir tartışma konusu; öyle ki üzerine birçok kitap da yayımlandı.

Sosyolog ve tarihçi Ayhan Aktar, bu kez de 1915 destanlarını Türkçe literatüre kazandırdı, elbette transkripsiyonu gerçekleştiren Püzant Akbaş ile beraber. Aktar’ın destanların girişine yazdığı, 136 sayfalık ayrıntılı tarihsel arkaplan yazısı da çok tartışılacağa benziyor. Kendisiyle kitabın hikâyesini, tartışmaya açtığı tarihsel bulguları, arşiv sorununu, soykırım çalışmalarının eksik-gediklerini konuştuk.

Kitabın fikri nerden, nasıl çıktı? Oluşum sürecini anlatır mısınız? Ve tabii, bütün destanlar bunlar mıdır?

Kitabın tamamen tesadüfler sonucu ortaya çıktığını söyleyebilirim. Sahaf arkadaşım Püzant Akbaş yaklaşık on yıl önce bana Mennuş Hanım’ın 1931 yılında Halep’te Ermeni harfleriyle Türkçe basılan Ayntab Destanları’nın fotokopisini vermişti. Ben de Ermenice bilmediğim için, metne bakıp “Bu nedir?” diye sormuştum: “Ermeni harfleriyle Türkçe destan! Bir ara bana uğra, sana okurum” demişti. Ben de fotokopiyi eve getirip, bir dosyanın içine tıktım ve de unuttum. Yaklaşık on yıl sonra dosyalarımı düzenlerken aynı fotokopi tekrar karşıma çıktı. Bu sefer Püzant’a gittim. O yüksek sesle metni okumaya başladığında ikimizin de içi karardı, susup kaldık. Bitirdiğinde, “Yahu, bu müthiş bir şey. Bunu yayımlayalım” dedim. İşe başladık. O okuyor, ben de metinleri bilgisayara giriyordum. Sonra, Hasmik Stepanyan’ın Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası, 1727 – 1968 adlı eserini taradım. Bibliyografyada künyesi verilen eserler içinde Suriye ve Lübnan’da yayımlanmış başka destanların da bulunduğunu gördüm. Bu sefer de o destanların peşine düştüm. Stepanyan’ın bibliyografyasında yayımlandığını tespit ettiğim destanlara ulaşma konusunda akademisyen arkadaşlarım yardım etti. Kısa zamanda destanların sayısı on beşe ulaştı, böylece elimizde derleme yapılmaya değer bir külliyat birikti. Tabii ki bu destanların söylendiği toplumsal arkaplanı anlatmak için savaş yılları içindeki Halep ve çevresini incelemek gerekti. O da biraz vakit aldı, sonunda kitap çıktı.

Bir sosyolog ve tarihçi olarak “destanlar” gibi edebî bir malzeme üzerinde çalışmaya nasıl ikna oldunuz? Bu çalışmanın sizi zorlayan yanları neler oldu? 

1990’lardan bu yana, önce Marmara Üniversitesi’nde ve daha sonra da halen görev yaptığım İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde “Toplumsal Değişme ve Türk Romanı” isimli bir seminer dersi veriyorum. Bu derste XIX. yüzyılın sonundan itibaren ülkemizde yaşanan toplumsal değişme sürecine ilişkin anlamlı perspektifler sunan bazı romanları seçip öğrencilere okutuyorum ve sınıfta tartışıyoruz. Bu nedenle, edebiyat ürünlerinin ülkemizde yaşanan toplumsal değişme macerasını ve bu süreçte ortaya çıkan yeni insan malzemesini anlamak ve değerlendirmek konusunda bize yeni ufuklar açtığını biliyorum. Ama aynı şeyi şiirler/destanlar konusunda yapmamıştım. Bu benim için bir yenilik oldu. Toplumsal ilişkileri, insanlık hallerini ve büyük felaketleri anlamak/yorumlamak konusunda şiirin ve edebiyatın gücünü bir kez daha keşfettim. Bu nedenle çok memnunum.

Bauman’ın “yorum perdelerini yırtma” şiarından hareketle: Soykırımdan kurtulanların yazdıkları/söyledikleri destanlar hangi sabit yorum perdelerini açık ediyor sizce?

Bakın, 1922–24 arasında gerçekleşen Türk–Yunan Nüfus Mübadelesi ile ilgili akademik çalışmalarda mübadele kararının nasıl alındığı, nasıl hayata geçtiği veya Ege’nin iki yakasındaki insanların köklerinden koparılarak kendilerine aslında hayli yabancı olan bir coğrafyaya nasıl yollandıkları anlatılır. Anadolu Rumları, Yunanistan’a; Yunanlı Müslümanlar da Türkiye’ye gönderildikten sonra sanki iş bitmiş, “herkes yerini bulmuş” veya “evli evine; köylü de köyüne gitmiş” gibi bir hava estirilir. Mübadele ile Türkiye ve Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan kitlelerin nasıl ve hangi şartlarda iskân edildikleri, gittikleri yerlerde yaşadıkları uyum sorunları, kendilerine karşı yerli halk tarafından Yunanistan’da “Türk Tohumu”, Türkiye’de ise “Yarım Gavur” denilerek bu insanlara nesiller boyunca ayrımcılık ve kötü muamele yapılmış olması da pek gündeme gelmez. Mübadele konusundaki akademik literatür ağırlıklı olarak böyledir.


Yaklaşık 12,000 Ermeninin yaşadığı Barakalar mahallesi

Aynı şekilde, Ermeni soykırımı ile ilgili olarak son on beş yıl içinde ciddi bir yayın patlaması yaşandı. Fakat, bu çalışma esnasında “soykırım araştırmaları” denen disiplinin göz ardı ettiği bazı meseleleri bu kitabı hazırlarken fark ettim. Derlemeye dâhil edilen destanları okuduğumuz zaman, 1915’teki sürgün, toplu-şiddet, kitlesel katliamların Anadolu Ermenilerinin hayatında belirleyici olduğunu, doğallıkla bu işin sonunda bir “ölüm-kalım” meselesi olduğunu görüyoruz. Ama eğer 1915’de İttihat Terakki hükümetinin aldığı “tehcir” kararı olmasaydı ve bu insanlar doğup büyüdükleri yerlerden sürülmeselerdi Halep’e yerleşmek ve “Barakalar” olarak bilinen gecekondu mahallesinde sefalet içinde yaşamak zorunda kalmayacaklardı! Veya Halep’e yerleştikten sonra eskiden köy ve kasabalarında sahip oldukları toplumsal dayanışma mekanizmaları iflas ettiği için sahipsiz ortada kalmayacaklardı. Örneğin, Mennuş Hanım’ın destanında yaşanan çaresizliğin tıpkı 1915’teki kırım günlerini anlattığı bölümde olduğu gibi benzer bir duygu yoğunluğu içinde verildiğini görüyoruz:

Parası olanlar, yaptı baraka
Olmayanlar düştü böyük meraka
Ermeni ile etmez kimse alaka
Allah ya sen kurtar, ya al canımız
(…)
İhtiyarım işe varmayor elim

Kime arz edeyim bu müşkül halim
Satıp yiyeyim desem, kalmadı malım
Anladım ki muhacirliğin belası

Dolayısıyla bu destanlar, kitlesel katliamlardan kurtulan insanların yaşadıkları çilenin ve sefaletin bitmediğini göstermektedir. “Aman ne iyi, ölmediler. Kurtuldular işte!” diyerek kendimizi avutmamıza izin vermeyen metinler bunlar. Ayakta kalanların yaşadıklarını düşündüğümüz ve insan hayatının bütünlüğünü yahut devamlılığını göz önünde tuttuğumuz zaman, muhacir olmanın veya “vatansız kalmanın” destanlara yansıdığı kadarıyla insanlarda ne kadar derin bir travma yarattığını görüyoruz. Bunu fark etmek benim için ufuk açıcı oldu.

Son olarak, şunu ilave etmek istiyorum. Ünlü düşünür, tarihçi İbn-i Haldun’un (1322–1406) şöyle bir tespiti var: “Coğrafya kaderdir” demiş, hazret. Evet, bizim coğrafyamızda kitlesel katliamlar, göçe zorlamalar kader gibi gözüküyor. 1915’te göç kuzeyden güneye doğru oldu. Yaklaşık yüz yıl sonra 2014’te ise Suriye iç savaşı nedeniyle yaşanan zorunlu göç güneyden kuzeye doğru gerçekleşti. Bugün ülkemizde yaklaşık dört buçuk milyon Suriyeli göçmen var. Bu insanlar tıpkı 1920’lerdeki Halep Ermenilerinin kaderini paylaşıyorlar. Normal ücretin altında konfeksiyon atölyelerinde çalışıyorlar. Utanarak söylüyorum, Suriyeli genç kadınlarla evlenmek isteyenler veya onları ikinci eş olarak almak isteyenler için kurulmuş internet siteleri bile var. Bu insanların bir kısmı ölümü göze alarak Yunan adalarına şişme botlarla kaçtılar. Bu nasıl bir kaderdir ki yüz yıl sonra aynen tekrarlanıyor. İnsanın kanı donuyor.

“Yaklaşık yüz yıl sonra 2014’te ise Suriye iç savaşı nedeniyle yaşanan zorunlu göç güneyden kuzeye doğru gerçekleşti. 
Bugün ülkemizde yaklaşık dört buçuk milyon Suriyeli göçmen var. Bu insanlar tıpkı 1920’lerdeki Halep Ermenilerinin kaderini paylaşıyorlar.”

Diaspora Ermenilerinin yeni şartlara uyum süreçleri üzerine çok yetersiz sayıda akademik çalışma olduğunu belirttiniz. Bu durum genel olarak soykırım çalışmaları için söylenebilir mi? Ermeni soykırımı için özel bir durum mu söz konusu? Nedenleri nedir sizce? Akademide bir tür “fikri takip” sorunu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bir akademik disiplin olarak “soykırım araştırmaları” dalının kendine mahsus sınırları destanların yayına hazırlanması sürecinde benim gözümde daha belirgin hale geldi. Bilindiği gibi, soykırım araştırmaları uluslararası hukukun tanımladığı soykırım suçunun hangi şartlar altında ve nasıl işlendiğini, hangi nedenlerle ortaya çıktığını araştırmaya, anlamaya çalışan bir disiplindir. Deyim yerinde ise, esas meselesi soykırım suçunun işlendiği “cinayet mahalli” üzerinde yoğunlaşmaktır. Soykırım araştırmaları disiplini çoğunlukla sürgün, toplu-şiddet, kitlesel katliamlar gibi, işin daha “kanlı” tarafları ile ilgilenmekte. Ama ölmeyip sağ kalanların daha sonra diasporada hayatlarını nasıl sürdürdükleri, kendilerini sürekli olarak “gurbette” hisseden bu insanların yabancı ülkelerde nasıl yaşadıklarının soykırım çalışmaları disiplini açısından ikincil öneme sahip olduğunu gördüm. Bu benim için önemli bir deneyim oldu.

Giriş yazınızda, dönemin Halep Valisi Mehmet Celal Bey veya Halep Mülkiye Başmüfettişi Kapancızade Hamit Bey gibi tehcire karşı olan ve bunun için ellerinden geleni yapmaya çalışan insanların da kaydını düşüyorsunuz. Türkiye’de anlatılan “resmi” tarih anlayışı içerisinde pek isimleri anılmayan insanlar. Peki, Ermenilerin hafızasında bir yerleri var mı?

Dönemin Halep Valisi olan Mehmet Celal Bey’in tehcire karşı olduğunu biliyoruz. Halep’te iken Ermeni nüfusun tehciri kararının yanlış olduğunu sürekli olarak merkeze bildirmiş, fakat hiçbir sonuç alamamıştır. Daha sonra görev yeri değiştirilerek Konya’ya atanmıştır. Konya Ermenilerinin de sürülmesine karşı çıkınca görevden alınır ve merkeze çekilir. Sonra da kamu görevinden istifa ederek ailesi ile birlikte Berlin’e yerleşir. Celal Bey, Halep Valisi iken Halep Ermenilerinin yardım komitesi kurmasına yardım etmiş, onların makbuz karşılığı yardım toplamalarına izin vermiştir. Aynı şekilde, önceden Diyarbakır Valisi olan ve askerlerin yolsuzluğunu tespit edip soruşturma açtırdığı için görevden alınan Kapancızade Hamit Bey de Ermeni yardım komitesine şahsen 10 lira yardım ederek Halep Ermenilerinin kuzeyden gelen kitlelere yardım etmelerini yüreklendirmiştir. Celal Bey’in yerine atanan Vali Bekir Sami Bey de İstanbul’dan gelen emirleri savsaklamıştır. 1915 yılı yaz ayları Halep’te yerel yöneticilerin örgütlediği bir tip “düşük yoğunluklu bürokratik direniş”le geçmiştir. Kasım 1915’e kadar, yani Dahiliye Nazırı Talat Bey’in gözdesi Mustafa Abdülhalik (Renda) Bey’in Halep Valisi olarak göreve başlamasına kadar İttihat ve Terakki hükümeti gönlüne göre bir Halep valisi bulamamıştır. Bu ara dönemde Halep’te fiilen valilik yapan ve tehcir işleri ile ilgilenen kişi ise “İskân-ı Aşâir ve Muhâcirîn Müdürü” Şükrü (Kaya) Bey’dir. Bu dönemi kitabın ilk kısmında ayrıntılı olarak ele alıyorum.


Halep Valisi Mehmet Celal Bey (1863-1926)

1915 yılında Halep’e ve genel olarak da Suriye vilayetine sürülen Anadolu Ermenilerinin toplumsal hafızasında 4. Ordu Kumandanı ve fiilen Suriye Genel Valisi Cemal Paşa’nın özel bir yeri vardır. Bu çalışma esnasında, Ermenilerin anılarında Cemal Paşa’dan bahsederken Talat ve Enver Paşa ile aynı yere koymadıklarını gördüm. Özellikle, kendisi de Beyrutlu olan ve dönemle ilgili Ermenilerin tanıklıklarını incelemiş olan Dr. Vahé Tachjian’ın çalışmalarından öğrendiğim kadarıyla, Cemal Paşa günümüzde Halep, Beyrut ve Kudüs gibi büyük kentlere yerleşmiş olan Anadolu Ermenilerinin hayatlarını kolaylaştırmak için bazı tedbirler alıyor. Ben de kendi çalışmamda o günlerde Halep’e sürülmüş olan Sis/Kozan Katoliğos’u Sahak Efendi ile Cemal Paşa arasındaki yazışmaları inceledim. Cemal Paşa, Sahak Efendi’nin birçok konudaki yardım talebini olumlu karşılıyor ve gerekeni yapıyor. Ama işin sonunda tehcir ve sürgün kararı İstanbul’daki merkezi hükümetin kararıdır. Cemal Paşa’nın bunu değiştirecek bir gücü de yoktur, alt tarafı kendisi olağanüstü yetkilere sahip bir ordu komutanıdır. İstanbul’daki merkez-i umumi içindeki gücü de sınırlıdır.


Cemal Paşa kendisini ziyarete gelen İttihat ve Terakki Partisi üyeleriyle Kudüs’te.

Bütün bunlar Cemal Paşa’yı II. Dünya Savaşı sırasında Rodos’ta Başkonsolos olan ve Rodos Yahudilerine hiçbir maddi karşılık beklemeden Türk pasaportu dağıtarak onların toplama kamplarına gitmesini engelleyen merhum Selahattin Ülkümen gibi bir “kurtarıcı” olarak görmemizi sağlar mı? Sanmıyorum! Ama her şeye rağmen bu çalışma esnasında okuduğum malzemeden, özellikle Ermenilerin tanıklıklarından Cemal Paşa’nın farklı bir yere konumlanması gerektiğini düşünüyorum. Zaten 1919’da İskenderiye’de yaşadığı sırada Epoca gazetesine bir mülakat veren Katoliğos Sahak Efendi, İtalyan gazetecinin “Cemal Paşa’nın Ermenilere dostça yaklaştığı doğru mu?” sorusuna şöyle cevap verir: “Dostça terimi tam [olarak olup biteni] karşılamıyor. [Ama] Talat ve Enver’den daha merhametli olduğunu söyleyebiliriz.” Bence bu dengeli bir değerlendirme!

Bütün bunlara rağmen, Cemal Paşa’nın değerlendirilmesi hayli zor bir tarihsel kişilik olduğunu da söylemem gerekiyor. Arap milliyetçilerini düzmece mahkemelerde mahkum ettirip 1916’da Beyrut ve Şam’da idam ettirmesi, binlerce Arap seçkinini Anadolu’da mecburi ikamete mecbur etmesi nedeniyle günümüzde Arap dünyasındaki lise ders kitaplarında kendisinden “el-saffah” (kan dökücü, kasap) olarak bahsedilir. Bu da Cemal Paşa’nın Araplar tarafından algılanma biçimi – Ermenilerden çok farklı tabii.

“1915 yılında Halep’e ve genel olarak da Suriye vilayetine sürülen Anadolu Ermenilerinin toplumsal hafızasında 4. Ordu Kumandanı ve fiilen Suriye Genel Valisi Cemal Paşa’nın özel bir yeri vardır. Bu çalışma esnasında, Ermenilerin anılarında Cemal Paşa’dan bahsederken Talat ve Enver Paşa ile aynı yere koymadıklarını gördüm.”

Bir yanda tehcirle yaşanan inanılmaz acılar, bir yanda Halep’in modernleşme deneyimine şahitlik etmek… O dönemin Ermenilerinin yaşayışları hakkında neler biliyoruz? Nasıl bir yaşam sürdüler?

Biraz önce belirttiğim gibi, aynen bugünlerde ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların yaşadığı gibi yaşadılar. En düşük ücretlerle çalışmayı kabul ederek, doğup büyüdükleri yerleri bir daha göremeyeceklerini düşünerek ve üzülerek yaşadılar. Fakat Ermeniler 1920’lerde Halep nüfusunun yüzde 20’sini oluşturuyorlardı. Tabii ki kendi içlerinde de belli bir toplumsal tabakalaşma olduğunu söyleyebiliriz. Meslek sahibi olan eğitimli Ermenilerin (doktor, mühendis, vs.) kendi mesleklerini icra etme imkânları vardı. Onlar kentin daha kibar mahallelerinde yaşıyorlardı. Fakat geri kalanların çoğu, teneke damlı gecekonduların kurulduğu “Barakalar” mahallesinde ve daha sonra Fransız Koloni yönetiminin yer göstermesi ile inşa edilen Gökmeydan mahallesinde yaşadılar. Kitaptaki fotoğraflardan ve dönemin raporlarından anlaşılabileceği gibi ilk yıllarda müthiş bir yoksulluk ve sefalet çektiler. İlginçtir, daha sonra da Halep’in kent hayatına katılıp Çarliston yapmaya başladılar!

Giriş yazınızda okuduğum, Halep’te bir hayat kurmaya çalışan Ermeniler arasındaki “moda” ve “çarliston” gerilimi ilginç. Modernleşme deneyiminin İstanbul’da da Halep’te de, bir zamanlar birlikte yaşayan insanlarda benzer tansiyonlara neden olması… Diaspora Ermenilerinin şekillenmesinde bu modernleşme tansiyonunun ne gibi etkileri oldu?

Diaspora Ermenilerinin yönetici takımı bir anlamda dağılmış olan Ermeni toplumunu yeniden inşa etmek gibi bir görevi üstleniyorlar. Bu insanlar, köken olarak Antep, Maraş, Zeytun gibi küçük şehirlerden gelme insanlar. Genellikle, köy ve kasaba kökenliler. Bir miktar kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan Ermeni nüfusun Halep’in kent hayatına katılmasından çok rahatsız oluyorlar. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet araştırmaları bakımından ilginç bir örnek olay cereyan ediyor. Hepsi erkek olan şairler modaya ve dansa düşkün kadınları “düşük ahlaklı” olmakla suçlayan destanlar yazıyorlar. Onları geleneğin, örf ve âdetlerin çizgisine çekmeye çalışıyorlar. Örneğin, Urfalı şair Hacı Apkar Ketenciyan yaşananları destanlaştırırken Ermenilerin dinin gereklerinden uzak bir yaşam sürmesi nedeniyle barakalarının yıkımı ile cezalandırıldığı mesajını vermektedir. Halep’e yerleşen Ermenilerin daha sonraki destanlarda daha açık olarak ifade edilecek olan kentleşme süreci, insanların tüketime yatkınlık göstermesi ve Ermenilerin modern şehir hayatına uyum gösterme çabaları şair tarafından metinde eleştirilmektedir. Örneğin, “Ne diyanet kaldı ne hulus iman”, “Kabahat bizimdir Hüda’nın değil / Dünya şehvetine vermişiz meyil” dizelerinde vurgulandığı gibi bir anlamda kentlileşmenin bir sonucu olan tüketime yönelme, sekülerleşme veya kasaba dindarlığından kopuş bir anlamda “kolektif suç” olarak görülmekte ve Ermenilerin barakalarının yıkılması da bunun bir kefareti olarak algılanmaktadır. Halbuki Barakalar şahıs arazisi üzerinde inşa edilmiştir. Kira da ödenmemektedir. Arazinin Halepli Arap olan sahipleri dava açarak tahliye ve yıkım kararı aldırmışlardır. Yani, işin “ilahi” bir tarafı yoktur.

“Ermeni halk ozanları açısından, yaşananları anlatmak ve yaşadıkları toplumsal ve bireysel travmayı çocuklarına veya gelecek nesillere nakletmek açısından destan formu belki de ellerindeki tek edebi araçtır.”

Ermeni halkının “çığlık”larını duymamızı sağlayan halk ozanlarından, “aşuğ”lardan bahsedelim mi? “Aşuğ”lar hakkında neler biliyoruz? Ayrıntılı çalışmalara yol gösterecek neler var elimizde? 

Anadolu Ermenilerinin aynen Türk âşıkları gibi yüzyıllardan beri destan formunda Türkçe eser verdiklerini biliyoruz. Akademik tanımı ile destanlar, “toplumu geniş ölçüde ilgilendiren olayları konu edinir; belli bir savaş, bir önderin başarıları, salgın hastalıklar ve deprem gibi toplumu derinden sarsan afetler, başkaldırılar ve önemli siyasi olaylar” ile ilintili olarak yazılır veya söylenir. Bu geniş tanım içinde ele alındığında 1915’te Anadolu Ermenilerinin başına gelen felaketin destan formunda dile getirilmesinde şaşıracak bir şey de yoktur. Destanların yazılma/söylenme nedenleri içinde tanımlanan etmenlerin çoğu, yani I. Dünya Savaşı, tehcir/sürgün, toplu-şiddet, kitlesel katliamlar ve Halep’e sığınanların iskan edilmesi gibi olaylar Anadolu Ermeni toplumunu derinden sarsan hatta bütün toplumsal dokunun paramparça olmasına neden olan felaketler, esas olarak 1915’teki Ermeni nüfusun yaşadıkları topraklardan sökülüp atılmaları ile başlamıştır. Ermeni halk ozanları açısından, yaşananları anlatmak ve yaşadıkları toplumsal ve bireysel travmayı çocuklarına veya gelecek nesillere nakletmek açısından destan formu belki de ellerindeki tek edebi araçtır. 

Kendi ifadelerine göre Antep, Urfa ve Maraşlı olduklarını bildiğimiz Ermeni halk ozanlarının 1915 öncesinde gündelik hayatta kullandıkları dil Türkçedir. O dönemde bu derlemede yer alan ozanların, Ermenicenin tüm imkânlarını kullanarak roman yazmaları da pek mümkün değildi. Çünkü Ermeniceye hâkimiyetleri ve eğitim düzeyleri okumuş kentli Ermenilerin konuştukları kitabi Ermeniceyi kullanarak roman vs. yazmaya müsait değildi. Ermeni aşuğ’ları çoğunlukla köy veya kasaba kökenli insanlardı, daha eğitimli olan kentli kesimden değillerdi. Gündelik konuşma dilleri de Türkçeydi. Başlarından geçenleri dile getirmek, anlatmak, içlerini dökmek veya teknik anlamıyla “temsil etmek” isteyen Ermeni aşuğ’larının, aslında destan formunda eser vermekten başka çareleri de yoktu. Ermeni halk ozanları olan “Aşuğ”lar da Müslüman Türk âşıklar ve Kürt dengbej’leri gibi toplumsal olayları, kitlelerin yaşadıkları büyük felaketleri ve bireylerin yaşadıklarını edebiyat yolu ile diğer kuşaklara anlatmak istemişlerdir. XIX. yüzyıldan itibaren okuma-yazma oranının artması ve taşrada matbaaların ortaya çıkması sonucunda destanların yayımlanarak yaygınlaştığını görüyoruz. Aksi takdirde, bu destanlar sadece köy odalarında veya kahvehanelerde söylenip kalacak ve günümüze intikal etmeyecekti.

Bazı arşivler bugün hâlâ, sizin deyişinizle “sıradan fanilerin” kullanımına açık değil. Sizce nedenleri nelerdir? Belge saklamaya devam etmek neyin ısrarıdır? Ve bütün arşivler açılsa sizce konu birden kendiliğinden açıklığa kavuşuverir mi? Siz çözüm yolunu nasıl görüyorsunuz?

Ben arşivlerin açılmasını önemsiyorum ama açılmadı diye kendimi kahretmiyorum. İstanbul/Kâğıthane’deki Osmanlı Arşivleri düzgün çalışıyor, kullanıma açık. Kullanıyoruz ve memnunuz. Ankara’daki Askeri Arşiv (ATASE) ise kısmen, o da bazı seçkin insanlara açık. Maalesef, Milli Savunma Bakanlığı’nın muvazzaf askerlerin özlük dosyalarının tutulduğu arşivler kapalı. Dışişleri Bakanlığı arşivleri de toptan kapalı.

Belge saklamaya çalışanların o belgelerde ne yazılı olduğunu bildiklerini de sanmıyorum. “Ne olur, ne olmaz. Açarız, başımıza iş çıkar. Aman bizden olmasın” sözleri ile özetlenebilecek bürokratik ürkeklik ve tedirginlik de bu açmama kararını güçlendiriyor, bence. Ama bu konuda hassas olması gereken, arşivlerin açılması ile daha iyi tarihçilik yapacaklarını düşünen biliminsanlarının bu konuda bir miktar şikayetçi olmalarını, lobi yapmalarını veya en azından change.org gibi mecralarda bir imza kampanyası başlatmalarını beklersiniz değil mi? Olmuyor! Alan razı, satan da razı! Bu durumda sizin veya benim bazı arşivlerin kapalı olmasından şikayet etmemizin bir anlamı var mı? Benim görebildiğim kadarıyla, arşivlerin daha fazla açılmasından rahatsız olan zihniyet biraz da kendi kafasına uygun bir tarihçi kuşağı yetiştirmiş galiba. İstisnalar tabii ki vardır ama çoğunluk maalesef böyle. Onlar da önlerine konulanla yetiniyorlar, bir şikayetleri yok anlaşılan.

Bundan yaklaşık otuz yıl önce II. Dünya Savaşı sırasında uygulanmış Varlık Vergisi ile ilgili çalışma yapıyordum. Merhum Prof. Bernard Lewis’le bir konferansta tanışmıştım. Bir gün Türk Dışişleri Arşivi’nin araştırmacılara kapalı olduğunu söyleyip biraz sızlanmıştım. O da gülüp, “Aman, ne önemi var? İngiliz ve Amerikan Arşivleri açık. Ankara’da o yıllarda görev yapan yabancı diplomatların yazdıkları raporları okuyun, yeter” demişti. Ben de Prof. Lewis’in tavsiyesine uydum. Londra’daki İngiliz arşivine gittim. Amerikan Arşivlerinin mikrofilmlerini okudum. Hiç de zararlı çıkmadım. Yabancı arşivlerden çok şey öğrendim, yazdığım Varlık Vergisi ve “Türkleştirme” Politikaları başlıklı kitabım 13 baskı yaptı.

Destanlarda Osmanlı’ya, arkalarında kalan insanlara yönelik kırgınlık ve hüzünden öteye gitmeyen duygular hâkim. Okudukça insanın gözlerinin dolmamasına imkân yok. Bunca yıldır Ermeni meselesi etrafında çalışmalar yürüten, kitaplar yazan bir akademisyensiniz. Şahsi duygularınız nedir?

Tehcir, sürgün, kitlesel katliam ve soykırım gibi büyük toplumsal altüst oluşlarla ilgili okuyup yazanların veya akademik çalışma yapanların başına gelen en tatsız işlerden biri de bir noktada insanın içinin buz kesip, donup kalmasıdır. Destanların transkripsiyon sürecinde, sevgili Püzant Akbaş ile birlikte çalışırken okuduklarımızdan etkilenip birkaç kez durduk ve hiçbir şey diyemeden katılıp kaldık. Yıllardır bu konularda kitap ve makaleler okuyan biri olarak, soykırım literatürü ile ilgili akademik metinleri okumak ve bunlarla aramda belli bir duygusal mesafeyi korumak konusunda kendimi tecrübeli ve hatta biraz da “şerbetli” sayardım. Bu destanlarda beni bu kadar etkileyen şey ne olabilirdi, acaba? Sanıyorum cevap edebiyatın ve şiirin gücünde gizli! Tarihçi ve sosyal bilimcilerin kaleme aldıkları tıkız metinlerinde uzun uzadıya anlatılan bir olayı halk şairlerinin söylediği bir dörtlükte yoğun olarak görmek mümkündü. Edebiyatın ve şiirin gücü ve en vurucu noktası olan bu duygu yoğunluğu, yaşanmışlığın halk ozanlarında yarattığı ifade temizliği bizim gibilerin katılıp kalmasına neden oluyordu. Yayına hazırladığımız bu destanları okurken benzer duygulara okuyucuların da kapılacağını tahmin ediyorum.

https://t24.com.tr/k24/yazi/aman-ne-iyi-kurtuldular-iste-diye-avunmamiza-izin-vermeyen-metinler,2819

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın