İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarih ‘geçmiş gün’ değildir

Ohannes Kılıçdağı / Agos

Biz bugün Ermenilerin Osmanlı ordusunda askere alınmaları konusunu ne derece, nasıl ve hangi şartlarda hatırlıyoruz? Başka bir deyişle, bunun tarihi nasıl yazılıyor? Hatta, hatırlanıyor ve yazılıyor mu diye de sorabiliriz.
Bu köşede sık sık tarihsel olaylara, anekdotlara atıflar okuyorsunuz. Tabii, bunda çalışma alanımın tarih olmasının da payı var ama bu atıfları sadece ‘tarihte bugün’ gibi bir maksatla paylaşmıyorum. “Bugünümüzü anlamak için tarihi bilmek lazım” sözünün klişeleşmiş olması bir bakıma şans, bir bakıma şansızlık, çünkü doğruluk payı yüksek olan bu sözün herkesçe bilinmesi iyi ama öte yandan söylene söylene biraz içi boşaldı, gerçekten ne anlam ifade ettiği unutuldu sanki.
Başlı başına uzun bir konu ama ben bu sözü daha da ileri götürerek, “Olmuş bitmiş tarih diye bir şey yoktur, sadece şimdiki zaman vardır ve tarih orada yaşar, ölmemiştir” de diyebilirim. Tarih dünden çok bugünle ilgili bir mefhum ve tarihçilik de şimdiki zamanla ilgili bir faaliyettir. Bugün nasıl yaşayacağımız, kişisel ve kolektif doğrularımızın ne olacağı ile ilgili olarak, soykırım, kölelik, ırkçılık, savaş gibi konularda tarihin bu özelliği daha bariz biçimde ortaya çıkar. Aslında çok basit olan şu durum genellikle unutulur: Geçmişte olup bitmiş ve unutulmuş olaylar ve yaşamış kişiler, tarihin konusu değildir; onlar zamanın sonsuzluğu içinde bir yerde asılı kaldılar, ta ki birileri onları hatırlayıncaya kadar, eğer hatırlanırlarsa. Dolayısıyla, tarihin ve tarihçiliğin konusu olabilmek, hatırlanabilmekle mümkündür. Hatırlamak da kaçınılmaz olarak şimdiki zamanda gerçekleşir, dolayısıyla onun siyasi, kültürel, iktisadi şartlarından bağımsız olamaz. Bunlar hatırlamanın zeminini oluşturur. Yakın geçmişle (tarih içinde buna geriye doğru birkaç yüzyıl bile denebilir) görülen süreklilikler de cabası. Bir de hatırlamanın araçları vardır. Yani geçmişi onlar vasıtasıyla hatırlayacağınız, beş duyunuzdan kimileriyle algılayacağınız araçlar olması lazım – yazılı metinler, fotoğraflar, objeler, ses ve görüntü kayıtları gibi.
Tartışmayı belli bir bağlama oturtarak biraz daha somut hale getirelim. Zaman İkinci Meşrutiyet dönemi, yıl 1909, anayasa yeniden yürürlüğe girmiş, parlamento seçimleri yapılmış, birçokları, özellikle Müslüman olmayanlar ve onun içinde de özellikle Ermeniler, eşit, özgür ve adil yeni bir ülkenin hayalini kuruyor. Eşit vatandaşlığın önemli gerek ve göstergelerinden biri de, Müslüman olmayanlardan alınan askerlik vergisinin kaldırılarak, bütün erkeklerin, belli istisnalar hariç, kurayla askere alınmasıydı. 1909 Nisan ayından itibaren bu, hem Meclis’te, hem de kamuoyunda hararetli tartışmalara konu oldu. Müslüman olmayanların askere alınmasına açıktan karşı çıkışlar, dönemin havası gereği, pek görülmüyordu ama bunu ertelemeye oyalamaya çalışan devlet adamları, mebuslar vardı. Genel olarak iddia ettikleri, o sene (1909) için artık çok geç olduğu, dolayısıyla o sene de Hıristiyan ve Musevilerin vergi vermesi, askere alınma işinin gelecek seneye bırakılmasıydı. Özellikle Ermeni mebuslar buna şiddetle karşı çıkıyor, eşitliğin gereği olarak Ermenilerin ve diğer gayrimüslimlerin o seneden başlayarak derhal askere alınmasını savunuyordu.
Meclis’te bu tartışmalar yaşanırken, Ermeniler de çoğu yerde, Meclis’teki tartışmalar ve yasa tasarısı sonuçlanana dek askerlik vergisi vermeyi reddediyor, askere alınmayı talep ediyordu. Bu itiraz ve dirence rağmen, önemli bir gelir kaleminden mahrum kalmak istemeyen hükümet vergiyi toplama teşebbüsünde bulununca, kimi yerlerde gerginlikler ortaya çıkıyor ve iş mahkemeye düşüyordu. 22 Mayıs 1909 tarihli Jamanak gazetesi, İzmit’te yaşanan böyle bir mahkemeyi aktarıyor. (Evet, İzmit’te de Ermeni vardı, hem de çok.) Mayıs ayının başında tahsildarlar, Arslanbey ilçesine gidip, Ermeni din adamlarından ve ileri gelenlerinden askerlik vergisinin toplanmasında kendilerine yardımcı olmalarını istiyorlar. Bu Ermenilerden aldıkları cevap, Meclis’teki tartışmalar sonuçlanana kadar vergi vermeyecekleri oluyor. Tahsildarlar bu kişileri mahkemeye şikâyet ediyor. Mahkeme, yargılama sonucunda din adamlarına 25 kuruş para cezası, sivil Ermenilere ise üç ila dokuz ay arasında değişen hapis cezaları veriyor. Dokuz ay hapis cezası alan Hayk Varjabedyan isminde biri, hükmü duyunca ayağa kalkıyor ve hâkime, “Kanını Osmanlı vatanı için dökmeye hazır bir askere dokuz ay ceza vereceğinizi düşünmek bir yana, tam tersine, düzenbaz tahsildarları cezalandıracağınızı düşünmüştüm. Öyleyse, yaşasın adalet!” diyor. Bu sözleri kaldıramayan hâkim, Varjabedyan’a, o sözleri söylediği için cezasını bir yıla çıkardığı cevabını veriyor. (Görüldüğü gibi hâkimlerimiz, yalnız bugün değil, her zaman ‘babayiğit’miş.)
Baştaki tartışmaya dönecek olursak, biz bugün Ermenilerin Osmanlı ordusunda askere alınmaları konusunu ne derece, nasıl ve hangi şartlarda hatırlıyoruz? Başka bir deyişle, bunun tarihi nasıl yazılıyor? Hatta, hatırlanıyor ve yazılıyor mu diye de sorabiliriz. Son üç-beş seneye kadar, bırakın sıradan halkı, profesyonel tarihçiler içinde bile bu konuda fikri olan bir-iki kişi vardı. Sarkis Torosyan tartışmalarını hatırlayın. Şimdiki zamanda yaşanan o tartışmalar –biraz yanlış yönde olsa da– konunun hatırlanmasına yol açtı. O tartışmalar sırasında da söylediğim gibi, önemli olan, Torosyan’ın neyi doğru neyi yalan söylediğinden ziyade, unutulan, zaman boşluğunda asılı kalan bu önemli konunun bu vesileyle gündeme gelmesi ve tarihinin yazılmasıydı. (Gerçi henüz, o da tam anlamıyla yapılmadı ama bu konu üzerinde çalışan en az bir kişi tanıyorum.)
Peki, bu konu neden önemli? İşte bu ‘tarihî’ konuyu önemli kılan, bugünün şartlarıdır. Ermeni Soykırımı yaşanmasa ve hâlâ geniş bir inkâr dalgasıyla karşı karşıya olmasa ve bununla bağlantılı olarak oluşturulan ‘hain’ Ermeni imajı hâlâ geçerli olmasa, Ermenilerin Osmanlı ordusunda askerliği meselesi bu şekilde unutulur, bu şekilde hatırlanırdı mıydı?


http://www.agos.com.tr/tr/yazi/21635/tarih-gecmis-gun-degildir

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın