İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ayhan Aktar’a cevap

Türk milliyetçiliği çoğunlukla vatandaşlığa dayalı olarak tanımlanagelmiş ve bugüne dek yaşanmış ayrımcı pratikler de ‘uygulama alanında normdan sapma’ olarak yorumlanmıştır.

NAZAN MAKSUDYAN

Türk milliyetçiliği çoğunlukla vatandaşlığa dayalı olarak tanımlanagelmiş ve bugüne dek yaşanmış ayrımcı pratikler de ‘uygulama alanında normdan sapma’ olarak yorumlanmıştır. Benim Türk Antropoloji Mecmuası’nı incelememdeki amaç, bu sapmaların gözden kaçmış olabilecek bir temeli olup olmadığını araştırmaktı. Ayrımcılık münferit (ya da istisnai) değilse, ‘sistematik’ bir tarafı olup olmadığını inceliyordum. Bu araştırmada uygulama alanı değil, normatif düzlemin önemli olduğunu düşündüğüm bir kısmı -devletle organik bağları olan akademik bir çevre tarafından üretilmesine karşın pozitivizmin büyüsüyle bilimsel olma iddiası taşıyan, ırka dayalı ‘Türklük’ ölçütü- konu edinilmiştir. Dolayısıyla, bu bir ideoloji incelemesidir ve normatif düzlemle uygulama arasında doğrudan hatlar çizmek iddiası taşımaz. Derginin toplumdaki yansımaları ve yarattığı etkiler üzerinde dur(a)madığımı da açıkça ifade ediyorum (s. 12).
Ayhan Aktar’ın Radikal Kitap’ta (15 Temmuz 2005) çıkan yazısına cevaben, kitabım hakkındaki eksik okumaları ve ‘bilimsel hata’ ithamlarını çözümlemeye çalışacağım.
Irkçılık
Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları adlı kitabında,
“Türk ulusal topluluğuna veya Türk milletine üyelik ölçütünü, ‘Türk etnik grubuna dahil olma’ düzeyinde tanımlayan Kemalist milliyetçilik anlayışı” (s. 131) şeklinde bir ifade kullanır. Kendimce, ben de bundan farklı bir şey söylemiyorum. Etnik grup ve ırk arasında ciddi bir uçurum olmadığı ve her ikisinin de milliyetçi ideolojileri ayrımcılığa doğru sürüklediği vurgulanmalıdır. Irk yerine etnik grup demek rahatlatıyor mu?
Türk milliyetçiliği bağlamında ırkçılıktan bahsetmek tabu halinde ve sözünü dahi etmemek için tanım daraltılıyor. Modern devlet yoksa, istihdam politikalarına yansıtılmıyorsa, en vahimi de kan ve şiddet olmadan ırkçılık olmayacağı fikri çok hâkim. Altını çizmek gerek: sadece fikirsel düzlemde cereyan etse de -kaba bir deyişle toplama kamplarında milyonlarca insan öldürülmese de- ırkçılıktan bahsedilebilir. Irk diye bir kavramın doğruluğu (varlığı) kabul ediliyor ve bunun da ötesinde bazı ırkların üstün bazılarının aşağı olduğu varsayılarak (sadece hayali de olsa) bir hiyerarşi kuruluyorsa buna ırkçılık denir; nasıl kadın ve erkeğin eşit olmadığını ileri sürmek (uygulamaya yansıtmadan da olsa) cinsiyetçilikse.
Türkleştirme politikalarının dışlayıcı değil özümseyici olduğu, dolayısıyla ırkçılıkla bağdaşmadığı iddiasının da kendi içinde sorunları var. Yeni kurulmuş bir devletin, henüz oluşturulmuş politikalarından bahsettiğimiz için birçok iç tutarsızlık, uyuşmazlık ve hatta karşıtlıkla karşılaşmak son derece normal olmalıdır. Ekonomiden eğitime kadar her alanda siyaseten ciddi savrulmalar yaşandığını biliyoruz; milli kimlik konusunun bunun istisnası olması zaten beklenemezdi.
Bir Çiçekle Bahar…
Tek bir yayın incelenerek ne tip genellemelere ulaşılabilir sorusu oldukça anlamlıdır. Öncelikle, 1925-39 arası dönemde Kemalist ideolojiye içkin, ırkçı unsurlar bulunduğunu ve derginin de bu dönemde karşımıza çıkan ırkçı tezahürlerden sadece biri olduğunu düşünüyorum. Diğer bir deyişle, kitapta da örneklerini verdiğim Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, CHP Konferanslar Serisi gibi farklı (ama devletin himayesinde cereyan eden) boyutlarda da ırkçılığın tezahürlerine rastlamak mümkün. Bu yüzden, Antropoloji Mecmuası’nın milliyetçi ideolojinin içinde barındırdığı ırkçı çehreyi görmek için kullanılan ‘tek dayanak’ olduğu söylenemez. Ama tek bir örneğin derinlemesine incelendiği doğru, ki bu da son derece anlamlı bir yöntemdir.
Aktar ortada bir örneklem sorunu olduğunu, Mecmua çevresine dahil olan kişilerin ırkçı ideolojinin mensupları olabileceğini ancak Kemalistlerin Türk milletine dahil olma kriterinin Türk ırkına mensup olmaktan geçtiğinin ileri sürülemeyeceğini söylüyor. Ne tür bir yayından ve ne tür bir çevreden sözettiğimizi, kitaptan özetle, kısaca anlatmak gerek. Derginin devlete birçok noktadan bağlı, sıkı bir ilişkisi vardır. Öncelikle, dergi bir üniversite yayınıdır. Derginin, üniversiteye yayını olması, tek parti dönemi düşünüldüğünde, antropoloji çevresinin devletle ilişkilerinin sıkılığına işaret eder. Mecmua’nın, makale yazarları ve idare heyetini (Fuad Köprülü, Şemseddin Günaltay, vb.), partiyle ve devletle ilişkileri ve ayrıca bürokrasisi içinde çalışan ‘memurlar’ olarak mazhar oldukları ‘hızlı terfileri’ de görmek gerekiyor. (s. 104-113). Derginin Maarif Vekâleti ile kurmuş olduğu bağlar da anlamlıdır. Bakanlar Mecmua’nın ‘Fahri Reis’leridir (Hamdullah Suphi, Reşit Galip, vb.). Verilen paye sembolik de olsa, bakanlığın dergiyi desteklediği, denetlediği ve onayladığı söylenebilir. ‘Fahri Reis’ unvanı İstanbul Üniversitesi rektörlerine ve Sağlık Bakanlarına da verilmiştir. Dergiye devlet tarafından verilen maddi ve manevi destek; askerlerin ve okul öğrencileri üzerinde çeşitli ölçümler yapılması; ve Afet İnan’ın doktora tezi gibi (64.000 kişiyi ölçmek, Milli Güvenlik Bakanlığı, Sıhhat Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’nı bilfiil ölçümlere memur etmekle başarılmıştır!) konular da önemli. (s. 92-97). 
Kitapta bu konuları ayrıntılandırıyorum ama Aktar bu hayati bilgileri gündeme getirmemeyi tercih etmiş.
Söz konusu ırkçı antropolojiye eğilimli çevre, milliyetçi özlemlerden bağımsız düşünmüyordu. Yapılan araştırmalar, önemsiz kişilerin şahsi gayretlerinden ibaret değildir. Antropoloji çalışmalarını devlet teşvik ediyordu ve bu bilimcileri devlete karşı görevlerini yerine getirmeleri için doğrudan doğruya görevlendiriyor ve yönlendiriyordu. (s. 113).
Gadre uğramışlık 
Ayhan Aktar “ölçümlerde ‘dolikosefal’ çıktığı için haksızlığa uğrayan bir vatandaşımız … hüzünlü bir türkü yakmaz mı?” ya da neden “Mazlum Dolikosefaller Cemiyeti kurulmadı” gibi açıkça dalga geçen sorular soruyor. Gerçekte yaşanan ayrımcılıklar ve mağdurların başına gelenler düşünüldüğünde tatsız ifadeler. Türklüğü Ölçmek’in çok temel bir vurgusu, ırk diye bir şey olmadığı ve dolikosefal kategorisinin de ‘bilimselci’ bir kurmaca olduğu. Aktar dolikosefal kategorisini ciddiye almış ve kitlesel hareket görmek istemişse de, söz konusu olan, bilimin ‘mutlak doğrular’ yaratacağına inanan milliyetçi çevrelerin, üstünlük-aşağılık pozisyonlarını yerleştirmek için başvurdukları bir yöntemdir. Bireylerin kimliklerini kafa ölçümüne göre tanımlayacaklarını varsaymak konuyu kasten çarpıtmaktır.
Aktar ‘Dolikosefaller’ diye muğlaklaştırsa da, bunların kim olduğundan bahsedersek yazıdaki kırıcı boyuttaki duyarsızlık daha iyi anlaşılır. Türk olmadığı önkabul olarak varsayılan grupların, dergideki makalelerde “Türk özellikleri taşımıyor” diyerek ötekileştirildiği tespit edilebilir. Örneğin, bir araştırmada, Şevket Aziz Kansu, iki kaşın arasındaki noktadan çeneye kadar olan uzunluğun Anadolu Türklerinde kısa olduğunu, öte yandan Ermeni, Kürt, Tatar ve Lazlarda daha uzun olduğunu, bu özellik yüzünden Türklerin evrimin daha üst basamaklarında olduğunu belirtir.
Kuraklık?
Bu araştırmayı yaparken üzerinde düşündüğüm bir konu da bu ırkçı dalgaya ne olduğuydu. 1925-39 arasındaki on dört yıllık sınırlı bir dönemi temel alan çalışmamda İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, tüm dünyanın ırka dayalı nefret ve şiddetin ulaşabileceği boyutlara dehşet içinde şahit olmasıyla, Türkiye’de de ırkçı bilimciliğin büyük ölçüde gerilediğini belirttim (1944 Irkçılık Turancılık davası da önemli bir duraktır). Bence bu yeterince ciddi bir kesinti yaratır. Fakat, burada ırkçılık yeryüzünden (ya da Türkiye’den) silindi gibi bir şey söylememeye de özen göstermek gerekiyor. Nitekim, kitabımın son bölümünde şöyle diyorum: “…dünya genelinde daha derinlerde akmayı sürdüren, biyolojik ırkçılıkla yer değiştirmiş bir ‘kültürel ırkçılık’ çıkmaktadır karşımıza. … Türkiye’de de … milliyetçi ideolojinin, daha örtük de olsa ırkçı tutumlar, yaklaşımlar ve 
hatta davranışlar sergilediğini iddia etmek mümkündür.” (s. 182-3).
Bilimsel hata
Aktar, Günay Göksü Özdoğan’dan aktardığım ifadeleri bulamadığını belirtmiş. Turan’dan Bozkurt’a: Tek Parti Döneminde Türkçülük adlı kitabın 10 ve 11. sayfalarında bu ifadeler gerçekten yok. Ama ‘a.g.e.’ neydi diye merak edip eserin adının ilk geçtiği yere bakan kişi, sadece bir sayfa önce, 52. sayfada, yaptığım atıfın Özdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ne sunduğu teze olduğunu görecektir. Aynı kısım kitapta da var: “Bu akım [Pan-Türkçü ve ırkçı söylemi olan Türkçülük], Türkiye Cumhuriyeti halkı arasında ırk ayrımı yaparak safkan Türk soyundan gelenlere üstünlük tanıyordu. Ayrıca safkan Türk ırkından olmayı başarılı önderliğin ölçütlerinden biri sayıyordu.” (a.b.ç., s. 14). Aktarımda sorunsuz.
Mete Tunçay’a atıf, Aktar’ın belirttiği gibi, benim kitabımın 53. sayfasında değil 75. sayfasında (bir hata olacak). Fakat, Aktar’ın eleştirisi haklı, söz konusu ifadeler gerçekten de 40. sayfada değil. Çok olası ve (Aktar’ın başına gelmiş) yaygın bir baskı/dizgi hatası sonucu sayfa numarası 240 yerine 40 yazılmış. Aktar, eğitimle ilgili bölüme 
baktıysa (‘Yazı Devrimi ve Eğitim’, s. 232-241) benim atıfta bulunduğum cümleyi 240. sayfada görmeliydi: “Geleneksel dinsel eğitim yerine, laik bir ulusal eğitim yaratılmaya çalışılmış; fakat Türk ulusçuluğunun, eğitimde önemli bir öğesi ırkçılık olmuştur.” Ortada ‘nahoş’ denilecek 
bir durum yok.
Recep Peker’in İnkılâp Dersleri’ne atfen söz ettiğim kan birliğine verilen önem, bir sonraki dipnotta da görüleceği gibi, benim değil Hikmet Tanyu’nun yorumudur. Fakat, Aktar’ın talep ettiği gibi İnkılâp Dersleri’nden alıntı yapacak olsaydım, herhalde şu bölümler tatminkâr olurdu: “… en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya baturluk örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay 
Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyordu.” (s. 5-6).
Hesaplaşma:
Özdoğan’ın çalışmasıyla hesaplaşmadım, çünkü bu iki çalışmanın birbiriyle uyumlu olmadığı yorumuna katılmıyorum. Bana göre Özdoğan’ın önemli vurgularından biri “Irkçı-Turancı görüşlerle 1940’ların Kemalist resmi çevrelerinin Türk ulusçuluğu arasında iddia edildiği gibi karşıtlıktan çok aynı kaynaktan [Türkçülük] beslenen bir ilişki” olduğu (s. 16). Bu iddiaya 
katılmamak elde değil. Ayrıca Özdoğan’ın “1931’de tek-parti yönetiminin konsolide olması ile birlikte CHP’nin nezareti ve himayesi dışında siyasal ‘eylem’in gerçekleşmesi mümkün olmamış[tır]” (s. 17) saptaması da ırkçıTurancı hareketin dahi devletten bağımsız olamayacağını son derece akılcı bir şekilde vurguluyor ve iki inceleme arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Bir tarafta devlet tarafından müsamaha gören ırkçı 
bir çevrenin çıkardığı dergiler var; diğer tarafta devletin bizzat müdahil olduğu akademik bir yayın…
İkinci ve daha önemli konu da ‘hesaplaşma’ kavramının kendisi. Bilimsel araştırma, pozitivist bağlamda, çizgisel ilerleme (bir sonraki, bir öncekinden iyidir) fikriyle özdeş değildir. Ortada bir savaş, ya da taht mücadelesi yok. Benzer dönemler üzerinde araştırma yapan insanlar, bu alana katkıda bulunmaya çalışıyor. Yapılan işlerin kıymetini zaman gösterecektir; birilerini karalayıp öne atılma çabası değil. Üzerinde durmayı kitap bağlamında gereksiz bulduğum hâlde, Aktar’ın (kitabımdan çok) şahsıma yönelttiği asabiyetini açıklamak adına Ayhan Aktar’ın Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları adlı kitabındaki ‘1934 Trakya Yahudi Olayları ve Türk Milliyetçiliği’ adlı makalesine değinmeliyim: “Tek Parti Dönemi’nde ırkçılığın ortaya çıkabilmesi için sosyolojik açıdan gerekli ve yeterli şartlar Türkiye’de yoktu. Irkçılığın devlet politikası hâline gelebilmesi için gerekli şart, önce ırkçılığın antropolojik ve felsefi geleneğinin oluşması sonucunda ortaya çıkar. Bu da bir tek ırkçı düşünürün ömrüne sığacak şey değildir. Yani, önce dünyadaki ve ülkemizdeki 
ırkları sözde ‘bilimsel’ bir biçimde ölçüp biçerek tasnif edeceksiniz; ondan sonra da kendi ırkınızın üstün meziyetlerini bu işin felsefesini de yaparak ispat edeceksiniz.” 
(s. 89-90). Korkarım esas mesele, araştırmamın Aktar’ın
‘Kemalizmde ırkçılık yoktur’ yargısına ciddi bir karşıtlık oluşturması.
Haddinden fazla güven Ayhan Aktar’ın kişisel ithamlarına da bir parça değinmem gerek. Ne kendime haddinden fazla güveniyorum ne de her şeyin kendimle başladığını zannediyorum. Minnet borçlu olduğum ve görüşlerine saygı duyduğum onlarca insan var. Aktar bu kanıya nasıl vardı, anlamak imkânsız. 
Kişisel saldırıya varan bir üslupla aşağılamaya çalışan, kendince yüzüme karşı kahkaha atma arzusu duyarak, saygı sınırlarını katbekat aşan ve son derece cinsiyetçi bir dörtlük zikrettikten sonra araştırmamın sözde zayıflığından ilham alarak ‘hasara hakaret katan’ bu yazıyı hem metodolojik ve mantıksal zaafları için, hem de nazik bir tarihsel-kültürel soruna karşı (mağdurları rencide eder şekilde) duyarsızlık ve saygısızlık örneği olarak, aydın ve bilimsel çevrelerin dikkatine sunmak istiyorum.

http://www.radikal.com.tr/kitap/ayhan-aktara-cevap-857278/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın