İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

SARSICI BİR DEHADAN GERİYE KALAN

Ari Kevork Demircioğlu

Sanırım 6-7 yaşındaydım babamla henüz yenilenmenin başında olan Kınalıada’daki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin içinde dolaştığımda. İçerideki yeni ahşap, talaş ve inşaat kokusunu bugün gibi hatırlıyorum. Anaokuluna başladığımdan beri babamla birlikte Gedikpaşa Surp Hovhannes Kilisesi’ne gidiyordum ama daha önce hiç bu halde bir kilise görmemiştim. Kilise ve cemaat sevdalısı bir grup deli bir araya gelmiş bugün bile çok zor, o dönem için neredeyse imkânsız bir işi başarıyorlardı. En baştan bir kilise inşa ediyorlardı… Bütün o dağınıklığın içinde Mesrob Vartabed’i ilk gördüğümde bana öğretildiği gibi “Asdvadz oknagan hayr surp” diyerek elini öpmeye çalışmış ama ilk defa bir ruhani elini öptürmemişti. O sıralar 2-3 yaşında olan kız kardeşim de babamın yönlendirmesiyle elini öpmek istediğinde “onun kadar günahsız birisi benim gibi bir günahkarın elini öpmemeli, ancak ben onun ellerini öperim” diyerek kardeşimin ellerini öpmeye başladığında hala nasıl birisiyle karşı karşıya olduğumu anlamamıştım. 

O zamana kadar benim için tapılası olan tek ruhani kişi, Patrik’ten ziyade dedemmiş gibi davrandığım, Patrik Şnorhk Kalustyan’dı. O benim dedem ben onun küçük tbir’i bulduğum her fırsatta kucağına oturur, kolay kolay da inmezdim. Fakat bu genç rahipte o günlerde anlam veremediğim başka bir çekim kuvveti vardı. Kısa süre sonra kilise açılmış, gençleri, benim gibi çocukları etrafına toplamış ve oyunla dersin bir arada olduğu buluşmalar başlamıştı. Gerçi bana sorarsanız ne derslerin ne de oyunların bir anlamı vardı. Herkesin tek bir amacı vardı, sürekli Srpazan’ın etrafında olmak, o çekim kuvvetinden ayrı kalmamak. Çünkü o kuvvet her birimizi daha büyük bir bütünün parçalarıymışız gibi hissettirirdi. Dolayısıyla kimse de kendisini tamamlayan diğer parçalardan ayrılmak istemezdi.

İnsanlar evrimsel olarak sosyal varlıklardır. Hayatta kalabilmek için belirli bir topluluğun parçası olmak zorundadırlar. Ben ve benim gibi bazıları kilisenin, cemaatin merkezde olduğu bir topluluğu onun liderliğinde görüyorduk, bazıları ise başka topluluklarda. Bazen bu “başka topluluk”lar açıkça kendilerini “Mesrob Srpazan karşıtlığı” olarak tanımlıyorlardı. O kadar ki, zaman zaman bu topluluğun içinde Srpazan’ı Ermeni Kilisesi’ne Protestanlığı sokuyor suçlamasında bulunan papazlar dahi oluyordu. Çünkü o zamana kadar kimse Kutsal Kitabı onun gibi anlatmamıştı. Kimse onun kadar etkili bir şekilde Tanrı’nın sevgi olduğunu, hepimizi tek tek sevdiğini vaaz etmemişti. Neden Haç çıkardığımızı bu kadar anlaşılır, üç parmağımızı neden birleştirdiğimizi bu basitlikte açıklamamıştı. Hatta Haç çıkarırken “Hanun Hor yev Vortvo yev Hokvuyn Sırpo, Amen”i nasıl söylememiz gerektiğini dahi ondan öğrenmiştik. Vartavar’da niye ıslatıyorduk birbirimizi anlatmamıştı kimse, üzümün kutsanmasını beklemek neden önemliydi bilmiyorduk, Gomidas’ın özgeçmişine hakim değildik. Korolarımız, binalarımız vardı ama içlerindeki ruhun tazelenmeye ihtiyacı vardı. Ve şansımıza bakın ki bütün bunları tersine çevirebilecek bilgiye, isteğe sahip birisi hemen yanı başımızda onunla beraber çalışmamızı bekliyordu. Bütün bu şartlar altında, daha o ilk günlerde bile onun bu sıra dışı karakteri karşısında, sistemin parçası olanların nasıl bir korku ve endişe içine düştüklerini hayal bile edemiyorum.

Yaşım biraz daha büyüdüğünde sonraları kimisinin papaz kimisinin rahip olduğu diğer öğrencileriyle beraber, Kınalı’da kilise bahçesindeki konutunda daha derin kutsal kitap derslerine katılmaya başlamıştım. O zamanlar haberim yoktu (dedim ya benim derdim onun yanından ayrılmamaktı), ama rahmetli babamdan çok sonra öğrendiğime göre, meğerse ilk başlarda onun isteği benim de ruhani olmammış. Herhalde benim hınzırlıklarımı fark etmiş olacak ki “Yok Anto, bunun bu parlak gözleri pek ruhani olacak gibi durmuyor” demiş gülerek. Aslına bakarsanız İncil’in her bir cümlesine, her bir anlamına o kadar hakimdi ki, tam da o sıralar Tanrı’dan bana da bir çağrı olduğunu düşünüyordum. İleri görüşü sayesinde bendekinin çağrı değil de kendisine olan sevgim olduğunu anlamış, her ihtiyaç duyduğunda beni yanına çağırmasına rağmen bir kez olsun bu rahiplik konusundan bahsetmemişti.

1998 yılına kadar, zaman zaman beraber olduğumuz zaman zaman hiç yan yana gelemediğimiz dönemler oldu. Bu arada Patrik Karekin II vefat etmiş ve seçim dönemine girilmişti. Beklendiği üzere Mesrob Srpazan en güçlü aday olarak çalışmalara başlamış ve benden bir kamuoyu araştırması yapmamı istemişti. Devletin o dönem “seçseniz bile onaylamayız” tehditlerinin içinde halkın nasıl bir patrik istediğine dair bir araştırma yapması bile kendi döneminin ne kadar önünde bir vizyonu olduğunu bir kez daha göstermişti. Cemaatin toplam nüfusunun 50bin’ler civarında olduğu bir dönemde yaklaşık 2000 kişilik bir anket yapmış ve sonuçlarını hem kendisiyle hem de Agos gazetesi ile paylaşmıştım. Çıkan sonuçlar, tam da Mesrob Srpazan’ı tarif etmesinin yanında, kamuoyu araştırmalarının seçmenler üzerinde genelde gösterdiği etkiyi göstermiş ve halkın rekor katılımı ile patrik seçilmişti. Devlet bir süre direnmeye çalıştıysa da Srpazan’ın eli o kadar güçlü, toplum yaptığı seçime o kadar bağlıydı ki hükümet de patrik olarak onu onaylanmak durumunda kalmıştı. 

Patrik Mesrob II, hem Patrik Şnorhk hem de Patrik Karekin II döneminde öyle kuvvetli bir figürdü ki halkın beklentisi de inanılmaz düzeydeydi. Hani deyim yerindeyse evindeki ampul patlasa Srpazan’ın koşup gelip ampulü değiştirmesi, hatta sorunun aslında elektrik tesisatından kaynaklandığı fark edip bütün tesisatı yenilemesi bekleniyordu. Oysa 4 saat uykuyla günde 20 saat çalışan Srpazan’ın bile sınırları vardı. Zaten kendisi de bunun farkında olduğu için toplumunu ilgilendiren her konu için bir ekip kurmuş, bu ekiplerin de kendisi kadar çalışması için sürekli teşvik etmiş, sınırlarını zorlamalarını istemişti. Bu çalışma öyle bir olmalıydı ki sıradan/vasat olamazdı. Çalışmak onun için gerek şarttı belki ama yeter şart mükemmellikti. O noktaya gelmeden iş bitmiş sayılmazdı.

2001 yılında Yerid’in kurulması sırasında kilisedeki derslerde yan yana oturduğumuz arkadaşlarla tekrar bir araya gelmemiz de yine aynı amaçlaydı. Daha ilk gün önümüze öyle bir motivasyon ve vizyon koymuştu ki hepimizi tekrar 15 sene önceki heyecan sarmıştı. Hesap ortadaydı; bırakın yabancı kolejlere giden öğrencileri, cemaatimizin liselerinden mezun olup üniversiteye başlayan gençlerle teması 17 yaşında kaybediyor, bir daha en erken –o da eğer karma evlilik yapmadıysa– düğünü için Patrikhane’ye başvuruna kadar ne yaptığına, işi olup olmadığına, neler yaşadığına dair cemaatin en ufak bir fikri olamıyordu. Bu insanları bir araya getirmez, birbirleri ile tanışmaları için şartlar yaratmazsak önümüzdeki 20-30 yıl içinde yok olmanın eşiğine geleceğimiz ortadaydı. Biz daha bunları nasıl gerçekleştiririz, neler yapmalıyız diye düşünürken onun kafasında her şey çok netti; “Bir arada hareket edebilecek iyi eğitimli profesyonelleri,  kadınları ve gençleri vakıf yönetimlerine, danışma kurullarına katılım için teşvik etmeli, cemaatin kaynaklarını verimli, şeffaf ve adil kullanılması için çalışmalı, dili ve kültürü ile yaşayan nesiller oluşmasına katkı sunmalı, karma evliliklerin sayısını azaltıcı gençlik faaliyetleri gerçekleştirmeli ve çocukların okullarımıza kaydı için teşvik etmeli”ydik.

Bütün bunları bizim tek başımıza yapmamız tabii ki mümkün değildi fakat hepimizin ister o gün ister sonraki yaşlarda sürekli bu hedeflerin etrafında çalışmamız gerektiğini çok iyi anlatmıştı. Bugün o dönemlerde 20’li yaşlarında olup da özel hayatından profesyonel yaşamına kadar dokunuşunun olmadığı çok az insan vardır muhtemelen. Hatta belki uzaktan acımasızca eleştirenlerin bile.

Yine 2001 yılında beni ve Jüliet’i yanına çağırmış, evlilik için neyi beklediğimizi sormuştu. Ben askerden yeni dönmüştüm ve ikimiz de çalışmaya başlayalı henüz çok olmamıştı. Haliyle bir sürü ekonomik mazeret saymaya başlamıştık. Nerede, hangi parayla oturacağız? Bir evi çekip çevirecek parayı kazanamazsak ne yaparız? Bugün evlenelim diyorsun Srpazan Hayr, yarın da çocuk yapın dersen biz onun altından nasıl kalkarız? (ki 2003’te evlendik, 2005’ten hastalığının ilk evrelerine kadar bir araya geldiğimiz her toplantıda nerede benim torunum demeye başlamıştı bile… Keşke daha cesaretli olsaydık da kızım Mane daha erken doğsaydı, torunuyla doya doya oynasaydı) İki saat içinde önümüze iki yıllık planı koymuş, her türlü desteğe de hazır olduğunu söyleyip, bizi ikna edip eve göndermişti. 2002 yazında uzun yıllardır kilise içinde gerçekleştirilmeyen nişan ayinini yönetmiş, kendi elleriyle kutsadığı yüzüklerimizi takmış, 2003 yılında da düğünümüzü onurlandırarak son kutsamayı gerçekleştirmişti.

2008 yılına kadar her fırsatta bir araya gelirken halen 2001’de önümüze koyduğu hedeflere çalışmamız için hep yanımızda, telefonun diğer ucunda, bilgisayarının başında bizi bekliyordu.

Sonrası… sonrasını artık bilmeyen kalmadı… Çok sevdiği Gomidas Vartabed’in izinden gidip sessizliğe büründü… Belki söylediği onca şeye rağmen halen söylenmesi beklenenlerin getirdiği stres, belki toplumunun çok önünde koşan yüreği ve ruhunun yorgunluğu götürmüştü onu sessizliğe… 8 Mart 2019’da ruhu huzura kavuşana kadar…

Haberi aldığımda, hem biyolojik hem ruhani babası uzun süreler boyunca sessizce uzanırken hiçbir şey yapamayan bir çocuğun, iki kez babasını kaybetmesinin haksızlığını düşünmeden edemedim… Diramayr’ın yanına giderken nasıl da kızgındım kendime onu bu kadar zaman yalnız bıraktığım için… 17 Mart’taki cenaze töreninde yaklaşık 150 öğrencisinin desteğiyle azalmış da olsa, sonrasında mezarlıktaki törende de sanki omuzlarımda koca bir yükle dolaşıyordum. Ta ki 23 Mart’a kadar… 7.gün duası okunup son toprağı da örttüğümüzde hafiflemiştim artık…

Geriye ne mi kaldı? İster 6, ister 26, isterseniz 46 yaşında olun kollarını iki yanına kocaman açıp sizi kapıda karşıladığında kucaklaması için kendinizi onun kollarına bırakamayacak olmanın tarif edilmez acısı… Çünkü öylesine huzur verici, sıkı ve samimi sarılırdı ki o sırada başka hiçbir yerde olmak istemezdiniz… 

İncil’in bize öğütlediği gibi;

“Size doğrusunu söyleyeyim, buğday tanesi toprağa düşüp ölmedikçe yalnız kalır. Ama ölürse çok ürün verir. Canını seven onu yitirir. Ama bu dünyada canını gözden çıkaran onu sonsuz yaşam için koruyacaktır.” (Yuhanna 12:24)

Seni çok özleyeceğiz Srpazan Hayr…

Ari Kevork Demircioğlu

26 Mart 2019

Bir yorum

Bir Cevap Yazın