İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Deprem ve hafıza oyunları

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***

Süleyman Seyfi Öğün

Elazığ depremi yine bildik bir süreci canlandırdı. Aynı aktörler, aynı konuşmalar… Türkiye bir deprem memleketiymiş.. Depremle yaşamaya alışmalıymışız…Türkiye, yaşanan felâketlerden ders çıkarmayı bilmiyormuş..İstanbul depreminin eli kulağındaymış…Ama İstanbul’daki binâ stoklarının kısm-ı âzâmı hâla çürük yapılarmış.. Binâların dönüşümü işi, rantlara kurban ediliyormuş.. Allah korusun ; deprem olursa İstanbul’da insan kaybı yüzbinleri bulur; Türkiye ekonomisi çökermiş…

Tabiî ki bu söylenelerin, yazılanların hiçbiri yanlış değil. Zâten kimse söylenelere îtirâz etmiyor. Mesele doğruların dile getirilişindeki baygınlık verici yeknesaklık ve tekrarlar…Doğrular, tekrarlanarak aşınır ; mânâsını ve hükmünü kaybeder. En doğru ve mânâlı sözlerin bile haddinden fazla söylendiğinde ağırlığını kaybettiğini , inandırıcı olmaktan çıktığını herkes görmüştür. İnsanlığın târihi bir bakıma da savsaklanmış doğruların târihidir. Eğer doğrular hayâtta karşılığını bulmuyorsa, tekrar tekrar söylenmesinin , azalan verimler yasasında olduğu üzere faydasının olmayacağını; hattâ tam tersine onların hayâta geçmesini ayrıca zorlaştıran bir etkiye sâhip olacağını iddia edebilirim.

Bir doğrunun gereğini hayâta geçirecek olan azim ve kararlılıktır. Bu da o doğruyu mütemâdiyen akılda ve hatırda tutmayı icâp ettirir. Hatırlamaktan değil, hatırda tutmaktan bahsediyorum. Hatırlamak unutmak eyleminin fonksiyonudur. Unuttuğumuz için hatırlarız. Hâlbuki hatırda tuttuklarımız için bu vârid değildir.

Şimdi unutmak ve hatırlamak eylemini kısaca bir tartalım. Hatırlamak bâzen faydalı bir yükümlülüktür. Kanâtimce, tekrârını asla istemediğimiz, telâfisi kâbil olan ve tartışma kaldırmaz bir şekilde kabûl edip üstlendiğimiz, başka bir şekilde tarif etmeye yeltenmediğimiz hatalarımızı tâmir etmek için onları unutmamak gerekir. Ama telâfisi olmayan, hatâ olup olmadığı husûsunda tarafların ittifak etmediği, başka başka târiflenen “hatâları” hatırlatmanın hiçbir faydası olduğunu sanmıyorum. Almanların milyonlarca Yahudiyi toplama kamplarında sistematik olarak yok etmiş olduğu “hakikâti”, bâzıları “Hayır efendim öyle veyâ o kadar olmadı” deseler de, en başta gönüllü veyâ gönülsüz olsun, Almanlar tarafından hiçbir tartışmaya mahâl bırakmayacak şekilde ikrar edilip sâhiplenildiği için hakikâttir. Bu derecede korkunç bir katliâmı tekrar yaşamamak , yeni nesilleri de bundan mes’ul kılmak için Holocaust’un sürekli hatırlanması istenir. Bunun Hristiyan âlemi için aynı zamanda , “İlk Günâh”ı unutmamak, “Hz. İsâ’nın acısını kesintisiz idrâk etmek” ve “Günah Çıkarmak” vb dînî yükümlülüklerle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Günümüzde sekülerleşmiş olan “hatırlama” ve “yüzleşme” kültürünün ,bu teolojik kod üzerinden geliştiğini düşünüyorum.

Hatırlamak ve yüzleşmek her zaman iyi neticeler vermez. Kronik suçluluk kompleksi başta olmak üzere çeşitli saptırıcı tesirler doğurabilir. Belki de bâzen unutmak daha faydalı ve soyluca olabilir. Ama bugün doğrusu, yaşanan kültürel dönüşümler insanın mes’uliyet duygusunu alabildiğine hırpaladığını görebiliyorum. Mes’uliyet bir bağ kurmakla başlıyor. Bu, zaman boyutunda “anlar” arasında kurulan bir bağı ifâde ediyor. Hâlbuki bugün baskın olan bu bağları insan hayâtında boğucu görmek ve dışlamak temâyülüdür. Bağsız anların hakkını vermek diyorlar buna… Anı yaşa..Carpe diem… Gayrısını boşver… Hayat devam ediyor…Dünü dünde bırak..Bugüne sirâyet ettirme…Özgürlük, Sartre gibi “dinazorlara” inat, başkasından mes’ul olmak değil, kendini başkalarından arındırmaktır. Özgürlük sorumluluk istemez. Pekâlâ , bağsız anlar bize bir sürpriz yapar, istenmeyen şeyleri hatırlatırsa; o zaman da kaçmayalım.. Bunu da bir an bilip, gereğini yapalım. Yâni hatırlayıp , sıcaklığı geçince unutalım. Herşeye bir vak’a olarak bakalım; ama hiçbir vak’ayı bir vakıa hâline getirmeyelim.. Herşeyi bittiği yerde bırakıp başka bir yere taşımayalım…

Bu memleketin kültüründe zaten unutmak, hatırlamaya her zaman baskın gelmiştir. Bu baskınlık bâzen hayırlı, bâzen de hayırsız neticeler verir. Hayırlıdır; çünkü bu diyarlarda kolay kolay onulmaz suçluluk duygusundan muzdarip kişilere rastlamazsınız. Hayırsızdır; çünkü buralarda mes’uliyet duygusu kolay kolay gelişmez. Savsaklamak , geçiştirmek kolaylaşır. Püritan Batı’nın, bir zamanlar, Ahmed Midhat veyâ Mehmed Akif gibi en koyu iki muhafazakârımız üzerinde bile saygı uyandırması bu “açık” yüzündendir. Allahtan Püritan Batı’ya bu hususta taş çıkartan Japonları keşfettiler de biraz rahatladılar. Ama bizzat Batı, püritan ahlâkını kendisi reddetti de bizi de rahatlattı. (Liberal Batı algılaması ve kutsaması, târihi aşağılayıp anları yücelten bu reddedişin bizleri de rahatlatan işlevidir).

Hâsılı ve ürpererek görüyorum ki, Türkler bile bile, göre göre; ama bilmezden ve görmezden gelerek ,yaşanması mukadder olan o büyük depreme hızla yaklaşıyor. Son güvendiğim nokta ise Türklerin son çıkmazlarda yarattığı hârikalardır.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleymanseyfiogun/deprem-ve-hafiza-oyunlari-2054096

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın