İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çevremizdeki sorunlar

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***

Oğuz Çelikkol

Ancak Türkiye, Orta Doğu gibi, coğrafyasındaki diğer bölgelerde Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de ciddi ve her an dış politika gündeminde ön plana çıkabilecek, krize dönüşebilecek sorunlarla karşı karşıyadır.

Karadeniz’de Rusya-Ukrayna çatışması devam etmekte, Rusya’nın Kırım’ı işgali ve daha sonra ilhak etmesi sadece Rusya-Ukrayna ilişkilerini değil, Rusya’nın tüm Dünya ile bağlarını olumsuz bir şekilde etkilemeye devam etmektedir. Ukrayna’nın bazı doğu eyaletlerini kapsayan Rusya destekli ayaklanma sürmekte, Ukrayna bu bölgelerde kontrolünü sağlayamamaktadır.

Karadeniz’de Türkiye için en ciddi potansiyel tehlike üyesi olduğu NATO ittifakı ile (yakın ilişkiler kurduğu)  Rusya arasında bölgedeki dengelerin değiştirilmek istenmesi, askeri bir tırmanma yaşanması, Karadeniz’deki istikrarın bozulmasıdır. Bugün Karadeniz’e sahildar Bulgaristan ve Romanya NATO üyesidir. Moskova, NATO’nun Moldova, Gürcistan ve Ukrayna’yı da içine alacak şekilde Karadeniz’de daha fazla genişlemesine karşı çıkmakta, Batı ile ilişkileri konusunda dikkatli davranmaya zorlamak için, bu üç ülkedeki ayrılıkçı hareketlere ve bağımsızlığını ilan eden mini devletlere destek sağlamaktadır.

Doğu Akdeniz’deki durum Ankara için giderek sorunlu bir hal almakta, Kıbrıs meselesi çözümsüzlüğünü sürdürürken, Türkiye’nin karşısında bir “blok” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Doğu Akdeniz’deki sorunun temelinde bölgede doğal gaz bulunması ve kıyıdaş ülkelerin Doğu Akdeniz’in deniz tabanında bulunan doğal gazı ve diğer zenginlikleri paylaşma endişesi yatmaktadır.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ada çevresindeki deniz zenginliklerine tek başına sahip çıkmaya çalışmakta, Türkiye ise bir yandan Doğu Akdeniz’de kendi, diğer yandan Kıbrıs Türk Toplumu haklarını savunmaya çalışmakta ve bu konuda kararlı olduğunu Dünya’ya ilan etmektedir. Kıbrıslı Rumların Yunanistan’la işbirliği halinde bazı bölge ülkelerini (Mısır ve İsrail) ve küresel güçleri (ABD ve Fransa) soruna bulaştırma ve yanına çekme gayretleri Doğu Akdeniz’de kriz ve tırmanma tehlikesini arttırmaktadır.

Bölünmüş Kıbrıs Adası’nı üyeliğe kabul ederek Kıbrıs Sorununun çözümünü daha da zorlaştıran ve nerede ise imkansız hale getiren Avrupa Birliğinin şimdi Doğu Akdeniz’deki sorunlarda Kıbrıs Rumlarını destekler açıklamalar yapması Brüksel’in Kıbrıs’a bakışının ne kadar çarpıklaştığını ve kendi ortaya koyduğu “temel prensiplerle” bile çatıştığını ortaya çıkartmaktadır. Görünen tablo bazı AB üyesi ülkelerin Kıbrıs meselesini ve Doğu Akdeniz’deki sorunları kendi çıkarlarına ve Türkiye’yi AB dışında tutma konusundaki kararlılıklarına alet ettikleri yönündedir.

Ankara açısından Kafkasya istikrarsızlığını korumaktadır. Ermenistan’ın değişmez tarihi bir “gerçek” olarak kabul ederek, iki ülkenin ortak geçmişine getirdiği “yorumların” esiri haline geldiği görülmektedir. Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini, 1915 olayları ve Türk-Ermeni tarihi konusunda getirdiği “yorumlar” üzerine inşa etmek istemesi, başlangıçtan beri Ankara-Erivan ilişkilerinin sağlam ve gerçekçi bir zemin üzerine oturtulmasını imkansız hale getirmiştir.

Kafkasya’daki istikrarsızlığın temel sebebi Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerindeki sorunlardır. Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının %20 kadarını işgali altında tutması, Karabağ Sorununun devamı Kafkasya’da normalleşmenin önünde önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar Gürcistan-Rusya ilişkileri bir ölçüde normale dönmüş gibi gözükse de, Güney Osetya ve Abhazya sorunları ve Moskova’nın bu iki “ayrılıkçı” yapıya verdiği destek devam etmektedir.

Balkanlar Türkiye için her zaman önemli olmuştur. Bugün Türkiye’de etnik ve aile kökeni Balkanlara uzanan milyonlarca insan yaşamaktadır. Türkiye’nin Balkan ülkeleri olan komşuları Bulgaristan ve Yunanistan’la ilişkileri siyasi, ekonomik ve tarihi boyutuyla (ve bugün Avrupa ile ilişkileri açısından da) Ankara için önemini her dönemde korumuştur. Balkanlar eski Yugoslavya’nın çöküşü ve dağılmasının “travmalarını” hala yaşamaktadır.

Yugoslavya’nın 1991 yılında dağılması ve Balkanlar’daki dengelerin yeniden şekillenmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşünde olduğu gibi, barışçı yöntemlerle gerçekleşememiştir. Yugoslavya’nın dağılması sebebiyle Balkanlar’da savaşlar patlak vermiş; insanlığa karşı suçlar, etnik temizlik girişimleri ve soykırımlar yaşanmıştır. Etnik ve din açısından çok bölünmüş bir görünüme sahip Yugoslavya Federasyonu’nun dağılma süreci 1991 yılında başlamış günümüze kadar sürmüş ve çok “acılı” olmuştur.

Bugün eski Yugoslavya’nın yerini 7 yeni ülke almıştır. İlk olarak Slovenya, daha sonra Hırvatistan Yugoslavya’dan ayrılmış, Hırvatistan-Sırbistan savaşı 1990’lı yılların başında uluslararası toplumu büyük ölçüde meşgul etmiştir. Yugoslavya’nın dağılım sürecinde ülkedeki etnik ve dini bakımdan en karmaşık yapıya sahip olan Bosna-Hersek’te Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar arasındaki çatışmalar etnik temizlik ve soykırıma dönüşmüş, Bosna-Hersek sorunu ancak dış müdahale ile çözümlenebilmiştir.

Bugün eski Yugoslavya’nın yerini Slovakya, Hırvatistan, Bosna-Hersek Federasyonu, Sırbistan, Karadağ, Makedonya ve Kosova almıştır. Bosna-Hersek’te çatışmalar ve savaş Katolik Hıristiyan Hırvatlar, Ortodoks Hıristiyan Sırplar ve Müslüman Boşnaklar arasında yaşanmış, sonuçta NATO’nun savaşa müdahalesinden sonra 3 küçük devletten oluşan bir Federasyon oluşturulmuştur.

Son olarak 2006 yılında Kosova, Sırbistan’dan ayrılmış ve bağımsızlığını ilan etmiştir. Aynen Bosna-Hersek’te olduğu gibi Kosova’nın bağımsızlığı da sorunlu başlamış, Sırbistan tarafından tanınmamıştır. Burada problem Kosova’nın Yugoslavya’yı oluşturan federe devletler içinde yer almaması, Yugoslavya zamanında Sırbistan’a bağlı otonom bir bölge olmasıdır. Kosova’nın nüfusunun büyük bir bölümü Arnavut asıllı ve Müslümandır.

Kosova Arnavutlarının bağımsızlık talepleri uzun bir süre önce başlamış, 2000’li yıllarda Kosova’da Sırplarla Arnavutlar arasında çatışmalar patlak vermiştir. Kosova’nın bağımsızlığı ancak NATO’nun askeri müdahalesi üzerine gerçekleşmiştir. NATO, Kosova’da hala asker bulundurmaktadır. Bağımsızlığa rağmen Sırbistan Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanımayı reddetmekte, bu konuda Rusya’nın da desteğini sağlamış bulunmaktadır.

Sırbistan ve Rusya’nın karşı koyması sebebiyle Kosova’nın Birleşmiş Milletler üyeliği de gerçekleşmemekte, Kosova Balkanların ortasında bir istikrarsızlık kaynağı olmayı sürdürmektedir. Kosova’nın kuzey bölgelerinde çok sayıda Sırp asıllı nüfusun yaşaması, bazı kuzey bölgelerinde Sırpların çoğunluğu oluşturması Sırbistan’la Kosova arasında sürtüşmelere sebep olmakta, fiili çatışma tehlikesini arttırmaktadır. Kosova’nın Sırp çoğunluklu bölgeleriyle Sırbistan’ın Kosova sınırına yakın Arnavutların çoğunlukta olduğu bazı bölgeleri arasında toprak takası yapılması fikri zaman zaman ortaya atılsa da Belgrad ve Priştine bu yönde hareket edememektedir.

Balkanlar’daki sorunların temelinde bu bölgelerdeki Avrupa Birliği-Rusya nüfuz mücadelesinin yattığı işaret edilen bir husustur. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geçen sene Fransa Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada AB’nin bir an önce harekete geçerek Yugoslavya’nın yıkılmasıyla kurulan devletleri AB’ye bağlamasını ve böylece Rusya ile Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerinin önünü kesmesini istemesi dikkat çekici ve ilginçtir.

Bu konuşmadan hemen sonra Yunanistan’ın Makedonya ile “isim sorunu” çözmesi ve Makedonya’nın NATO ve AB ile ilişkilerinin “düzene” sokulmasının tesadüf olmadığı ortadadır. Fransa’nın Rusya’yı Balkanlar’da bir “rakip” ve hatta “hasım” olarak görmesi anlaşılacak bir durum olabilir. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un diğer bir NATO üyesi ülke olan ve AB ile katılma müzakerelerini yürüten Türkiye’yi Rusya ile aynı “kategoriye” sokmasının Ankara’nın dikkatinden kaçmadığını düşünmek gerekmektedir.

Ankara’nın çok yakın olarak izlediği, zor şartlardan geçen bir bölge de Orta Doğu’dur. Türkiye’nin Irak’ın Hakurk bölgesinde geçen hafta tekrar başlattığı hava ve kara operasyonu bölgenin Ankara açısından başta güvenlik olmak üzere önemini bir daha gözler önüne sermektedir. Ankara için Orta Doğu bölgesinin ekonomik açıdan önemi de giderek artmaktadır.

Bu hafta başında gerek Vaşington gerekse Tahran’dan gelen açıklamalar Orta Doğu’da ABD-İran gerginliğinde bir “yumuşama” yaşandığı izlenimini ortaya çıkartmıştır. Ne ABD ne de İran artık “savaşmaktan” konuşmamaktadır. Bununla birlikte Tahran’ın Trump Yönetimi’ne duyduğu “güvensizliğin” aynen devam ettiği, İranlı yetkililerin Vaşington’dan gelen “açıklamalardan” çok Trump Yönetimi’nin “ne yaptığına” baktığı ortaya çıkmaktadır.

Vaşington İran’la gerginliği daha fazla tırmanmadan kontrol altına almaya gayret gösterirken, geçtiğimiz hafta sonu Suudi Arabistan İran’a karşı “cephe” oluşturmak için diplomatik bir “saldırıya” geçmiştir. Suudi Arabistan aynı günlerde Mekke’de üç önemli “zirveye” ev sahipliği yapmıştır. Suudi Arabistan Mekke’de ilk olarak Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİK) Olağanüstü Zirvesi’ni toplamış, bunu Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi takip etmiştir. Mekke’de yapılan son toplantı ise İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 14. Olağan Zirvesi olmuştur.

Riyad’ın İİT Zirvesinden önce, KİK ve Arap Ligi Zirvelerini toplaması, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı Arap Dünyasını harekete geçirme ve Arap Dünyası içindeki “liderlik” rolünü Dünya’ya gösterme istediğinin bir “yansıması” olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte bu 2 zirvenin Arap Dünyası içindeki bölünmüşlüğü ortaya çıkarttığına da işaret edilmektedir. KİK Zirvesi Suudi Arabistan ve müttefikleri ile Katar arasındaki bölünmenin gölgesinde geçerken, Irak Arap Ligi Zirvesi sonucunda yayınlanan İran karşıtı sonuç bildirisini imzalamamıştır.

Mekke KİK Zirvesine Katar Emir düzeyinde değil Başbakan düzeyinde katılmış, gözler İran’a karşı yayınlanan sonuç bildirisinden çok KİK ülkelerinin Katar’la olan ilişkileri üzerinde odaklaşmıştır. KİK ülkelerinin Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri-Bahreyn ile Katar olarak ikiye bölündüğü, Kuveyt ile Umman’ın bu bölünmede taraf tutmamaya gayret gösterdiği, bu bölünmüşlüğün İran konusunda da geçerliği olduğu izlenmektedir.

Arap Ligi Zirvesine gelince bölünmüşlük (bir kere daha) “kesin çizgilerle” ortaya çıkmış, Irak ve Lübnan’ın Lig’in Suudi Arabistan’a karşı tutumundan “rahatsız” oldukları ve İran’a karşı bir Arap “bloklaşması” içinde yer almak istemedikleri görülmüştür. Arap Ligi toplantısına katılan Filistin Yönetimi Başkanı Mahdut Abbas’ın ise konuşmasında Filistin sorununa ağırlık vermesi ve Trump Yönetimi’nin tutumunu eleştirmesi dikkat çekmiştir.

Mekke’de toplanan 3. Zirve ise bir yandan İslam Dünyası içindeki bölünme ve sorunları ortaya çıkartırken, diğer yandan İslam Dünyası için bölgedeki esas sorunun Filistin Meselesi olduğunu açıkça göstermiştir. Bu İİT Zirvesi’nde Türkiye Devlet Başkanı düzeyinde değil Dışişleri Bakanı’yla temsil edilmiştir. (İran Cumhurbaşkanı Ruhani de Zirve’ye gitmemiş, İran Zirve’de Dışişleri Bakanı tarafından da temsil edilmemiştir). Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mekke Zirvesine gitmemesi Ankara-Riyad ilişkilerindeki “soğukluğa” işaret etmektedir.

Ankara-Riyad ilişkilerindeki bu soğuklukta Kaşıkçı Cinayetinin önemli bir rolü olduğu ortadadır. Bu çerçevede Ankara-Riyad ilişkilerindeki sorunların çözümünde esas sorumluluk da Riyad’a düşmekte, Suudi yönetiminin bu yönde ilk adımları atması gerekmektedir. Böyle bir fırsatın bu ayın sonunda 28-29 Haziran tarihlerinde dönem başkanı Japonya tarafından Osaka’da düzenlenecek G-20 Zirvesinde gündeme gelebileceği akla gelmektedir.

G-20 Zirvesi’nde Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Erdoğan temsil edecek, Zirve marjında önemli ikili temaslar da gerçekleştirecektir. Suudi Arabistan Zirve’de Kral Salman tarafından temsil edilecekse bu Riyad için Ankara ile ilişkilerini “onarma” yönünde bir fırsatı ortaya çıkartabilir.


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/oguz-celikkol/cevremizdeki-sorunlar-41236315

 

 

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın