İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aşikâr, bozbulanık

KARİN KARAKAŞLI

Yazmayı hayattan ayrı tutmadım hiç. Ama bazen hayat araya girdi, yazılacaklar kafamdan kaleme akana kadar yenileri eklendi ve sonunda rüyalardaki o üst üste binen belirsiz görüntüler misali fantazmagori hâlini aldı. Şimdi yaptığım da bilinçaltına ağları atıp eli yüzü düzgün görüntüleri alt alta, okuyana da anlam ifade edecek şekilde sıralama çabası. Sonsuz bir güvensizlikle. Bakalım, kısmet…

Mâlum, küresel salgın eşliğinde yaşananlar normal denen şeyi kökünden sarstı. Normal, zaten özü itibariyle tehlikeli bir kavramdır. Benim onunla derdim hiçbir zaman bitmedi. Değer verdiğim, öncelediğim şeyler, hayatın anlamını inşa ettiğim temeller, iyi, güzel, vazgeçilmez bulduklarım sıklıkla anormal sınıfına dahil etmiştir beni. Adı üstünde, norm diye belirlenen bir şeyler olunca, ona uymayanlar küme dışı kalıyor. Bu da kavramın bahsettiğim tehlikelerinin en başta geleni. Normal, dışlayıcıdır. Orta yolcudur, aşırı diye gördüğü hiçbir şeye içinde yer açmaz. Sıkıcı, boğucu, ezici bir anonimlik halidir. Üzerine gönüllüce geçirdiğini sandığın bir üniforma. Konforların içinde pranga.

COVID mi normal mi?

Koronavirüs salgını başlamadan önce hastanedeydim. Uzunca bir süredir babamın rahatsızlıkları için aralıklarla çeşitli hastanelere gidip geliyorduk. O kadar ki bir zamanlar korkum olarak ilan ettiğim ambülanslar zamanla sıradanlığı ve sıklığında taksiye dönüştü. İnsanın korkularını korkması tuhaf bir özgürlük, tekinsiz bir güç. Daha cesaretli olmuyorsun sonunda ama korkacak bir şeyin kalmıyor. 

Son seferde hastane sürecimiz uzadıkça uzadı. Bu arada ülkede de resmi salgın vaka ve ölümleri ilan edilmeye başladı. Yattığımız yerler sırayla pandemi servisi ilan edildikçe hastane içerisinde köşe kapmaca oynamaya başladık. Dahiliye B, Dahiliye A, Üroloji ve Nöroloji olmak üzere seyri sefer yaparken dört kişilikten tekliye sayısını unuttuğum kadar oda değiştirdik. Giderek hastane benim doğal yaşam alanıma dönüştü. Kantinde karşılaştığımız hastane personeli “Abla hangi serviste başladın, tanışalım” demeye başladı. Refakatçi normalini aşınca hayat hastane içerisinde trajikomik bir hâl alıyor. Kendine geceleri hastanede kalacak köşe edinmiş evsiz arkadaşlarım oldu. Birbirimize çayla, tostla konduğumuz derttaşlar. Karantina günlerinde geliş-gidiş tamamen kesilince mahkûmiyete dönüştü günler. Her mahkûmiyet kendi kudretini de doğururmuş. Küçük rutinler icat ettim. Soluk almak için çıktığım morg kapısının bitişiğinde dallardan sarmaşık örüp yuva yapmış serçelerle konuştum. Kuş milleti eğer gözünü kulağını açarsan seni her yerde bulur, hiç ama hiç yalnız bırakmaz. 

Babamla çay saatleri yaptık. Yemek dağıtan ablalarla ahbap olduk. İnsanın her yerde hayat kurma iradesi varmış. Hastaneyi ev ettik. O günlerden birinde güvenliğin gelen hastalara “COVID mi normal mi?” diye sorduğunu duydum. Düşünün, aslında bu yazı o andan beri içimde. Ama her şey o kadar hızlı yaşanıyor, zamansa öylesine sakız gibi uzuyordu ki, kelimeler içimde kaldı. 

COVID-19 o dönem anormalimizdi, öcümüzdü. Hastaların geçişi sırasında ortalıkta dolanmak yasaktı. Bir yandan her gün birkaç saatliğine de olsa eve geçip anneme bakmam gerekiyordu. Dolayısıyla her gün birkaç kez babama şifa vereyim derken komple aile katili mi olacağım fikriyle oynuyor, durumun absürtlüğü karşısında kendi kendime gülüyordum. Maskedir, hijyendir, havalandırılan kıyafetler, alınan duşlar, uzvuma dönüşen antibakteriyel sıvı ve kolonyalar bir yana, o noktada aslında sadece hayatın akışına, denetleyemediğin şeylerin toplamına ve Allaha sığınıyorsun. 

Dünya zıvanadan çıkmış, bozbulanık bir hâl almışken, hayat ve ölüm çizgisi, o incecik tel hastanelerde alabildiğine aşikâr. Zaman serumdan akan damlalar ve monitörde değişen rakamlardan ibaret. Refakatçi kümesi ise öyle COVID mi normal mi diye ayrılmıyor. Nihayetinde derman arayan insanlar toplamıyız. Hastane servislerinde ayrılsak bile kapı önlerinde bahçede bir bütünüz. 

Miladın olan bir şey yaşıyorsun. İzi seninle kalacak, bundan sonranı şekillendirecek bir başlangıç. Başlamayı sen seçmemişsin ama yol kendini dayatıyor. Adım adım gidiyorsun sonuna kadar. Babam oksijeni yetmez hale gelirken bile öğle yemeğini yememin derdindeydi. Bir sokağa çıkma gününde entübe işlemi sonrası hastaneden hastaneye nakledilişini biliyorum. Arkasından gidecek polis aracı dahil hiçbir ulaşım imkânı olmadığından son durağına varmak yine trajikomiktir ama saatler sürdü. Yoğun bakım görevlilerine baştan sona ayların hikâyesini anlattım çünkü normal prosedür anamnez adı altında bunu gerektiriyor. Ve bazı normaller değişmiyor. Onlar da bana bütün hikâyenin sonunda babamın öldüğünü söylediler. Babamın nüfus kimliğini verdim, ölüm belgesini aldım. 

Yeni normal

Şimdilerde yeni normalden bahsediliyor.  Bana normalin yenisi de çok garip geliyor. Öylesine çelişik şeyler bir arada ki, buradan ısrarla norm üretme çabasını beyhude ve gülünç buluyorum. Tıkış tıkış iskeleler, minibüsler, pazar yerleri, sahiller, vazgeçilemeyen asker uğurlamalarıyla mesafe niyetine boş bırakılan masalar, kimilerimizin çene aksesuarı kimimizin boğulma pahasına dendiği üzere ağız burun kapatarak taktığımız maskeler at başı gidiyor. Karantinasına geç kalmış bir ölümlü olarak her şeye biraz arkadan yetişmeye çalışıp öylesine bakıyorum.

Salgın tecridi yas açısından akıllara ziyan bir dönem. Dokunmaya, sarılmaya, yan yana olmaya en ihtiyaç duyduğun zamanda sevdiğini kimsesiz gibi toprağa veriyorsun. Yalnızlığın bu katlanmış hali kendini bırakmana da imkân tanımıyor. Ten kauçuk, ruh plastik oluyor sanki. Her şeye rağmen yanına koşanlara gökten düşmüş yıldız gibi bakıyorsun.

Yas tutamadığından ölümü son değil eksiklik gibi yaşıyorsun. Ben babamı anmıyorum mesela, özlüyorum. Hooş benim bütün sevdiklerimin ölümüyle ilişkim bir tuhaftı. Buna şimdilerde halen hastaneye gitmem gerekiyormuş hissi ekleniyor. Sanki babamı bir yerlerde bıraktım, basbayağı eşya gibi unuttum. Bir koşu gidip bulsam, geri gelecek. Oysa ev için aldığımız hasta yatağına yatması bile kısmet olmadı. O yatak da yine salgın yüzünden iki ayda ancak iade edilebildi. Babamsız bir yatağa da öylece baktım. Havası sönmüş minderi kadar manidârdım.

Nefes

Öte yanda dünya dönmeye devam ediyordu. Bu denli küresel bir felâket başa geldiğinde hayatın kırılganlığına dair en haşininden bir ders dayatıldığında insanlığın iyiliğe yöneleceği gibi bir önkabul var. Oysa gerçekte yaşanan iyilik ve kötülüğün daha da billurlaşması ve hayatın kenar çizgilerinin alabildiğine belirginleşmesinden ibaret. Bozbulanık zamanların aşikârlıkları.

Faşizm, en acınası matematik denklemi; varlığını birilerinin mutlak yok oluşu üzerine kuruyorsun, “onlar” demeden, hedef gösterip katli vacip ilan etmeden yaşayamıyorsun. Devlet aygıtlarının da canına minnet. Ekonomik krizlerde, yok yere çıkarılıp ocaklar söndüren savaşlarda, türlü çeşit siyasi, toplumsal başarısızlıkta sorumluluğu top misali fırlatacağın bir günah keçisi var. 

ABD’de yıllardır siyahların kolluk kuvvetlerince katli neredeyse vaka-i adiye olmuşken George Floyd’un öldürülüşü nasıl böylesine büyük bir isyana dönüşebildi sorusuna verilebilecek birden çok yanıt var. Zaten Trump’ın lakayıt kriz yönetiminden ve genel duruşundan ikrah getirmiş olanların ve bu salgından da en çok darbe alan siyahların taşan damla konuma gelişi örneğin. Floyd’un öldürülüşünü kameradan an be an izleyişimiz elbette. Ve bence o genç adamın son söz niyetine söylediği o kahredici cümlenin, zamanın ruhunun mottosu oluşu: “Nefes alamıyorum.”

Irkçılık, “COVID mi, normal mi” sorusunda normal seçeneğine dahil olanların nefesle imtihanı. Irkçılıkla mücadele; inkârdan vazgeçilmesi, doğru sorular sorulması ve verilen acı yanıtları kabullenişle başlar. Bilmeye hazır olmakla. O bilgi artık sorumluluktur. Irkçılıkla mücadele kendine dönüp bakmaktır bir de. Kendi coğrafya ve tarihinde salt varlıklarından ötürü türlü resmi ve gıyabi bahaneyle zulüm görmüşlerine dönüp bakman, eşit ve birlikte bir gelecek inşası için üzerine düşeni yapmandır. Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi vatandaşların önce elbette varlıklarından sonra haklarından hukuklarından bahsetmektir mesela. “Bizim siyahlarımız hallerinden memnun” gibi manşetlerin ötesine geçebilmektir. Hele de Afrikalı mültecilerin, Suriyelilerin uğradığı türlü ayrımcılık da ortadayken. Onun yerine hortlayan faşizme Kürt gençlerinin uğradığı yeni cinayetler, Ermeni kiliselerine saldırı, Hrant Dink Vakfı’na Vakıf Başkanı Rakel Dink ve avukatına dönük ölüm tehditleri ve Ayasofyanın ibadete açılması tartışmalarıyla eşlik ediliyor. Dedim ya, bazı normaller hiç yenilenmiyor. Bir kez de kapsayıcı bir normumuz olamıyor. 

Oysa ne güzeldir sevmekten nefesin kesilmesi. En son ne zaman nefesin bir iyilik, tatlı bir sürpriz sebebine kesildi? En son ne zaman aşktan, coşkudan nefessiz kaldın? Aldığın nefese ne zaman dolu dolu şükredebildin? Bozbulanık zamanlar öncelikleri de aşikâr kılar. Benim önceliğim hayatın hakkını vermekten yana. Ölüm de dahil olmak üzere. Herkesin kendi olması ve o kendini onuruyla yaşamasından yana. Anlayacağınız benim önceliğim basbayağı ütopya. O yüzden yeni normale de uyumsuz kalacağım. Ne edeyim, kendimden razıyım ya, gerisi zaten palavra.

http://p24blog.org/yazarlar/4399/asik-r–bozbulanik

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın