İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tamer Çilingir: Korkunun panzehiri haklı olduğunu bilmektir

ALİN OZİNİAN – SELAHATTİN SEVİ

Yazar Tamer Çilingir: Haklı olduğunu bilen, haklı olduğunu düşünen insan korkularına rağmen yazar, konuşur, mücadele eder yani bedel ödemeyi göze alır.

2016 yılında Belge Yayınlarından çıkan “Pontos Gerçeği” adlı kitabı ile tanıdığımız yazar Tamer Çilingir, son yıllarda bu konuya ilişkin Avrupa’nın bir çok şehrinde düzenlenen  panellere ve konferanslara konuşmacı olarak katıldı. Birçok internet sitesi, gazete ve dergiye Pontos üzerine makaleler yazmaya devam ediyor.

1965 doğumlu yazar, Trabzon’un Maçka ilçesi Livera köyünde doğdu. Küçük yaşta Türkçenin dışında farklı bir dille tanışan Çilingir, İstanbul’daki evde anne ve babasının, Trabzon’daki köyünde tüm ailesinin ve tanıdıklarının Pontos Rumca (Romeyika) konuşması ile kafasındaki ilk soru işaretlerini oluşturdu. İlk hayal kırıklığı kuzenlerinin, Türkçe bilmedikleri için ilkokulda Rumca konuşmaları sebebiyle öğretmenlerinden dayak yemesi oldu. Herkesin Müslüman ve Türk olarak kendini ifade ettiği bu ortamda neden Rumca konuşulduğunu sordu. İlk aldığı yanıt “komşulardan öğrendik” oldu. Ama kendini Rum olarak ifade eden hiç komşuları olmamıştı.

Kimliğini sorgulama sürecinde “biz kimiz, Rum muyuz?” sorusunun yanıtını aradı. 100 yıl önce, doğduğu topraklardan Mübadele ile sürgün edilmiş insanlarla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görüşmeler yaptı. Bu konuda kimi batılı tarihçilerin çalışmalarını inceledi, kimi ile yüz yüze görüştü. Resmi tarihin yüz yıl önce yaşananlara ilişkin kaynaklarının büyük bir çoğunluğunu inceledi. Pontus konusunun en yetkin isimlerinden biri olan Taner Çilingir ile Türkiye’nin geleceğini, yaşanılan hukuksuzlukları ve insanların korkularını konuştuk. Çilingir Türkiye Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaşan kanunsuzlukların ve hesap vermez hükümetlerin bu güne gelmemizdeki önemini vurgularken, bugün bütün bu korkulara rağmen insanlar nasıl cesur davranabileceği konusunda haklı olmanın öneminin altını çiziyor. “Haklı olduğunu bilen, haklı olduğunu düşünen insan korkularına rağmen yazar, konuşur, mücadele eder yani bedel ödemeyi göze alır.” diyen Çilingir’in Türkiye’nin gidişatına ilişkin kısa ve uzun vadede tahminleri karamsar.

Bulunduğunuz yerden nasıl bir Türkiye görüyorsunuz, Türkiye nereye gidiyor? 

Bu sorunun yanıtını Türkiye nereden geliyor sorusunu sorarak vermek istiyorum. Soykırımlar üzerine inşa edilen ve uluslararası anlaşmalarla meşruluk kazandırılarak kurulan bir devlet Türkiye Cumhuriyeti. Kuruluşundan bu yana hiç değişmeyen bir çizgi izliyor.

Demokrasi, hukuk, hak ve özgürlükler gibi kavramlar üzerine hep sıkıntılı tablolar var bu yüz yıllık geçmişte. Çetelerce yönetilen, Anayasası, parlamentosu göstermelik bir cumhuriyet. Cumhuriyetin kurucuları, o yıllarda cahil olan Anadolu’yu aydınlatma mücadelesi yürüttükleri propagandasını yaptılar. Oysa ki sadece Pontos topraklarında 20. Yüzyıl’ın başlarında büyük bir aydınlanmanın yaşanıyordu. Çok dilli eğitim kurumlarıyla, hastaneleri, botanik bahçeleri, kütüphaneleri, tiyatro binaları, edebiyat dergileri, kadın örgütlenmeleri ile bilimden sanata her alanda yaşanan modern gelişmeleriyle ortaçağ karanlığını yıkan Rönesans yaşanıyordu.

TÜRKİYE’NİN GİDİŞATINA İLİŞKİN TAHMİNLERİM KARAMSAR

Bu aydınlanmayı karanlığa boğan ve bugün Türk ırkçılığının ve gericiliğin kalesi haline getirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu kadroları ve bugüne kadarki hükümetleri idi. Muhalefet adına mücadele de bu devletin meşruluğu ve bu devletin yüz yıldır yaptıkları kabul edilerek yürütüldüğünden demokrasi adına, hukuk adına, hak ve özgürlükler adına tek bir kazanım dahi elde edilemiyor. Bu yanıyla Türkiye’nin gidişatına ilişkin kısa ve uzun vadede tahminlerim karamsardır.

Türkiye’de gittikçe daha çok insan adaletsizlikle burun buruna geliyor. Bunun sonu nasıl gelecek? Adalet aramak, talep etmek ve ona ulaşmak için insanlar ne yapmalı?

Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde adaleti aramak için öncelikle mahkemelere gidilir. Mahkemeler yetersiz kaldığında daha doğrusu yasaların adaleti sağlayamadığı düşünüldüğünde bu yasaların değiştirilmesi için var olan kurumlara başvurulur.

Medya, sivil toplum kuruluşları bu adalet mücadelesinin yanında yer alır. Sonuç alınamadığında kitleler devletin ya da devlet kurumlarının adaleti sağlaması için tepkilerini çeşitli biçimlerde protestolarla, grevlerle; sokağa çıkarak gösterirler.

Türkiye yüz yıllık tarihinde ne adalet aranabilecek bağımsız mahkemelere ne yasaların demokratikleştirilmesi için kurumlara ne de bu mücadelenin yürütülebilmesi için güçlü medya ve sivil toplum örgütlenmelerine sahiptir. Dolayısıyla Türkiye açısından daha işin başında kitlesel ya da bireysel protestolar, tepkiler, grevler ve sokağa çıkılarak adalet aranabilir ki sistem karşıtlığı perspektifi olmayan örgütsüz kitlelerin kendiliğindenci bu tepkileri de sonuç alıcı olamaz, olamamıştır.

Adalet arayışını gerçekleştirecek bireylerin ya da kitlelerin karşısında tüm kurumlarıyla şiddeti bir yönetim biçimi olarak benimsemiş bir devlet gerçeği vardır.  Sorunun yanıtı bu devlet gerçekliğine karşı her türlü bedeli göze alarak mücadele etmektir ama asıl belirleyici olan bu mücadelenin sistem dışı, devlet karşıtı olmasıdır.

Cumhuriyet tarihi buna ilişkin onlarca örnekler doludur. Kimi zaman bireysel kimi zaman örgütsel karşı çıkışlara, işkence, hapislik, ölüm gibi bedeller ödenmesine karşın kalıcı kazanımlar söz konusu değildir.

İnsanlar korkuyorlar. Bunu haklı görüyor musunuz? Yazarken, konuşurken korkmak… Bunu nasıl yenmek gerekiyor?

Neden korkarız? İşsiz kalmaktan, toplum tarafından dışlanmaktan, hapsedilmekten, öldürülmekten vb. Bu korkular yüzünden yazmaktan, konuşmaktan çekiniyor insanlar…

İnsanlara işsiz kalın, toplum tarafından dışlanın, hapse düşün, ölün demektir, korkmayın demek. Bu bedelleri ödemek korkuyu yenmek, ödeyememek korkuyla yaşamaya devam etmektir. Ancak bütün bu korkulara rağmen insanlar nasıl cesur davranabilirler?

HAKLI OLDUĞUNU BİLEN İNSAN KORKULARINA RAĞMEN KONUŞUR

Bunun için ihtiyaç olan şey haklılıktır. Haklı olduğunu bilen, haklı olduğunu düşünen insan korkularına rağmen yazar, konuşur, mücadele eder yani bedel ödemeyi göze alır.

Kimliksizleştirilen, geçmişine, kültürüne karşı yabancılaştırılan toplumlarda korku en iyi yönetme aracıdır. Korku ancak bir kimliğe, kültüre sahip olunur ve bu kimliğe, kültüre yönelik saldırılara karşı haklı bir yerde durulursa yenilebilir. Kısacası korkunun panzehri haklılıktır, haklı olduğunu bilmektir.

Son İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Farklı kesimlerin bir araya gelmesini nasıl okumalıyız?

Türkiye siyasi tarihinin en önemli iki damarı var. Birincisi Batıcı, modernist, laik olarak kendini tanımlayan ulusalcı, Kemalist CHP çizgisi. İkincisi kendisini İslamcı, muhafazakar olarak tanımlayan Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve bugün AKP ismiyle anılan çizgi.

Bu iki kesim arasında hükümet olma çekişmesi bugüne kadar ki siyasetin görüntüsünü oluşturuyor. Ancak birbirlerinden farklı görünseler bile Türkiye Cumhuriyeti devletinin devamlılığı konusunda ortak bir bakış açısına sahipler.

Soykırımlar, Kürt meselesi ve uluslararası siyasete yaklaşımda aralarında hiçbir fark yok.  Son yıllarda bu iki kesimin dışında üçüncü bir çizgi göze çarpıyor. Bugün kendisini HDP olarak adlandıran ağırlıklı olarak Kürt siyasetinin belirleyici olduğu yapı. Bunun dışında muhalefetin daha sağında ve solunda çeşitli örgütlenmeler sistem dışı görünmelerine rağmen genel olarak bu üç akımın ideolojik ve fiziksel çeperinde yer alıyorlar.

Bana sorarsanız aslında son belediye seçimlerinde farklı kesimlerin bir araya geldiği söylenemez. Burada üçüncü akımı oluşturan HDP çizgisi AKP karşıtlığı üzerinden aralarında herhangi bir anlaşma olmaksızın CHP’nin adayı tarafında tavır belirledi sadece. 17 yılık AKP iktidarına karşı sistem içi değişiklik adına bir araya gelişin ötesinde şimdilik çok fazla bir anlam taşımadığını düşünüyorum.

İçinde bulunduğumuz sorunlu döneme nasıl geldik? Ne zaman işler bozulmaya başladı? Bu olanların bir miladı var mı? 

Türkiye Cumhuriyeti devleti soykırımlar üzerine inşa edilen ve uluslararası anlaşmalarla meşruluk kazandırılıp kurulmuş bir devlettir. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan ve son yüz yıla sanattan bilime, ekonomiden siyasete birçok alanda ulusal bilinçlenmeyi de sağlayarak giren Hristiyan toplumların; Rum, Süryani ve Ermenilerin soykırıma uğratılıp zenginliklerinin Müslümanlaştırıldığı, yağmalandığı süreç bu milattır.

ANAYASASI, HUKUKU, PARLAMENTOSU, DEMOKRASİSİ GÖSTERMELİK OLAN DEVLET… 

Bu yüzden işler daha başından bozuk olarak başlamıştır. Bozuk olan sistemin, devletin kendisidir. Bozuktur çünkü işlenen suçlar cezasız kalmıştır. Bu da bir sonraki suçun önünü açmış ve bugüne kadar sürüp gelmiştir.

Anayasası, hukuku, parlamentosu, demokrasisi göstermelik olan devletin vatandaşları olan insanlar açısından sadece içinde bulunduğumuz dönem değil, başından itibaren 100 yıllık süreç zaten sorunludur.

Seçimlerden önce bir “Topal Osman” krizi yaşandı. Hem hükümet hem muhalefet Topal Osman’ın torunu olmakla övündü. Her şey güzel olacak denirken, şaşıranlar oldu. Nasıl yorumluyorsunuz tüm bunları?

Seçimler esnasında Topal Osman’ı bir propaganda malzemesi olarak kullanan AKP bunun kendisine avantaj sağlayacağını düşündü. Çünkü Topal Osman figürü yüz yıllık Türkiye devletinin gerçeğinin bir örneğidir.

Teşkilat-ı Mahsusa üyesi çeteci Topal Osman o yıllarda hiçbir yasa, hukuk tanımaksızın köy basmış, kaymakamı dağa kaldırmış, Giresun Belediye Başkanlığına seçimsiz oturmuş, insanları çoluk çocuk ayırt etmeksizin katletmiş, mallarına mülklerine el koymuş ve kendisine hiç kimse hesap soramamış, sormamıştır. İktidarlar değişse de devlet Topal Osman örneğinde olduğu gibi hep aynı yöntemle yönetilmiştir. CHP’nin adayı da bu süreçte Giresun’da yaptığı bir konuşmada “Topal Osman’a bağlıyım’ diyerek bu devlet geleneğine sahip çıktı. Böylece “Her şey güzel olacak’ ifadesinin bir slogandan ibaret olduğunu bir kez daha görmüş olduk.

2016 yılanda Belge Yayınlarından Pontos Gerçeği adlı kitabınız yayınlandı. Pontos Gerçeği ve bugün arasında nasıl bir bağ var?

“Pontos Gerçeği’ daha önce Hristiyan ve Rum kimliğine sahip bir coğrafyanın soykırım, sürgün ve asimilasyon ile Müslümanlaştırılıp Türkleştirilerek nasıl bir toplum mühendisliği yapıldığının gerçeğidir. Bu mühendislik sonucu bugün bu coğrafya insanı “en iyi Türk en Müslüman” refleksleri veriyor ve devlet Türk milliyetçiliğini en başarılı şekilde bu coğrafya üzerinden yürütüyor.

18 Temmuz 2019’da Trabzon Uzungöl’de Kürdistan yazılı atkılar taşıyan Iraklı Kürt turistlere linç girişimi ve ardından sınır dışı edilmeleri kararı Pontos Gerçeği’nin ta kendisidir. Devlet yazdığı yalan tarihle hem tarihte yaşanmış olan gerçekleri gizlemeyi başarmış, hem de kendisini sürekli devlete ispat etmeye çalışan İslamlaştırılmış Rumları yedeğine alarak Türk milliyetçiliği perspektifiyle diğer uluslara karşı düşmanlık tohumlarını pekiştirmiştir.

Öte yandan 1919’da gerçekleşen soykırım aynı zamanda yeni Cumhuriyetin kuruluş sembolüdür. Bir kurtuluş savaşı masalının gölgesinde 353 bin Pontoslu Rum (Helen) soykırımına uğratılmış, 190 bini Pontos’tan olmak üzere 1 milyon 250 bin Rum 1923 yılında Lozan’da Türkiye ve Yunanistan arası imzalanan Mübadele Anlaşması ile zorunlu sürgüne tabi tutulmuştur. Bu kurtuluş savaşı masalı yüz yıllık acıların, sürgünlerin, katliamların, baskıların da sebebini oluşturur.

Bu yüzden Pontos Gerçeği ile yüzleşmek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla yüzleşmektir. Eğer bu yüzleşme sağlanabilirse bugün yaşanan gelişmeler daha iyi değerlendirilebilir ve bunu değiştirme şansını elde edebiliriz.


https://kronos25.news/tr/tamer-cilingir-korkunun-panzehiri-hakli-oldugunu-bilmektir/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın