Adalar, Zahrad’a, Troçki’ye, Can Yücel’e ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya hak ettikleri müzeleri ve etkinlikleri sağlamayı başarırsa, ülkenin tarihi için daha iyi bir başlangıç olur.
Vartan Halis Yıldırım
1912 yılında Büyükada’da bulunan Şakir Paşa Ailesi’nin hikâyesini anlatarak başlayan dizinin yayınının durdurulması, Troçki’nin sürgün Büyükada günlerine dair MİT raporunun açılması ve bir Kınalıada sakini olan Zahrad’ın 1997’de Yerevan Radyosu’ndaki kaydının yayınlanması, birkaç gün içinde gerçekleşen ve Prens Adaları’nı mekânsal olarak içeren bir olaylar zinciri. Bu üç hikâyede, Prens Adaları’nın ev sahipliği yaptığı kişilerin ya da olayların merkezinde yer alan gelişmeler söz konusu.
Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki onu yakalamak aslında mümkün değil. Günümüzün Zenon paradoksu, yakaladığını sandığın bir haberle aynı anda gündemin gerisine düştüğün ve asla onu gerçekten yakalayamadığındır. Bu döngüyü kıracak olan ise toplumsal bağlar ve siyasal dinamikler üzerinden konulara yaklaşabilmektir.
PRENS ADALARINA DAİR
Bizans’ta gözden düşen prenslerin sürgün yeri olması nedeniyle ‘Prens Adaları’ olarak bilinen bu adalara dair kayıtlara geçmiş ilk sürgün, Ermeni Piskoposu I. Nerses’in (329-372) Bizans İmparatoru Konstantin tarafından Büyükada’ya sürgün edilmesidir. 803 yılında Ermeni General Vardanis, İmparator I. Nikiforos’a karşı bir isyan girişiminde bulunmuş, ancak bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun ardından Kınalıada’ya (Proti) sürgün edilmiştir. Burada, daha önce mevcut olan bir manastırın kalıntıları üzerine kendi manastırını inşa ederek keşiş hayatı sürmüştür. Ancak imparatorun emriyle gözlerine mil çekilerek kör edilmiştir.
Adalar, manastırlarıyla uzun süre din adamlarının inzivaya çekilip yaşamlarını sürdürdüğü bir yer olmuştur. Aynı zamanda Rum balıkçıların ve çobanların yaşadığı bir bölge olarak da bilinmektedir.
Adalara ulaşımın vapurlarla mümkün hâle gelmesinden sonra nüfus yapısı değişmeye ve artmaya başladı. 1846 yılında adaya ilk vapur seferi başladı. Büyükada’nın nüfusu, 1840’tan 1865’e kadar 3,5 kat artarak 6.000’e ulaştı. Aynı dönemde, Rumların çoğunlukta olduğu diğer adaların aksine, İstanbul’a en yakın ada olan ve bu nedenle ‘Proti’ adını taşıyan Kınalıada, Ermeni nüfusun çoğunlukta olduğu bir yer hâline geldi. Bu çoğunluk, önce Anglikan-Protestan mezhebine mensup Ermenilerin, daha sonra ise Gregoryen Ermenilerin adaya yerleşmesiyle oluştu.
ŞAKİR PAŞA VE AİLESİ
İstanbul’un sahil kesimindeki yalıların mekânsal olarak paylaşılması ve şehrin iç kesimlere doğru büyümesi, aynı zamanda adaları Müslüman Türk nüfusu için de alternatif bir yerleşim yeri hâline getirdi. Ancak adalara taşınmak, nüfuzlu aileler için bir sınıf düşüşü anlamına geliyordu; İstanbul’u terk edip adalara gitmek, statü kaybıyla eşdeğer görülüyordu. Şakir Paşa’nın ailesi için de durum farklı değildi.
Abisi sadrazam, kendisi korgeneral olan Şakir Paşa, devletin zirvesinde yer almış; ancak zamanla ailesi, ekonomik girişimlerde başarısız olup çöküşe sürüklenmişti. Aile içindeki gerilim, anlamsız bir çiftlik geliri yüzünden baba ile oğul arasında bir kavgaya dönüşmüş ve babanın ölümüyle son bulmuştu. 20. yüzyılın başında paşaların sosyal statülerini hızla kaybetmeleri, ticaret ve ekonomi konusunda yetersiz kalmaları, çoğunu sivil hayatta daha da zor bir duruma düşürmüştü.
Şakir Paşa ailesinin bu bireysel kaderi, aslında devlet bürokrasisinin ortak korkusunu yansıtıyordu. Ekonomik alanda tecrübeli olan Ermeni, Yahudi ve Rumlarla ortak girişimlerden kaçınan Osmanlı bürokratları, devlet aracılığıyla elde ettikleri zenginlikleri ticari başarıya dönüştürememişlerdi. Bunun yerine, ekonomide güçlü konumda olan Hıristiyan ve Yahudi tüccarların mallarına ve olanaklarına göz dikmişlerdi. Devlet bürokratları, ticaret ortaklarını tercihen Müslüman Türk nüfustan seçme eğilimindeydi ve bu yaklaşım, ilkel sermaye birikiminin en korkunç aşamasına, 1915’e adım adım yaklaşıldığını gösteriyordu. Osmanlı paşaları ve devlet erkanı, sosyal statü kaybetme ile karşı karşıyaydı ve demokratik her türlü eylemden nefret ediyorlardı, 1908 devrimi onların gözünde bir kabustu.
Avrupa’da 1848’den sonra burjuvazi, kitlesel işçi hareketleriyle karşılaştığında eski rejimle uzlaşarak iktidarını kurmuş ve pekiştirmeye çalışmıştır. Eşitsiz ve bileşik gelişim dinamikleri doğrultusunda, kitleler demokratik taleplerini ileri taşıyabildiği ölçüde etkili olabilmiş, yenilgileri ise bu talepleri devlete ve burjuvaziye teslim etmeleriyle başlamıştır. 1908 Devrimi’nin taleplerinden ürken İttihat ve Terakki, askeriye ve bürokrasiyi modernleştirmeye çalışırken, toplumsal değişim ve eşit vatandaşlık isteyen kitleleri, Ermeniler ve Rumları bilhassa, baskı altına alarak hatta fiziksel olarak yok etmeye yönelmiştir. Bu konuda yakın örnek olabilecek Junkerlere bakabiliriz. Junkerler, özellikle doğu Prusya ve Brandenburg’da büyük topraklara sahip soylu sınıfıydı ve hem askeri hem de bürokratik alanlarda güçlü bir konuma sahiptiler. Prusya Ordusu’nun belkemiğini oluşturan bu sınıf, militarist ve muhafazakâr, Weimar Cumhuriyetin’de sınıfsal konumunu ve imtiyazlarını kaybetmeyle karşı karşıya kaldığında, yükselen Hitler Faşizminin destekçisi konumuna geçmişti. Yani Şakir Paşa ve ailesi hikayesi, (Diziden bağımsız olarak) geçmişindeki ihtişamına bir daha kavuşamayacak bir çok Osmanlı paşasının kaderini ve onların korkularını anlatıyor. (Almanya ve Osmanlının farklı toplumsal yapılardan gelmelerine rağmen ve aynı süreçlerin içine girmeleri, birbirinden farklı olarak ortaya çıkan Paşa ve Junker’leri birbirine yakın kılıyor. Hem Yeniçeri, hem de Samuray sonrası Osmanlı ve Japon askeriyesi için Prusya ordu modeli örnek model olarak kullanılmıştır.) Adaların, statüsünü kaybeden bir paşanın, sürgüne gönderilen Bolşevik devrimcinin ve modern Batı Ermenicesinin önemli bir şairinin mekansallığını yapması, oranın konumu ve tarihiyle alakalı tabii ki.
ZAHRAD
Kınalıada’da Can Yücel ile komşu olarak da yaşayan şair Zahrad, Ekim 1997’de resmi bir davetle, ünlü şair Yeğişe Çarents’in 100. yıl jübilesi için Erivan’da düzenlenen kutlamalara katıldı. Geçen cumartesi ise, Ermenistan Kamu Radyosu’nda yayınlanan ve şairliğe nasıl başladığını Ermenice anlattığı kısa bir kayıt, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan tarafından Türkçe bilen okurlara sunuldu . Bu kayıtta Zahrad (Zareh Yaldızcıyan), şiire 1943’te başladığını ve o dönemde Yeğişe Çarents’ten etkilendiğini belirtiyor. O tarihte, yazar Zabel Yesayan gibi şair Yeğişe Çarents’in de Stalinist siyaset tarafından öldürülmesinin üzerinden sadece birkaç yıl geçmişti ve kaderleri hakkında hâlâ çok fazla bilgi yoktu. Zahrad, ilk şiirinin Yıldız, sonraki şiirinin ise Bulutlar adını taşıdığını söylüyor. Ancak editörünün “Toprağa in, insanlardan bahset” uyarısıyla şiirlerinde içeriksel bir dönüşüm yaşadığını ifade ediyor.
Şimdi, Zahrad’ın toprağa ve insana dokunan (Kınalıada’nın idari birim olarak bir mahalle olduğunu da hatırlayarak) bir şiirine göz atalım
Ben mahallemin şairiyim
Dilim yoksul mahalleli kadar
Şiirlerimin tek zenginliğini
Mahallelinin dertleri oluşturur
Severim mahallemin sakinlerini
Onlar kör – dolunayı göremeyecek kadar
Sağır – meltemin şarkısını duyamayacak kadar
Dilsiz onlar
Yarınlarına ilişkin konuşamayacak kadar
Oysa ben yoksul dilimle Orpheus gibi söyleyebilirim
Çünkü resimlerimde mahallelinin düşleri var
Renk renk düşleri
Işıl ışıl düşleri
Dostlar – yeni doğanlar gibi kapamayın gözlerinizi
Her mahallenin kendi düşü var
Her insanın kendi düşü
Göreceksiniz – gün gelecek
Gerçeğe dönmüş olacak her şey
Sadece şairler değil – bütün insanlar
Daha gür şarkı söyleyecekler hep bir ağızdan. (Çeviren: Ohannes Şaşkal)
Lal Laleş şu noktaya dikkat çekiyor : ‘’Hatırlayalım: İstanbul’da doğmuş ve bütün ömrünü burada geçirmiş, Ermenice şiirin büyük şairi Zahrad’dan ne ‘iktidar İstanbul’un, ne ‘hegemonik dil Türkçenin’ haberi olmuştur yıllarca…’’
TROÇKİ
Troçki, İstanbul’daki dört yıllık sürgün süresinin önemli bir bölümünü Büyükada’da geçirdi. Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti’nin (MAH), bu döneme dair raporları geçen hafta açılınca oldukça önemli bilgilere ulaşma imkânı doğdu . Troçki’nin izlenmesinde MAH ve Sovyetler Birliği İstihbarat Servisi’nin (GPU) bir uzlaşı içinde olduğu, birbirlerinin haber kaynaklarından faydalanmak istedikleri ve karşılıklı bilgi alışverişinde bulundukları ortaya çıktı. Rapor, 1940 yılında Stalinist bir ajan tarafından Meksika’da öldürülecek olan Troçki’nin etrafındaki ajan ve ihbarcılar ağının, daha İstanbul’dayken ne kadar derin olduğu konusunda bize önemli bir fikir veriyor.
Başta Zahrad olmak üzere, Ermeni aydınlarının ve toplumun sesini duymak istemeyen ve bunu bastıran devlet, Lal Laleş’in de belirttiği gibi, iş bilgi almaya gelince farklı bir tutum sergilemiştir. Troçki’nin çevresinden bilgi toplayabilmek için Ermenice bilen birini görevlendirmiştir.
İsmi silindiği için sadece ‘Efendi’ olarak anılan ve bu nedenle erkek olduğunu bildiğimiz bu kişi hakkında başka bir bilgiye rastlanmasa da, Ermenilerle ilgili dikkat çekici bilgilere ulaşmak mümkündür.
Raporda Fındıklı’da kömür deposu sahiplerinden Arşaığ’ın karısı Arşakuhi’nin, Şahverdiyan tarafından Yunanistan’a davet edildiğinin ve bu kadının daha önce Şahverdiyan nezdinde kâtiplik yapmış olduğunun bildirildiğinden bahsediliyor. Arşaığ (Arşag) ve Arşakuhi hakkında kısa sürede bir bilgiye ulaşmak mümkün olmadı. Ancak Şahverdiyan hakkında dikkat çekici bir kayıt mevcuttur : “Ayrıca Yunanistan’dan toplu göçler, 1932 yılında gerçekleşmişti… Yunanistan’daki göçleri Şahverdiyan adında bir Ermeni organize etmişti. Kendisi, 2.000 Ermeni’nin göçünü düzenlemek üzere Fransa’daydı.”
Yani, Şahverdiyan, Yunanistan’a göç etmiş Ermenilerin oradan Fransa’ya gitmesi için girişimlerde bulunan bir kişiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde, İstanbul’da hayatta kalan Ermeni ve Rum nüfusunun sistematik olarak göçe zorlanmasıyla, bu grupların sayısı önemli ölçüde azalmıştır. Büyük ihtimalle, Şahverdiyan da bu göç dalgasına katılmak zorunda kalanlara yardım etmiştir.
Bu bağlamda, 2001 yılına ait Atina’daki bir başsağlığı mesajı da oldukça ilginçtir. Çünkü bu mesajda yalnızca Şahverdi ailesinin değil, aynı zamanda Balyan ailesinin ismi de geçmektedir. İstanbul’un önemli mimar ailelerinden biri olan Balyan ailesinin üyeleriyle bir bağlantıları olma ihtimali oldukça yüksektir. Tabii ki, soykırım, göç ve geçmişi unutma girişimleri arasında bu tür bağlantıları kurmak çoğu zaman kolay değildir. Büyükada’daki akrabalarının izini bulamayan biri olarak bunu biraz da kişisel deneyimlerimden söylüyorum.
Troçki, adadaki izolasyonundan bahseder ve yalnızca adadaki bir Rum balıkçı, Haralambos Davula ile arkadaşlığını yazar. Bolşevikler içinde, Troçki, Lenin ile birlikte Ermenilere en yakın duran iki önderden biriydi. Troçki’nin ailesi de adada yaşıyordu. Belki de ailesi, çevresindeki Ermenilerle – alışveriş yaptığı yerlerde çalışanlar, terziler, doktorlar vb. – ilişkiler kurmuş olabilir. Devlet ise refleksif bir şekilde Ermenileri olağan şüpheli olarak görüp takibe almış, buna karşın Sovyetler için çalışan polis Salih’i dikkate bile almamıştır.
Adalar, kendi tarihindeki Zahrad’a, Troçki’ye, Can Yücel’e ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya hak ettikleri müzeleri ve etkinlikleri sağlamayı başarırsa, belki de hem adaların hem de ülkenin tarihini daha iyi anlayabilmek için bir başlangıç yapılmış olur.
Bağlantısız, sadece momenti yaşattıran, geçmişi bugünden kopartan bilinç, bizi haberlere boğarak, ne yaşadığımızı anlamamızın önünde bir engeldir. Birbirini takip eden en son güncel haberler, bir öncekinin anlaşılmasına, zorunlu kıldığı adımları atmaya fırsat bırakmadan, yeni haberleri bekleme tutumuna dönüşüyor. Siyasal bilinç ise kavramlarıyla ve onun adımlarıyla gündeme yaklaşır, anlaşılır kılır. Şu anki durumda ihtiyacımız olan ise kavramlardır, bu da bizi iktidarın her hamlesine şaşırmış olmaktan kurtarabilir. Nasıl bu durum devletin ve yönetici sınıfın gücüne dayanarak ortaya çıkarılıyor ise, buna karşı da ancak kolektif bir karşı duruş olabilir.
Yorumlar kapatıldı.