İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Halatın ucunda bir hayat

Fatih Türkmenoğlu

Ahmet, Mersin’den bütün dünyaya açılıyor. Dünyanın birçok şehrinde, çok önemli sanat festivallerinde yer alıyor. Seyahat ediyor. Bilinen koleksiyonerleri atölyesinde ağırlıyor. Doğup büyüdüğü, sanatını şekillendirdiği, beslediği Mersin’den başka bir şehirde yaşamayı hiç düşünmüyor. Mersin’den tüm dünyaya ulaşıyor. Tüm dünya da ona…

O bir illüzyonist, kışkırtıcı bir duygu coşturucusu, çok cesur bir rüya provokatörü. Kendine “ressam” diyor; inanmayın. Ahmet Yeşil, soyadındaki tek renge inat, tüm renkleri, hatta renklerin hayal bile edilemeyen bütün tonlarını canlandıran bir büyücü. Paralel dünyaların kapılarını hiç üşenmeden açan bir rehber. İnsanı oradan oraya sürükleyen bir bilge.

O, Mersin’de doğup, orada yaşayan; ama bütün dünyayı izleyip kendini de tüm dünyaya izlettiren bir meraklı turşucu.

Hayatın köşe başlarında az gidilen yolu seçebilen bir cesaret timsali. O, seçtiği az gidilen yolda korkmadan yürüyen bir mangal yürek…

Adı: Ahmet Yeşil.

Mersin deyince akla, tamam şimdi buldum!

Hemen onun adı gelir: Yeşil, Yeşil Yeşil!

Canım benim.

Otuz sene kadar evvel, o zaman çok daha küçük olan atölyesinde tanıdım. O yaz akşamında, cılız ampulün aydınlattığı salonda, onun kocaman kalbi ve eserleri, ok gibi yüreğime saplandı. Öyle bir sarıldık ki; aradan otuz sene geçti. Otuz kere, belki de elli kere daha görüşüp, doyamadık…

Efendim olay şöyle gelişti: Atıf Yılmaz bir Mersin belgeseli çekiyordu. Ben de belgeselin çekim hikayesini yazmak, usta sinema adamıyla da bir röportaj yapmak üzere Mersin’e gittim. Tüm ekiple çok hızlı kaynaştım. Hatta fırsattan istifade, belgeseldeki “genç gazeteci” rolünü de bana oynatmışlardı. Çok keyifli bir hafta geçirmiştik. Aynı zamanda da çok çalışmıştık.

Sabahın erken saatlerinde çekimler başlardı. Atıf Hoca’nın bağırıp çağırmayan bir disiplini vardı. Çekimler sonrasında da, Hoca set ekibini Mersin’in usta yazar, çizer ve sanatçılarıyla tanıştırıyordu. Bir gece, “Ressam Ahmet Yeşil’in atölyesine gideceğiz” dediler.

O kocaman dünyayı, işte o gece tanıdım. Normalde bir, iki saat süren sohbetler, o gece belki on saat sürdü. Ahmet herkesi resmen büyüledi. Yaşamı da, dünyayı algılama biçimi de bambaşkaydı. Kaderiyle adeta raks eden bir yaşam sihirbazıydı…

Mersin’in portakal bahçeleri başkaydı

1954 yılının yılbaşı gününde, altı çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak Mersin’de dünyaya geldi. Babası narenciye işi yapardı. Satın aldığı narenciye ürünlerini paketleyip iç ve dış dünyaya satardı. Annesi de bilinen, sevilen bir terziydi.

O zamanki Mersin, dünyanın en güzel, en renkli şehirlerinden biri. Plansız, hazırlıksız göçlerle büyümemiş, bugünlerin çok çok uzağında. Limonluklar, portakal bahçeleri, yemyeşil yaylalarda kiraz ağaçları, masmavi bir deniz, tekneler, şilepler…

Hepsinden önemlisi de dünyanın tüm insanları bir arada…

  • Çocukluğumun Mersin’i bir insan cennetiydi adeta. Rum, Yahudi, pek çok milletten ve dinden insan bir aradaydık. Biz altı kardeş; üç kız, üç erkek; çok mutlu bir çocukluk geçirdik.

  • Ne oldu şimdi peki?

  • Mersin plansız büyüse de, insani değerlerini çok yitirmedi bence. Ama benim çocukluğumdaki insan zenginliği bambaşkaydı. Böylesine sosyolojik bir zenginlik içinde, insan evrensel kültüre daha açık bir yapı geliştiriyor.

Komşulardan biri, Lemiz Teyze, bir ressam. Futbola meraklı afacan Ahmet, bahçede top peşinde koşmadığı günlerde, Lemiz Teyze’yle atölyeye, sergilere gitmeye başlıyor. Ressam aletleri, boyaları, tuvalleri ilgisini çekiyor yavaştan. O ilk çengel atılıyor, ilk ipler bağlanıyor adeta…

Okulun yaramaz çocuğu

Okula başladığında, biraz sert bir öğretmene denk geliyor. Şahane bir başlangıç değil, dişliler pek yerine oturmuyor. Biraz yaramaz bir öğrenci, disiplin cezası aldığı için hafta sonlarını da okulda geçiriyor genelde. Hatta bir sene sınıfta bile kalıyor.

Dördüncü sınıfta, yaptığı resim yüzünden okuldan atılma tehlikesiyle karşı karşıya geliyor. O çocuk dünyasında son derece naif bir yerden baktığı resim, neredeyse akademik hayatının sonu olacak. Resimde kalabalıklar var: Erkekler, kadınlar ve çocuklar. Hepsi ‘nü’. Öğretmen küplere biniyor. Ahmet’i evire çevire dövüyor.

Tabii devir başka bir devir, öğretmenler bambaşka bir nesil…

Öğretmenin bir elinde resim, diğerinde salya sümük ağlayan Ahmet, sinir içinde müdür odasına giderlerken, başka bir öğretmenle karşılaşıyorlar. Diğer öğretmen olanlarla ilgileniyor, resme bakmak istiyor. Ne olduysa, ne konuştularsa, asıl sınıf öğretmeninin sinirleri yatışıyor.

  • Ne oldu o günden sonra peki?

  • Bana resim ödevleri vermeye başladılar. Ben de bana söyledikleri konuları resmettim. Panolara asıldı resimlerim. Öğretmenlerden övgüler almaya başladım. Resim yeteneğim sayesinde parlak bir öğrenci oldum, ilkokulu birinci olarak bitirdim…

  • Sonrasında da okul başarın devam etti mi?

  • Başarılı bir öğrenci oldum. Derslerim hep iyi oldu. Ortaokuldaki resim öğretmenim, ilk haftadan itibaren beni fark etti. Yönlendirmeye başladı. Bana özel resimler yaptırır, farklı konularda çalışmamı sağlardı. Hiç unutmuyorum, bir keresinde kontrast renklerden bir resim yapmıştım, çok hoşuna gitmişti.

  • Ressam olma fikri oluşmaya başlamış mıydı?

  • Yok, daha değil. Futbola çok meraklıydım. Okulun futbol takımına seçildim. Mersin’in genç takımına da seçildim lisedeyken; ama annem gitmeme izin vermedi. Fen Lisesi’ne gitmek istiyordum. İdealim de doktor olmaktı. Rahatsızlığımla birlikte bir kırılma noktası yaşadım…

Hayat bu, her an kırılır

Evet, hepimizin hayatı her an kırılabilir. Kaç kere de kırılmıştır.

Öyle değil mi?

Ahmet’in hayatı, 18 yaşında kırıldı. Filmlerde siyaha düşülen sahneler gibi bir andı. O sessizliğin ağır bir çığlık gibi kulakları çınlattığı anlar gibi bir karanlıktı. Dünya, simsiyahtı.

  • Ne oldu?

  • Benim karşıma bir yol ayrımı çıktı sadece… Liseyi yeni bitirmiştim. Çok sıcak bir yaz günü. O upuzun günler… Arkadaşlarımla top oynardım. Sağlık hizmeti alırken bir yanlış dokunuş, bir daha yürüyemez oldum. .

  • O kadar mı?

  • İnan bana o kadar. Sonrasında doktorlar, seneler süren hastaneler, fizyoterapistler… Dedim ya, ben bir yol ayrımına geldim ve yolum sanatla bütünleşti, sanatla gelişti.

  • Ne olduğunu bulamadılar mı?

  • Bulamadılar. Hiçbir tedavi işe yaramadı. Ankara’da hastanedeyken, resimle ilgilenmeye başladım tekrar. Hastanenin altında atölye vardı; orada yeni bir hayat ve amaç keşfettim. Eve dönünce resimlerimi Lemiz Teyze gördü. O artık resim yapmayı bırakmıştı. Bütün malzemelerini bana hediye etti.

Doktorlar, fizyoterapistler, psikologlar arasında

Birkaç yıl böyle geçti. Psikolog Suna Tanaltay’la uzun süren terapist-danışan ilişkisi neticesinde, resme yöneldi. 1973’ten 1985 yılına kadar Ressam Nuri Abaç, İlhan Çevik ve Ernur Tüzün’ün atölyelerinde ders aldı. Yavaş yavaş karma sergiler, derken bireysel sergilerle adını duyurmaya başladı. İlk senelerin resimlerinden sonra, tuvallerinde halatlar oluştu. Derken halatlar büyüdü, gelişti.

Ve tuvaller, sadece halatlarla doldu, taştı.

  • Neden halat diye bir soru sormayacağım…

  • Ama ben yine de söyleyeyim. Halatın nesnel bir kimliği var benim resimlerimde. Ama oradan sanatsal bir objeye dönüşüyor. Yaşamın ritmiyle birlikte bir kozmos yaratıyor. Sanatımın içinde de bir metafora dönüşüyor.

  • Türlü türlü şekillerde hem de.

  • Öyle; aslında biraz da izleyenin iç dünyasında şekilleniyor. Halatın kıvrımları üzerine düşen her renk, ışık, açık ve koyu gölgeler, içimizdeki her şeyin yansıması işte.

Başrolde halat var, sonraki her şey detay!

Ahmet Yeşil’in resimlerinin başrolünde artık halat vardı. Renk renk, çeşit çeşit halatlar. Halat kah şehir oluyor, izleyeni sarmalıyordu. Bazen uçsuz bucaksız denize, bazen de gökyüzüne dönüşüyor. Hatta vazoda rengarenk çiçekler, hayallerdeki umutlar, çocukların ellerindeki balonlar…

“Sen sus da halatın konuşsun” gibi bir durum var artık. Halat, dünyayı anlatıyor, yorumluyor, bağırıyor, çözüm arıyor, kahkaha atıyor. Kendi dilbilgisi kuralları içinde gelişen “halat dili”, Ahmet’i takip edenler tarafından gizliden gizliye yayılıyor. Ahmet susuyor, halat konuşuyor. Halat konuşuyor; başka her detay yardım ediyor.

Renklerinde asla bir tutuculuk yok. Ahmet yaşamın her alanında olduğu gibi, renk kullanımında da son derece cesur. Onun çok güzel sarıları, her rengi kıskandıran kırmızıları, içinde kaybolunan mavileri var. İçinden geldiği gibi, o andaki duygu ve düşüncelerini en iyi ifade edecek renklere aracılık ediyor sadece.

Duygular, çok renkli bir iç dünyası, halatlar ve renkler…

  • Kim bilir resimlerinde neler çıkıyordur gün yüzüne?

  • Elbette çıkıyordur. Sanat, bilinç altının dışa vurumu bir yerde. Yaşanmışlıklar veya gerçekleştiremediğimiz kurgularımız ve düşüncelerimizin bizde kalan tortuları çıkıyor yüzeye. O karmaşık bilinç altı, sanat yapıtının plastik unsurlarından birine dönüşüyor. Sanatçı, biraz sanatının diliyle, içindeki sorulara yanıt arar ya. Yapıtının katmanları da bir illüzyon etkisi yaratır. Eseri izleyen, bu etkiyle kendi duygu ve düşüncelerini duyumsamaya başlar. O da kendi iç dünyasıyla harmanladığı bir yerden bakar, izler, yorumlar…

  • Peki aşk?

  • Hep var. Çok detaya girmeyelim şimdi.

  • Çapkınsın sen…

  • Bu konulara girmeyeceğim dedim!

Atölyesinden bütün dünyaya pencereler var

Ahmet, Mersin’den bütün dünyaya açılıyor. Dünyanın birçok şehrinde, çok önemli sanat festivallerinde yer alıyor. Seyahat ediyor. Bilinen koleksiyonerleri atölyesinde ağırlıyor. Doğup büyüdüğü, sanatını şekillendirdiği, beslediği Mersin’den başka bir şehirde yaşamayı hiç düşünmüyor. Mersin’den tüm dünyaya ulaşıyor. Tüm dünya da ona…

Büyük bir disiplinle çalışıyor. Sürekliliğini aksatmadan üretiyor. Aynı anda beş, altı bazen sekiz resme birden başlıyor. Doymak bilmeden araştırıyor, okuyor, deniyor, dinliyor. Yüzlerce sanatçıyı takip ediyor. Sağlıklı besleniyor, dünyaya gülümsüyor. Ayrıca, her yaşta öğrencilerle atölyeler düzenliyor. Her bir öğrencisinin kendi tarzını bulmasını, kendi sesini duymasını istiyor. Yıllara yayılan ilişkilerde, kapısına gelen herkesi yüreklendiriyor.

  • Zamana yenik düşmeyen her sanatçı, ürettikleri ile özgün ve kalıcı değerler oluşturur. Ve böylelikle de, hak ettiği yerde yerini alır.

Aman dikkat, halatlar sizi de Yeşil’in dünyasına çekiverir!

Sanatçı ve izleyen arasındaki bağdan, kendisi ve eseri arasındaki ilişkiden uzun uzun konuşuyoruz.

  • Benim annem terziydi. İyi bir terzi. Çocukluğum onun işte kullandığı materyallerin arasında geçti. İğneler, iplikler, makaralar, model kitapları, makaslar, cetveller… Hepsi hayatımın parçalarıydı.

  • Halat yoktu o zamanlar…

  • Yooo, vardı. Sağlam, kalın ipleri birbirine bağlardım. Camdan sarkıtıp, bahçeye kaçardım. Ben çok küçük yaşlarımdan itibaren halatlarla oynadım yani!

Yıllardır konuşuyoruz.

Hayatı konuşuyoruz, aşklarını konuşuyoruz…

Bence Ahmet her şeyi eksik söylüyor.

Ben bu adamı tanıyorum. Söylüyorum size: Bu büyük ressam Ahmet Yeşil, aslında bir büyücü!

Bu halatları bize, size, o resimlere bir an olsun göz atan herkese, el çabukluğu marifet, savuruveriyor. Western filmlerinden fırlamış bir kovboy kadar çevik. Hop diye geçiriveriyor halatı. Bazen koldan, bacaktan; bazen bilinç altının derinlerinde, hiç farkında olmadığımız bir dehlizden yakalayıveriyor bizi.

Renkleriyle büyülüyor, ahengiyle sarhoş ediyor.

Kendisinin de hayata sıkı sıkı tutunduğu halatlarıyla, biraz cömert biraz muzır bir şekilde, hiç imtina etmeden, savurdukça savuruyor…


T24

Yorumlar kapatıldı.