İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1914 Yaz’ı

Ne edebiyat ne de siyaset tarihçisiyim. Dünyanın bazı hâllerini, Türkiye’de olup bitenlere benzetme eğiliminde olmam bana bu konuda kalem oynatma hakkını vermez…

Haziran 1914 sonunda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı Ferdinand ve karısı Sophie, Saray Bosna’da suikast ile öldürülür. İmparatorluk, Sırbistan Krallığı’na savaş ilan eder. Temmuz sonunda, savaşın başladığı resmen duyurulur. 1 Ağustos, Almanya Rusya’ya savaş ilan eder. Bu takdimin sebebi, açılımı aşağıdadır.

Bir süredir, Elias Canetti’nin anılarından bir detay hatırlayıp duruyorum. Sene 1914, Ağustos. Canetti, annesi ve iki küçük kardeşi ile Viyana yakınlarında kaplıca mekânı Baden’dedir. Baden, Yalova Termal’e benzemiyor. Kumarhanesi bile var.

Canetti Ailesi, Viyana’ya gelmezden evvel birkaç yıl İngiltere’de yaşamıştır. Baba Canetti’nin ölümünden sonra anne Canetti -cevval kadın-, alır çocuklarını, Viyana’ya gelir:

1914 yazını Viyana yakınlarındaki Baden’de geçirdik. İki katlı sarı bir evde oturduk (…) Ev’i yüksek rütbeli bir subay emeklisiyle paylaşıyorduk, eşiyle birlikte giriş katında oturuyorlardı. Subayları fark etmemenin elde olmadığı bir dönemdi. (Elias Canetti)

Anne, çocukları her gün kaplıca parkına götürür. Çocuklar parkta “İngiliz çocuklar” olarak tanınmaktadırlar. Ağustos ayı gelir:

Park, başka bir neden olmasa bile müzik dinlemek için gelen insanlarla dolu oluyordu her zaman, ama Temmuz sonlarına doğru, savaşın kaçınılmaz olduğu anlaşılınca, parkta toplaşan insan kitlesi, daha yoğun hale geldi. Çok daha heyecanlı bir hava esiyordu. Bu değişikliğin nedenini anlamıyordum, nitekim Annem, oynarken İngilizce yüksek sesle bağırmamamızı tembihlediğinde pek önemsemedim, hele kardeşlerim, onu hiç dinlemedi. (Elias Canetti)

Kaplıca orkestrası musiki icra ederken orkestra şefine bir not iletilir. Şef notu okur, müziği durdurur, Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiğini duyurur. Ardından Avusturya İmparatorluk Marşı’nı çalmaya başlar.

Herkes, banklarda oturanlar bile ayağa kalktı ve marşa katıldı. ‘Tanrı onları korusun, Tanrı onları esirgesin, İmparatorumuzu, toprağımızı korusun.’ (…) Millî marşı okulda öğretmişlerdi, biraz çekinerek ben de onlara katıldım. Bu biter bitmez Alman milli marşı başladı: ‘Yaşayın Siz ey Utkunun Taçları.’ Bu, İngiltere’de ‘Tanrı Kralı Korusun’ sözleriyle söylediğim müziğin aynıydı. İngiliz aleyhtarı bir havanın estiğini hissetmiştim. Alışkanlığımdan dolayı mı, yoksa belki de bir savunma tavrı olarak mı bilmiyorum, avazım çıktığınca bağırarak marşı İngilizce söyledim. Kardeşlerimse, bir şeyden habersiz, ince sesleriyle masum masum beni izlediler. Kalabalığın ortasında olduğumuzdan, bizi duymayan yoktu. Ansızın çevremdeki yüzlerin öfkeyle çarpıldığını, ellerin ve kolların bana vurmakta olduğunu gördüm. Kardeşlerim de, hatta en küçüğümüz George bile, ben dokuz yaşındakine hedeflenen yumruklardan nasibini aldı. (Elias Canetti)

Son günlerde hatırlayıp durduğum şey bu idi; bacak kadar çocuklara sille tokat girişilmesi. Namıdiğer linç. O kadar insan içinde çocukları savunacak kimse çıkmamış gibi görünüyor. Tanıdık bir konu. X ülkesine kızıp, Y ülkesinin bayrağını yakmak, portakal bıçaklamak veya yol kenarındaki simitçiye “pis Kürt” diye dalmak, vb…

İtiş kakış arasında bizden uzakta kalmış olan annem olup biteni anlayıncaya kadar herkes müthiş bir kargaşa içinde bizi dövmeye başlamıştı. Ancak bende en büyük etkiyi yaratan, kinle çarpılmış olan suratlardı. Birisi anneme söylemiş olsa gerek, ‘Onlar daha çocuk!’ diye bağırdı. Kalabalığı yararak yanımıza geldi, üçümüzü de kaptı, bir Viyanalı gibi konuştuğundan kendisine hiçbir şey yapmaya kalkmayan insanlara öfkeyle baktı; daha sonra bizi bile o korkunç kıskaçtan çıkarmaya razı oldular. Ne yaptığımı tam olarak anlamış değildim. Bu durum, düşmansı bir kalabalıkla yaşadığım bu ilk deneyimi daha da unutulmaz kıldı. (Elias Canetti)

Telgraf devri Baden Termal sakinleri ile cep telefonu devrinde simitçiye dalan insanları, “millî hassasiyet temelli hezeyan” tanımında nasıl buluşturabilirim, mümkün mü böyle bir şey? Bir yanlışım olmalı! Ancak, düşünce hattım yanlış değil ve hatta eksik ise? Mesela gugıl’a “bayrak protesto” yazsak, hatta İngilizcesini yazsak, dünyanın şurasında burasında farklı bayraklara aynı sopayı geçirmiş insanlar görürüz. Yani “ben/biz, diğerleri/ötekilerden başkayım” diyen ve buna inanan arkadaşlar, sopayı kullanırken başkalıklarını kaybediyorlar ise?

Baden Termal’de çocuklara girişen insanları merak ettim. “Kim bu insanlar” sorusunun peşine düştüm. Şansım yaver gitti, Stefan Zweig’ın anılarında bir cevap buldum:

Katolik bir ülke olan Avusturya’nın her 29 Temmuz’un bir gün öncesinde kutladığı ‘Peter ve Paul’ bayramında, Viyana’dan pek çok konuk gelmişti. Kaplıca parkına kurulan müzik pavyonu önünde açık renk yazlık elbiselerini giyinmiş neşeli ve kaygısız bir kalabalık toplanmıştı. (…) o sırada parktaki kalabalığın epey ötesinde oturmuş kitap okuyordum.(…) melodinin tam ortasında müzik birdenbire susunca (…) İçgüdüsel olarak başımı kitaptan kaldırdım. Ağaçların arasında dolaşırken akıp giden beyaz renkli bir kitle gibi görünen o kalabalık da dağılmışa benziyordu (…) Bir şeyler olmuş olmalıydı. Ayağa kalktım ve müzisyenlerin pavyondan ayrıldığını gördüm… Biraz yakına gelince, müzik pavyonunun önünde heyecanlı grupların toplandığını ve az önce yapıştırılan bir duyuruyu okumak için birbirleriyle itişip kakıştıklarını gördüm. (Stefan Zweig)

Zweig’ın sözünü ettiği 28 Temmuz duyurusu, muhtemelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a daha önce ilan ettiği savaşın, artık resmen başladığına dair duyurudur. Canetti ise, birkaç gün sonrasını, 1 Ağustos 1914’ü işaret etmektedir.

Zweig’da “açık renk yazlık elbiselerini giymiş neşeli ve kaygısız” kalabalık, Canetti için yaklaşan savaş nedeniyle “heyecanlı” insanlardır. Zweig 33, Canetti dokuz yaşındadır. Bu paragrafın, Zweig ile Canetti arasında gerçeklik algısı karşılaştırması yapmak gibi bir niyeti yoktur. İlk bakışta herkes dokuz yaşındaki bir çocuğa değil, 30’luk bir adama inanır. Fakat linçe uğrayan çocuktur.

20181010102450_orkes

1914 yılına ait Baden Baden görüntüleri aradım. İnsan görmek istiyorum, neye benziyorlar merak ediyorum. Dönem fotoğraflarına, kartpostallara baktım. Bir kartpostalda göl kıyısında bir yürüyüş yolu, ağaçların dibinde banklar, banklarda oturan şapkalı beyler, yan yana yürüyen şapkalı iki hanım gördüm. Etekler bel hizasına sıkıca oturuyor, pabuçlara doğru dalgalı, dökümlü uzanıyor. Başka bir fotoğrafta orkestra şefimizin bıyıkları Wilhelm stili. Enver Bey de bıyıklarını aynı stilde buruyordu. İlintisiz benzerliktir diye düşünürüm. Ne alakası olabilir, Osmanlı sarayının gözbebeği bir damadın Wilhelm’vari bir bıyık ile?

Wilhelm ile Enver arasında bıyık bağlantısı aradım. Başka bir şey buldum:

Balkan Savaşı sonrasında hızla birbirine yaklaşan İttihat ve Terakki yönetimi ile milliyetçi kültürel alan, özellikle Avrupa’da savaşın başladığı Ağustos 1914’ten, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa dâhil olduğu Kasım 1914’e kadar geçen üç aylık dönemde, eşgüdümlü bir çabayla kamuoyunu savaşa girme düşüncesine hazırlamışlardır. (Erol Köroğlu)

Baden kartpostal ve fotoğraflarına döndüm. Görüntülerdeki insanlar; aristokratlar, yüksek rütbeli subaylar, varsıl hanımlar ve beyler, kostümleri içinde dönem filmi oyuncuları gibi duruyorlar. Bizim ile ne gibi bir ilişkisi olabilir ki bu sepya renkli zamanın? Biz çocuklarımıza aşağıdaki gibi şeyler öğretiyor muyuz:

Viyana’daki ikinci yılım, ya da ilkokuldaki dördüncü sınıf savaş sırasında yaşandı, dolayısıyla anımsadığım her şey, savaşla ilgili. (…) Sloganlardan bazıları şunlardı: ‘Sırbistan’a ölüm!’, ‘Rusları ezin!’, Ölüm Fransıza, hepsi mezara!’, ‘Süngüle sıska İngilizi!’ (Elias Canetti)

İşin ucunu bıraktım. Ne edebiyat ne de siyaset tarihçisiyim. Dünyanın bazı hâllerini, Türkiye’de olup bitenlere benzetme eğiliminde olmam bana bu konuda kalem oynatma hakkını vermez. Ayrıca adı geçen yazarlar, yazılarını kesip biçeyim diye vermediler o emeği.

Ben de serbest okumaya geçtim. Dönem anı kitapları aradım. Şansıma, Sebastian Haffner’in, Bir Alman’ın Hikâyesi adlı kitabı ile karşılaştım. Haffner, yine aynı günlerde, 1914 yazında, yedi yaşında bir Alman çocuk olarak Kuzey Pomeranya’da* bir çiftlikte tatildedir.

Babam, gazete okumaya genelde olduğundan fazla zaman ayırıyor, bu sırada yüzünde endişeli bir ifade oluyor ve okuyup bitirdikten sonra Avusturyalılara kızıyordu. Ve nihayet bir gün gazetenin manşeti şöyle oldu: Savaş! (…) Sürekli olarak hiç bilmediğim ve bana bin bir zahmetle izah edilmesi gereken kelimelerle karşılaşıyordum: ‘ültimatom’, ‘seferberlik’, ‘ittifak’, ‘itilaf’. Aynı çiftlikte kaldığımız ve benim iki kızıyla hem pek sevişip hem de sık sık dövüştüğüm bir binbaşıya aniden ‘görev emri’ geldi, açıklanmasını beklediğim yeni bir kelime daha! (…) Bizi misafir eden çiftlik sahibinin oğlu da askere alındı. Av arabasıyla trene binmek üzere yola çıktığında herkes bir süre peşinden gitti; ‘cesur ol’, ‘kendine dikkat et’, ‘yakında döneceksin!’ diye bağırıyorlardı. İçlerinden biri ‘Patakla Sırpları!’ deyince babamın gazete okuduktan sonra söylediklerinin etkisinde kalan ben de ekledim: ‘ve Avusturyalıları’. Herkes bir anda gülmeye başlayınca çok şaşırdım. (Sebastian Haffner)

Sonrasını bildiğim için bu gülüşte duraksıyorum. Sonrasından kastım şu:

1915-16 kışında, savaşın etkileri günlük yaşamda hissedilmeye başlandı. (…) hevesli hevesli marşlar söyleyen asker adaylarının sesi duyulmuyordu artık. Okuldan gelirken yolda rastladığımız küçük gruplar, eskisi kadar neşeli görünmüyordu. ‘Anavatanda. anavatanda, gene görüşeceğiz!’ şarkısını hâlâ söylüyorlardı ama anavatan, onlara çok yakın değilmiş gibiydi. Geri döneceklerinden eskisi kadar emin değillerdi artık. (Elias Canetti)

Böyle bir anda gülmek, bana başka bir şey daha hatırlatıyor. Erzincan Ermenileri, canlarını kurtarmak için Dersim içlerine kaçarken, yolları üzerindeki Alevi-Kürt köylerinde bazı kadınlar gülüşmüşler. Onlar gülüşünce Ermeni kadınlardan biri şöyle demiş: “Gülün Kürt karıları gülün, bugün bize yarın size.” Bu cümlenin aktarıcısı Sona Hanım. Bir kitabın kapağında fotoğrafı da var. Hakikaten Ermeni kadının cümlesi doğrulandı. 1938 Dersim Tertelesi’nde Sona Hanım’ın kocasını da öldürdüler.

Burada da sap ile samanı karıştırıyor olabilirim. Biri Osmanlı, diğeri Cumhuriyet dönemine denk geliyor. Birbirlerine yakın duruyorlar diye elma ile armudu nasıl toplayabilirim? İyisi mi 1914 yazına döneyim. Haffner sonraki yıllarda şunları yazacaktır:

…(Naziler) Her gün yürüyorlardı artık marşlar söyleyerek ve eğer gamalı haçlı bayrağı selamlamak istemiyorsanız tetikte olmak, seslerini duyar duymaz kendinizi hemen bir apartmanın holüne atmak zorundaydınız. Sanki bir tür savaş dönemi yaşıyorduk, bütün muharebelerin yürüyüşlerle ve marşlar söylenerek kazanıldığı tuhaf bir savaş tabii. (…) Belirli bir tür Alman için bu, cennetin ta kendisiydi, bu insanlar arasında tam bir 1914 Ağustos’u havası hâkimdi. (Sebastian Haffner)

Türkiye’den iki adet milliyetçilik tanımı aktarmak istiyorum:

“Milliyetçilik, insan sevgisidir esasen.” Cümlenin sahibi küçük bir esnaftı, girişkenliği ile orta boy iş adamı oldu. Bu cümleyi 15 sene kadar önce inanarak söyledi. Ofisinde büyük boy Turgut Özal portresi asılıdır. İkisi de Malatyalı.

“Milliyetçilik geleneğe bağlı olmaktır oğlum.” Söyleyen 18-19 yaşında bir delikanlı. Söylediği kişi 20’li yaşlarda berber. İkisi de aynı köyün gençleri. Köy, Akdeniz kıyısında bir belde. CHP ile İYİ Parti’ye oy veriyorlar. Ben berberde sıra bekliyorum bu esnada.

Eğer milliyetçilik bu ise sorun yok. Özellikle “insan sevgisi” tanımı bana da uyar. Fakat göçmen karşıtlığını, aşırı sağın yükselişini, “en vurucu silah bizde” kafasını ne yapacağız? Dönüp dolaşıp aynı yere mi geldik yine?

Son dakika notu: Aklına güvendiğim bir arkadaşıma “bir bakması” ricası ile yukarıdaki yazıyı gönderdim. İzninizle cevabi notu şurada dursun: “…Kaygılarının aksine bence bu memlekete dair daha fazla benzerlik işaret edebilirsin, hatta etsen. Çünkü bu milliyetçilik illeti de, mülkiyet gibi ortaya çıktıktan sonra mekânlar ve zamanlar üstü bir kopya etki yaratıyor. Komik bir çelişki gibi görünse de milliyetçilik, ırkçılık, düşmanlık, ötekini tepme arzusu ve etnik kompleksler fazlasıyla ‘evrensel’. Kamuoyu önünde böyle söylenmez belki ama milliyetçiliğin farklı yerlerde ve farklı zamanlardaki hâlleri, başka siyasî deneylerin zamana ve mekâna göre gösterdiği çeşitliliği taşımıyor. Belki de yere ve zamana göre pek farklı olmayan ‘alt beyin’ faaliyetlerine fazla bağlı olmasındandır.”

(*) Kuzey Polonya, Doğu Almanya, Baltık Denizi kıyıları

İLHAMİ ALGÖR
@e-posta
Her Şey, 11 Ekim 10:55

 

Kaynaklar:

Kurtarılmış Dil, Bir Gençliğin Öyküsü, Elias Canetti, Çeviri: Şemsa Yeğin, Payel Yayınları

Dünün Dünyası, Stefan Zweig, Çeviri: Kasım Eğit-Yadigar Eğit, Can Yayınları

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın