İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihin melekleri: Yayalarımız

PARRHESİAPAR

İstanbul dışında doğan yayaların Ermenice ile ilişkileri de son derece ilginçti. Bazıları hiç Ermenice öğrenmemişken, bazıları yerel lehçelerinde konuştukları için ayıplanmışlardı. Özellikle İstanbul Ermenicesinin ideal ve hatta Ermenicenin en güzel versiyonu olduğuna ilişkin yanlış bilinç, bilinen yerel lehçelerin de hızla kaybolmasında aktif bir rol oynamıştı. Diasporada yaşayan arkadaşlarımızın yayalarının hikâyeleri ise, bizlerin hikâyelerinden farklı. Gerek Kilikya bölgesinden göç eden ve Halep-Beyrut hattında yaşayan Ermenilerin, gerek ABD’ye göç edenlerin yayaları, Türkiye’de kalanların yayalarından farklı hikâyeler taşıyor.

TALİN SUCİYAN

Parrhesia Kolektifi olarak bir süredir, ‘Kov Kovi’ [Yan Yana] ismini verdiğimiz çevrimiçi toplantılar düzenliyoruz. İki aydır, bu toplantıların konusu büyükannelerimizin, yayalarımızın hayatımızdaki yeri. Aramızda 20’li yaşlarının başlarında olan kadın arkadaşlarımız da var; dolayısıyla yayalarımız farklı nesillere mensup. Böylelikle, 1915’ten bugüne yayalarımızın bizler için neler ifade ettiği üzerine yeniden düşünme, onların hayatlarımızdaki yerini yeniden değerlendirme fırsatı buluyoruz.
Walter Benjamin, Paul Klee’nin meşhur eseri ‘Angelus Novus’u “tarihin meleği” olarak nitelendirir. Benjamin’e göre, tarihin meleği geri dönüp baktığında üst üste yığılmış bir felaketler zincirine tanıklık eder. Ancak modernitenin, ilerlemeciliğin rüzgârı o kadar hızlı esmektedir ki, durup o parçalanmışlıkları bir araya getiremez. Rüzgârın hızı onu ileri savurmaktadır. ‘Angelus Novus’, başına gelen felaketler karşısında donup kalmıştır.

Yayalarımızın her birinin tarihin melekleri olduğunu düşünmemiz için çok sebep var. Onların yaşadıkları felaketler karşısındaki donmuş kalmış hâlleri, başlarına gelenleri konuşamama üzerine kurulmuş hayatları, Benjamin’in ‘tarihin meleği’ tanımına tam olarak oturuyor. Özellikle 1915’ten sonra İstanbul dışında, ‘kavar’da doğup büyümüş yayaların torunlarıyla ilişkilerinde nasıl bir Ermeni kimliği temsil ettiklerini yeniden konuşmak, bugün onların geride bıraktıklarını anlamamıza yardımcı oluyor. Önümüzdeki haftalarda bu köşede genç kadın arkadaşlarımızın yayalarının hikâyelerine bu köşede yer verebilmeyi umuyoruz.

İstanbul dışında doğan yayaların Ermenice ile ilişkileri de son derece ilginçti. Bazıları hiç Ermenice öğrenmemişken, bazıları yerel lehçelerinde konuştukları için ayıplanmışlardı. Özellikle İstanbul Ermenicesinin ideal ve hatta Ermenicenin en güzel versiyonu olduğuna ilişkin yanlış bilinç, bilinen yerel lehçelerin de hızla kaybolmasında aktif bir rol oynamıştı.

Diasporada yaşayan arkadaşlarımızın yayalarının hikâyeleri ise, bizlerin hikâyelerinden farklı. Gerek Kilikya bölgesinden göç eden ve Halep-Beyrut hattında yaşayan Ermenilerin, gerek ABD’ye göç edenlerin yayaları, Türkiye’de kalanların yayalarından farklı hikâyeler taşıyor. Bu köşede konuk yazarlar ağırlamayı ve onlara da yer verebilmeyi umuyoruz.
Bir de bugün 40’lı- 50’li- 60’lı yaşlarını idrak edenlerin yayaları var ki, onlar da 1915 dönemine doğmuş kadınlar olarak bambaşka bir gerçekliğin temsili olmuşlardı.

Cizim: Tamar Gürciyan
Cizim: Tamar Gürciyan

Erzurumlu yayam İskuhi, annemin annesi, böyle bir kadındı. Bildiğimiz kadarıyla 1915’te doğmuştu. Hangi şartlarda İstanbul’a geldiğini bilmiyorduk. Bir ikizi vardı, ancak ölmüştü. Bütün ailesi Erzurum’dan Irak’a sürülmüş, orada Müslümanlaşarak yaşamak zorunda kalmışlardı. Babası dâhil, ailesinin önemli bir kısmı tamamen yok olmuştu. İskuhi, annesi Satenik’le İstanbul’a geldiklerinde, muhtemelen ‘kağtagayan’larda (hayatta kalan kadınlar ve çocukların sığındıkları merkezler) yaşamıştı.

İskuhi’nin babası olmadığını, yetim olduğunu bile şu güne kadar dillendirmiş değildim. Kendisi gibi bir diğer hayatta kalan olan Istepan ile evlendirildiğinde, Istepan’ın ilk işi İskuhi’nin ismini Silva yapmak olmuştu. Bu keyfî isim değişikliğini hiç mesele etmemiş olmamız ne kadar garip… İskuhi, hayatının ipleri elinde olan bir kadın değildi. Hayatta kalmıştı ancak kendiyle ilgili referansları, içinden çıkılmayacak kadar karmaşıktı. Ne kendine ne kızlarına, ne torunlarına bir kadın, anne, büyükanne olarak sahip çıkabilme, gereğinde onların yanında olabilme, kocasına karşı kendini ve çocuklarını savunabilme, onların dayanağı olabilme, haksızlığa uğradıklarında onlara kol kanat gerebilme becerilerine sahipti, çünkü kendisi de muhtemelen başka bir felaketin, adını koyamadığı ama hayatı boyunca taşıdığı bir felaketin beden bulmuş hâliydi.

Öte yandan, erkeklerin yokluğunda ailenin direği olmak da onlara düşmüştü. Onun nesline mensup yalnız kadınların torunlarının hayatımızdaki yeri hakkında düşündüğümde, kaçınılmaz olarak aklıma, onların bizim hayatlarımızdaki felaket temsilleri olduklarını, bazen hiç konuşmasalar da, hafızalarımıza kazınan, camın önünde uzun uzun dışarıyı seyreden görüntülerinin, bizlere bir ömür felaketin hatırlatıcısı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Onlar tüm hayatlarıyla kaybettikleri bir hayatın, ailenin, evin, memleketin ve belki kendilerinin yası olurken, bizlerin hayatlarında ve hafızasında çok güçlü ama bir o kadar da zor bir mirasla özdeşleştiler – onları anlama, onlara hayatımızda yer verme, onların anısını onlara layık olabilecek şekilde onurlandırabilmeye ilişkin bir miras…

Tüm bunları ve daha fazlasını, 2 Nisan’da Lara Aharonian ile tartışacağımız bir webinar düzenleyeceğiz. Lara Aharonian Beyrut’ta doğup büyümüş, Kanada’ya göç etmiş, uzun yıllar orada yaşadıktan sonra çocuklarıyla ve eşiyle Yerevan’a, yerleşmiş özellikle kadına yönelik şiddete karşı değerli çalışmalarıyla tanıdığımız bir kadın aktivist. Parrhesia Kolektifi olarak onunla yayasından ona kalanları ve diasporada doğup büyüyen bir kadın olarak Ermenistan’daki kadın hakları mücadelesini konuşacağız. Parrhesiapar köşesinin takipçilerini webinarımızda aramızda görmekten mutluluk duyacağız.


Agos

Yorumlar kapatıldı.