İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Telli Senem hikayesi ve Yazıcıoğlu Osman Ağa’nın ağıdı

Mehmet Gözükara / Elbistan’ın Sesi

Her biri bilinmez bir mezar şimdi. Mezar taşları ürpertir, ürkütür insanı. Ama beni, o hassas melteme bile dayanamayacak kadar haŞf vücutları, yüreklerinin çektikleri, katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep; mezar taşlarından daha fazla. “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan. Demiş ya! Ne yürekten demiş, ne doğru demiş. Anadolum benim. Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz. Gam ile dert ile yogrulduğumuz. Gök gözlü, güneş yüzlü, derin sözlü, yarım özlü. Ekmeğini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan. Kor yürekli, demir bilekli, başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık, vefakar, örük saçlı, uzun boylu yapalakların, tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların, efsanelerin, lav gibi fışkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların ve dillere destan aşıkların diyarı Anadolum.

Anadolum benim. Kerem ile Aslı’sı var, Ferhat ile Şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var, Elif ile Mahmud’u, Sürmeli Bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner, yürek hangi birine katlanır. Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıp da baş edebilir (mi) ki.
İşte Senem ile Yazıcıoğlu da bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.
Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökce gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneşin kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı. Ama yol bitmiş, sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayıp indi.Arkasında uzanan kervana dur etti ve bağırdı. “Konak yerimiz buradır. Atlar bağlana, denkler çözüle, tez elden çadırlar kurula, Allah hayır getire!” dedi. Yigitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler. Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir attan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere. Altına kilim serildi. Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere. Omuzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi. Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı. İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı. Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, görenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar, ne de bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış, böyle bir ceylana raslamamışlardı. Yayla böyle bir güzel görmemişti.
Tez elden çadırlar kuruldu. Atlar, kuzular, koyunlar çayıra salındı. Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu. Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine. Ay orta yere gelip dolandı. Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu Yapalak’a. Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.
Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a, yörüklerin gelip yerleştikleri. Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi. Birkaç ay kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.
Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi. Ağa yanına bölge büyüklerini toplar, kadınını yanına alır, gider yenimisafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı beyi Yazıcıoğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarına da oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler. Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri. Koşup ağaya haber verdiler. Kara çadırından, önce ak saçlı yörük beyi, ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı. Bir hançer gibi dikildi karşılarına. Başı yukarda, iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretçilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osman’a takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi için de bu bakışlar. Bakıştılar.
Buyrun dedi yörük beyi. Yanında hala, yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü. Senem, dedi; atı tut kızım. Koştu Senem, adetleri gereğince, gelen kafilenin beyi ile hanım ağasının atının yularına sarıldı. Kadın da, Osman da indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular. Hoş geldiniz edildi. Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki gencin aklı ve gözleri bir an bile ayrılmadı birbirlerinden. İşte, diyordu Senem; kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit; işte, diyordu Yazıcıoğlu Osman’a. Yazıcıoğlu Osman da; baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım bir ahu diyordu kendi kendine.
Akşama kadar kalındı yörük yaylasında. Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı, yenildi içildi. Ama Senem’le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine.
Osman ağa ağalığının yanında aynı zamanda iyi bir söz ve saz ustasıdır. Atının yanında sokulu olan sazını alıp gelir. Saz elinde gelen Osman ağa o anda orda olanların dikkati çekse de Telli Senem gözünü Osman Ağa’dan ayırmadığı için yüreğindeki yangını alevlendirecek bir şeylerin olacağını hissetmektedir. Osman Ağa sazını akort ederek sohbet halkasına şu türküyü söyler. Söyler söylemesine de, bu söylenen türküden Tellim Senem’e iç çekme ve boğazında düğüm olan bir söz kalır.
Gönül bağı
 
Coşkun akan Hurman çayı durulmuş
Bu güzellik sana Hak’tan verilmiş
Sırma saçlar ak gerdana serilmiş
Telli turna gibi başın sevdiğim
 
Hatırımdan çıkmaz şirin sözlerin
Benim gibi yanar olsun özlerin
Çark-ı felek gibi döner gözlerin
Kudret kalemi mi kaşın sevdiğim
 
Hak katında kabul olsun dileğin
Neden böyle gül açmıyor budağın
Hacim kirazına benzer dudağın
İnci mi mercan mı dişin sevdiğim
 
Bûse ver yanaktan edelim niyaz
Beri gel ne olur konuşak biraz
Berud’un karından gerdanın beyaz
Binboğa karı mı, döşün sevdiğim
 
Mecnunlar Leyla’sın nerde ararmış
Yazıcıoğlu kavuşmaya zar etmiş
Kadir Mevla’m seni övmüş yaratmış
Bulunmaz dünyada eşin sevdiğim
Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a doğru yola çıktıkları zaman, Osman yüreğinden bir parçanın Yapalak;ta kaldığını hissetti. Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildigini sandı. Günler akıp geçti. Ne Senem, ne de Osman unutamadılar birbirlerini. Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına. Senem obadan dışarıya ayak atamadı. Ama seven yürek neler etmezki, her şeyin çaresi bulundu. Bir yörük kadını yardım etti bey kızına. Bey oğlu atlayıp atına Senem’e koştu. Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri; daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.
Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı. Senemde Osman da aynı ateşte kavruldular. Senem seviyordu, ama çaresizdi. Biliyordu ki babası obadan dışarı kız vermezdi. Töreler böyleydi. Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok, dedi Senem. Kaçalım, dedi oğlan; yok, dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürüm de kaçmam. Kaçıp yere yıkmam başını babamın. Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalı
yı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.
Bir yiğit sararıp solar erir gider de, bir bey kadını hatun anası hissetmezmi. Gayrı sordular, Osman anlattı. Bir tek oğlanın derdine çare bulmak, onu bu dertten, bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası. Etraf çevrelerden ağalar toplandı. Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp vardı yörük ağasına. Bir sevinç, bir umut düştü içine Senem’in, bir sevinç doldurdu içini Osman Ağa’nın. Ne kaldı ki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler. Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. Allah’ın emriyle, dediler; kızını istediler. Allah yazdıysa biz ne edek, velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim, iletiriz kararımızı. İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola, böyle bir beyin gelini ola. Ama töreler, dediler.
Umut içinde döndü dünür kafilesi. Bir yangın düştü içine Yörük beyinin. Ama ölür de törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi. Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor. Vermezlerse basarlar obayı, alır kaçırırlar kızı. Onlar basmadan biz kaçmalıyız, dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı. Ve Senem içi kan ağlıyor. Bir ölüden farksız. Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler.
Yapalak’tan. Bir gecede toplandılar gittiler. Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı. Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı, bir ölüden farksız oldu Osman. Tüm bu olanlara rağmen ümidini yitirmeyen Osman aldı sazını bakalım ne dedi:
Hele dur
 
Zambak açsın, güller bitsin su alsın
Sabırlı ol diyeceğim hele dur
Günler geçip aylar gitsin yıl olsun
Elbet sana döneceğim hele dur
 
Haftalar iç içe mevsim peş peşe
Birbiri ardına koşuşsun hele
Arılar peteksiz balları ile
Kaldığında varacağım hele dur
 
Ay dayansın güneş ile sırt sırta
Set çektirsin okyanuslar denize
Rağbet tekrar artsın öküz, camuza
Düğün kurup alacağım hele dur
 
Kurusun damardan aşkın pınarı
Alevlensin yansın gönül çınarı
Mecnun gibi dolaş dön de âlemi
Son sözümü diyeceğim hele dur
 
Kışlar geçsin hele karlar yağmasın
Dünyayı doldursun insan sığmasın
Çakallar aslana boyun eğmesin
Sana boyun eğeceğim hele dur
 
Bakarsın aradan hasretlik kalkar
Yırtılır perdeler ve gözler bakar
İkimiz yaşarız sonsuza kadar
Miz murada ereceğiz hele dur
 
Ömür yaşayanlar ancak köklüdür
Ruhumun içinde aşkın saklıdır
Yazıcıoğlu der ki kerven yüklüdür
Çok susadık kanacağız hele dur
Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi. Aylar, yıllar sürdü bu arayış. Ama ne yörük kervanının izine raslandı, ne de Senem’den bir haber alındı. Yıllar geçti aradan, yandı yıkıldı Osman, ama Senem’den bir haber alamadı. Talihi her gün biraz daha karardı. Bir düğünde bir gözünü kaybetti. Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü. Günler yel gibi geldi geçti. Onun içindeki yangın geçmedi, unutamadı Senem’i. On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senem’den.
Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; köyün çerçicisi bir Ermeni vardı. O geldi koşarak yanına. Ağam, dedi; ağam kurban olam haberler ne ki haberler. Desem yıkılır mısın, yoksa sevinir misin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat, dedi Yazıcıoğlu; anlat hele ne istersin. Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git. Kozan’daydım, dedi Ermeni çerçi; mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim. İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma. Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın. Oğul, dedi; nerelisin. Tanırlıyım ana, dedim. Osman Ağa’yı bilir misin, dedi. Bilirim elbet, dedim. İnsan köyünün ağasını bilmez mi?
Kuşağından bir çıkını çıkarttı. Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman Ağa’ya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir. Kimseye yar olmamıştır. Bir yayla kızı gibi sevmiş, bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır, de. Ama gayrı her şey geçti; gelip aramaya, arayıp sormaya, de. Ağam, selam yerde kalmazmış, getirdim sana. Gayrı sen bilirsin, dedi Ermeni çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı. Osman Ağa’nın içinde kaynar bir şey aktı. Altınlar, tarlalar verdi Ermeni çerçiye. At hazırlattı, yanında iki adam düştü Kozan’ın yoluna. Osman Ağa Senem’le buluştu mu bunu bilmiyoruz; ama, Maraş’ta, Tanır’da, Toros’larda, Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa; önce Osman Ağa’nın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler. Yankıları Torosların, Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar gençlere Senem ile Yazıcıoğlu Osman’ın sevdalarını anlatırlar hep.
Telli Senem
Bir haber geldi de Telli Senem’den
Deli gönül şad olmaya başladı
Akmaz iken kör pınarın ayağı
Suyu geldi cağlamaya başladı
 
Senemin giydiği frengi sarı
Ölmeden yüzünü göreydim bari
Yıkık değirmenin bozuk çarkevi
Suyu geldi düzelmeye başladı
 
Aşkın cezvesi ocakta kaynar
Durmaz deli gönlüm meydanda oynar
Ermeni dillerin şekerler çiğner
Tatlı tatlı söz olmaya başladı
 
Hele bakın şu feleğin işine
Ağu kattı benim pişmiş aşıma
Senem değmiş seksen, doksan yaşına
Benimki de yüz olmaya başladı.
 
Görünür de Binboğa’nın dağları
Gıcı, boran aşılmıyor belleri
Yazıcıoğlu Şereşi’nin beyleri
Koca Tanır şad olmaya başladı.
            Yazıcıoğlu Osman Ağa

Aşan bilir karlı dağın ardını
Çeken bilir ayrılığın derdini
Bülbül Kaça aldın gülün nargını
Gül alıp satmanın zamanı değil

Yaprak gazel olmuş duruyor dalda
Vefasız güzelden bize ne fayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
Ölürüm vazgeçmem sevdiğim senden

Selvinin dalları boyundan uzun
Yavrular gözüme bir salkım üzüm
Ölmeden görseydi o yari gözüm
Koyun kuzu kurban olur o zaman
Elbistan’la bağlantılı bu güzel ve ilginç ağıdın, ulaşabildiğimiz versiyonlarını –bazı tekrarlara rağmen– hikayeleriyle birlikte derleyerek “Her Göz Yaşı Aynı Renk Elbistan Ağıtları” Özgü Yayınları, İstanbul 2013, 2. Cilt, sayfa 380-386 yayınlanmıştır.
Bu ağıdın hikayesi, Mehmet Gözükara’nın 25.03.2011 tarihinde yaptığı görüşmede, Yazıcıoğlu’nun –beşinci kuşak– torunlarından sayın Feridun Şahinkaya (1961) tarafından da tekrarlanmıştır.


http://www.elbistaninsesi.com/telli-senem-hikayesi-ve-yazicioglu-osman-aga-nin-agidi-makale,5123.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın