İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

KORONA VİRÜS İLE TEKRAR HATIRLANAN TAHTA KAŞIKLAR

Besse Kabak

Korona virüs nedeniyle hastanede bulunduğum ilk günlerde yediğim ekmek de içtiğim su da ağzımda acı bir tat oluşmasına neden olunca, aklıma on yıl önce yazmış olduğum Paros Dergisi’nde (Temmuz 2014 – Sayı 34) yayınlanan ‘Ovag Dayının Tahta Kaşıkları’ hikayesi gelmişti. 

O yıl annemin kuzeni Gülamir ahparik, amansız hastalığa yakalanmış, aldığı kemoterapi sonrasında da ağzında yaralar oluşmaya başlamıştı.
Hastaneye gittiğimiz bir gün bana, “Artık yediğim yemekten tat alamıyorum” dediğinde “ağzınızın tadı bozulmasın” dileğinin aslında ne kadar derin anlamlar içerdiğini farketmeme neden olmuştu.
Gülamir ahpariğin sağlığının biraz düzelmesiyle birlikte oturup “Ovag Dayının Tahta Kaşıkları” hikayesini kaleme aldıktan sonra bu hikaye vesilesi ile yazıyı paylaştığım tüm dost ve arkadaşlarıma “Yemeğinizin ve ağzınızın tadı hiç bozulmasın” dileğinde bulunabilmiştim. 

Korona virüsünü yendikten sonra tekrar dilek dileyebilme hakkına sahip olan biri olarak, bugün de öncelikle dünya üzerindeki tüm hastaların şifa bulup tekrar sevdiklerine kavuşabilmelerini dilerken aynı zamanda siz değerli dostlar için de yemeklerinizin, ağzınızın tadının hiç bozulmayacağı bir ömür diliyorum.  

Gülamir ve Ovag dayı gibi ebediyete uğurladığımız tüm canlar için ise Tanrı’dan rahmet diliyorum.  Dilerim yaşarken yaptığınız tüm iyilikler, ebediyete doğru yaptığınız yolculukta yolunuzu aydınlatarak ruhlarınızın gerçek ışığın huzuruna gitmesini sağlamıştır.

Ovag Dayı *

* Kendisi annemin ikinci büyük amcası olsa da bizler ona “Ovag dayı” diye hitap ediyorduk.  Aile albümümüzde yer alan bu fotoğrafı da onun ilk kez çektirdiği ve de gençlik yıllarını yansıtan tek fotoğrafıydı. İsminin her anılışında zihnimde, onun kalbinin güzelliğinin yansıdığı parıl pırıl parlayan gözleri ve kocaman gülüşü beliren bu güzel insanı, yazıyı yazdıktan beş yıl sonra, tam da Dznunt arifesinde kaybetmiştik…
Ovag dayının çalışarak geçirdiği, bereketle doldurduğu yaşantısından geriye hayır dualarla birlikte anılan güzel bir isim, güzel anılar bir de kendi elleriyle yaparak eş dosta hediye ettiği bir dolu kaşık ve kepçe kaldı. Kendisi artık bedenen aramızda olmasa da sevgiyle şekillendirdiği kepçeler, kaşıklar yemeklerimize lezzetin yani sıra, onun o güzel kalbindeki sevgisinin sıcaklığını katmaya devam ediyor.

OVAG DAYININ TAHTA KAŞIKLARI

Bizim oralarda insanların özellikleri ve yetenekleri yalnız köy halkı tarafından değil, çoğu zaman komşu şehirlerdeki insanlar tarafından da bilinir. Yıllar geçtikçe de kişilerin bu özelikleri isimleriyle birlikte anılır olmuştu. Kimi güzel sesiyle, kimi ise güzel kaval çalmasıyla nam salmıştı. Ancak nam salmak için illaki sanatçı bir yanınızın olması da gerekmiyordu. Mesela Ovag dayı ve eşi Gülistan yengenin sadece Sasun’da değil,  Bitlis ve Diyarbakır illerinin çoğu köylerinde de bilinen ve takdir edilen en belirgin özelikleri çalışkanlıklarıydı. Elinde bereket olduğuna inanılan Ovag dayı, çalışkanlığının yanı sıra iyi bir çiftçi, iyi bir tüccar, iyi bir dokumacı olarak da nam salmıştı.

Tüm bu işlerden arta kalan zamanlarda ise oturduğu yerde küçük çakısıyla ağaç dallarına şekiller vererek, irili ufaklı kıdal (kaşık), şerip (kepçe), Sasun Ermenicesinde god dediğimiz yemek tasları hazırlayarak ev halkının kullanımına sunardı. Yani anlayacağınız kendisi on parmağında on marifeti olan insanlardan biriydi.

Tanrı eşiyle kendisine bir çocuk nasip etmese de, Sasun dağlarının eteklerinde kurulu olan evlerindeki hayatı, kardeşleri ve kardeşlerinin çocuklarıyla birlikte paylaştıklarından, bu eksikliği çok da fazla hissetmemişti. Ya da kim bilir, bir eksiklik hissetse de kimselere yansıtmadığından dışarıdan öyle görünüyordu.

Atalarından kalan öğreti doğrultusunda, alınteri dökerek elde ettikleri bereketin paylaştıkça kutsanacağına inandıklarından, sıradağlarla çevrili köylerindeki evlerine gelen herkesi Tanrı misafiri olarak görür, ocakta pişen yemeği ev halkından önce ilk olarak misafirlerine ikram ederlerdi. Ancak günün birinde Tanrı’nın kutsamış olduğu atalarının evini terk ederek,  o güne dek hiç sönmeyen ocaklarının ateşini söndürmek zorunda kaldılar. 

Yaşamları boyunca pekçok zorluklarla karşılaşsalar da o güne kadar hepsinin üstesinden gelebilmişlerdi. Şimdiyse yerleşecekleri İstanbul şehrindeki yeni sorunlar karşısında yenilmeden, o güne kadar olduğu gibi atalarının ismine yakışır bir hayat sürmeleri gerekecekti. Tam da belirsizliklerin hüküm sürdüğü o dönemlerde, yeğeni köyde olduğu gibi İstanbul’da da amcasıyla aynı evde birlikte yaşamak istediğini söylemişti. İşte o gün Ovag dayı kendisini; çocuğu, gelini ve ikiz torunları olan biri olarak görmeye başladı. Davranışlarında bir değişiklik olmamış olsa da o günden sonra sanki hayata bakışı daha farklı bir boyuta dönüşmüştü. 

Seksenli yaşlarının sonlarına gelmiş olsa da seneler hâla Ovag dayının belini bükememiş, mavi gözlerindeki pırıltıyı söndürememişti. İstanbul’da yaşıtları kahvehane köşelerinde kağıt oyunlarıyla vakit geçirseler de o bu yaşına kadar çalışmış biri olarak vaktini boşa harcamak istemiyordu. Köyde olduğu gibi toprağa ektiği tohumların her geçen gün hayat bulup yeşermelerini seyretmek istiyordu. Bu nedenle ev halkının karşı çıkmalarına, ilerlemiş yaşına rağmen evlerinin arka bahçesinde sebze yetiştirmeye başladı. Daha önce de belirttiğim gibi o tek bir işle yetinecek biri değildi. Boş kaldığı zamanları değerlendirmek için bu kez komşularının dükkânından karton toplayıp satmaya başlamıştı. Karton satışından elde ettiği paranın üzerine bir de yetiştirdiği sebzelerin satışından kazandığı parayı da ilave ederek, ev giderlerine yardım ettiği günlerde iç dünyasındaki duygularının yüzüne yansımasından olsa gerek gözleri ayrı bir parlar ve yaşından çok daha genç görünürdü.

Gerçi kazandığı beş-on kuruşun karşılığında sağlığı bozularak gece yarıları hastanelere gitmek zorunda kalınırdı. Ancak buna rağmen Ovag dayının çalışma isteği ne ailesinin ısrarı ne de sağlık koşulları karşısında yenilgiye uğramamıştı.

Neyse ki bünyesi üşütme, enfeksiyon kapma gibi sıradan dertlerin üstesinden gelebiliyordu. Ama birkaç seneden beri muzdarip olduğu Alzheimer hastalığı karşısında bazen çaresiz kalabiliyordu. Bu rahatsızlığıyla birlikte tansiyonunun da yükseldiği günlerdeyse yaşadıkları küçücük ev, Ovag dayının doğmuş olduğu Sasun’daki köyüne dönüşüyordu. Kâh arktan gelen suların tarlasını basmasını engelleyebilmek için ev halkından kazma kürek vermelerini isteyerek balkona çıkmaya çalışabiliyor, kâh köyde birlikte yaşadıkları ve artık hayatta olmayan akrabaları, arkadaşlarıyla sohbet etmeye başlıyordu.

Allah’tan kendisi inat etse de gelinleri Mayram zorla ilaçlarını almasını sağlıyordu da bu durum çok sık oluşmuyordu. 

Sebzelerle uğraştığında bahçede bulduğu ağaç dallarından mı aklına geldi bilinmez, bir gün yeğenine köyden beraberinde getirmiş olduğu çakısının artık kullanamadığını ve kendisine yeni keskin bir çakı gerektiğini söyledi.

Yeni çakısı geldikten sonra Ovag dayı, bahçenin bir köşesine çekilerek uzun süre ortalıkta görünmedi. Tekrar ev halkının arasına katıldığındaysa elinde, eşe dosta hediye vermek üzere çakısıyla ağaç dallarını oyarak yapmış olduğu birkaç kaşık ve kepçe bulunmaktaydı. Tahta kepçeyle pişirilen yemeğin tadı bir başka olduğundan, hediye ettiği kaşık ve kepçeler oldukça makbule geçmişti. 

Köyde bolca armut ağacı ve tıkhki (isfendan, akça ağacı) bulunduğundan yapacağı kaşık ve taslar için ağaç dallarını bulmakta zorlanmasa da, insanların doğaya düşman olduğu İstanbul denilen bu koca şehirde işe yarar ağaç dalı bulmak gerçekten de zor işti. Neyse ki yeni edinmiş olduğu arkadaşı sayesinde yapacağı kaşıklar için malzeme bulma sorunu çözülmüş oldu. Yüzünde beliren o kocaman gülümsemesiyle birlikte elleriyle hazırlamış olduğu büyüklü küçüklü kaşıkları, kepçeleri tekrar akrabalarına hediye etmeye başlayabilmişti.

Tam da o günlerde gelinleri Mayram’ın pişirdiği yemeklerin tadında bir tuhaflık belirdi. Kendi elleriyle yaptığı salçanın bozulmuş olacağını düşünen Mayram marketten yeni salça aldı. Kullandığı yağı değiştirdi. Akla gelebilecek her yolu denedi. Ancak, bu kötü tattan kurtulmak mümkün olmadı.Tüm malzemeleri değiştirmesine rağmen yemeği yenmez hale getiren bu tuhaf tadın kaynağını bulamayınca, sonunda Gülistan yengeye,  “Olsa olsa Ovag dayının yaptığı yeni kaşık nedeniyle yemeklerimin tadı bozuldu” dese de Gülistan yenge bunu kabul etmedi; “Ben kendimi bildim bileli, Ovag kaşık yapar. Bu yaşıma kadar böylesi bir şey olmadı, şimdi mi olacak?” dedi.

Ancak  Gülistan yengenin kardeşi de aynı sorunu dile getirip “Ovag eniştemin verdiği yeni kaşıklarda tuhaf bir koku var. Onunla yemek pişirdiğim zaman yemeğin tadı bir tuhaf oluyor, kimse yiyemiyor” deyince bizleri iyiden iyiye bir merak sardı. Bir kaşığın yemeğin tadını bu derece bozması mümkün olabilir miydi?

Araştırmalarımız kısa sürede sonuç verdi. Meğerse Ovag dayının kaşık ve kepçelerin yapımında kullandığı ağaç dallarını temin ettiği yeni arkadaşı mahallemizin oduncusuymuş.  Malzeme almak için arkadaşına giden Ovag dayı,  onun verdiği ağaç dallarını kullanmakta hiçbir sakınca görmemişti; ancak kaşık yapmak için kullandığı ağaç dallarının küçük bir sorunu varmış. Ovag dayı,  kaşıklarını anavatanı Çin olan  Aylantus ağacının dallarından yapıyormuş. Bunda ne var diyecek olursanız, batı dünyasında “Cennet Ağacı”, “Tanrının Ağacı” olarak bilinen bu ağaç tuhaf bir kokuya sahip olduğu için halkımız arasında “kokar ağaç, mundar ağacı, osuruk ağacı” olarak adlandırılmakta diyeyim gerisini siz anlayın.

Gökten üç elma düşmüş. Biri küçük hediyelerle etrafındakileri sevindiren Ovag dayıya, biri Ovag dayıyı sevindirmek isteyen oduncu arkadaşına, bir diğeriyse siz sevgili dostların payına düşmüş. 

Anlatıcı olarak da benim payıma bir dilek dilemek düşüyor. Yemeğinizin ve ağzınızın tadı hiç bozulmasın. 

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın