İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Basın… Metin Göktepe, Hrant…

Köyde dışarısı ve içerisi arasındaki ayrım çok katı değil. Toprak evlerde kapı, içeriyle dışarıyı radikal bir şekilde ayırmıyor. Ancak kentlerde apartman yaşamıyla birlikte sokak, dışarısı genellikle kötü bir yer olarak algılanıyor. Kapı, bu noktada bir geçiş mekânı olarak iyi/kötü, pis/temiz ayrımını yapıyor. Dışarısı pis kabul ediliyor ve temiz alana, yani eve girerken ayakkabılar çıkarılıyor, eller yıkanıyor. Evler, korunma alanları, sığınaklar olarak görülüyor; pislikten kaçıp kurtulma yerleri. ‘Sokak çocuklarının ve sokak kadınlarının’ yani pis sokağın olmadığı bir mekân. Fakat medya… Medya, bu hijyen mekânlara ‘pis’liği getiriyor. Gazete haberleri, televizyonlar… Sinemalarda izlediğimiz Erol Taş ve Tecavüzcü Coşkun karakterleri gibi figürler… Özel mekânlarda pisliği ve kötülüğü izleyip ardından steril mekânlara kaçıyorduk. Ancak medya aracılığıyla evler steril ve temiz mekânlar olmaktan çıktı. Belki de bu Dallas dizisiyle başladı…

Uzakta kalan, kaçındığımız şeyler televizyonlarla hayatımıza yaklaştı. Sonrasında Müge Anlı’larla oturma odalarımıza, evin içine ‘pis’ler girmeye başladı. Ardından izleyicilerin kendilerinin de Müge Anlı’ya gitmesi… Yani sınırların esnemeye başladığı ve korunaklı alanların giderek ortadan kalktığı dönemler. Hayatın ‘mügeanlılaşması’… Bir programı izlemek, farkında olmadan başkalarının da aynı programı izlediğini izlemek/bilmek anlamına geliyor. Çünkü programlar kişiye özel değil. Ayrıca başkalarının da izlediğini izleyerek ‘onlardan geri kalmadığım’ duygusunu yaşıyorum (bu da dolaylı bir rekabet yaratıyor ve bu rekabette ‘yenilmemek’ ya da ‘geçilmeme’ duygusu ortaya çıkıyor). Üstelik oturma odasında bir program izlerken, imgesel olarak da özdeşleşmeler nedeniyle başka bir yerdeymiş gibi hissediyorsunuz.

Güçler ayrılığından bahsedenler genellikle dördüncü bir güç olarak basından söz ederler ve bunun ‘demokrasilerde’ dördüncü güç olduğunu vurgularlar. Basın, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin görevlerini yerine getirip getirmediğini denetleyen bir mekanizma olarak kabul edilir. Ancak bu durum bir ölçüde sorunludur. Politikacıların arkasında bir gazeteci ordusu bulunur ve bu durum politikacılar üzerinde sürekli bir baskı oluşturur. Yaptıkları bir hatanın ‘skandal’ olarak ifşa edilmesi korkusu yaşarlar. Kamusal alanlar, yanlış yapma riskinin yüksek olduğu, yani skandal mekânlarıdır. Bugün cep telefonlarının kameraları sayesinde herkesin sosyal medyada haber yayma imkânı bulunması, her yerde bir skandal olma endişesi yaratmaktadır. Bu koşullar altında, politikacılar için “temiz” kalmak çok zorlaşmıştır. Sürekli hata yapan politikacıların güven kaybına yol açması da politikaya duyulan güveni sarsabiliyor.

Medya, eskiden verdiği haberlerle skandalları ortaya çıkarırdı. Ancak son yıllarda medyanın kendisi sürekli skandallarla anılmaya başlamıştır. Çok değerli sayılan gazete patronlarının ticari, hileli, hurdalı ilişkileri… Bazı gazetecilerin şantajları, çıkar karşılığı haber yapmaları, kirli ortaklıkları… Farklı medya organları birbirlerinin skandallarını ortaya çıkararak medyanın politik tarafsızlığını da sorgulatır hale gelmiştir. Bu durum, medyanın ve politik güç dengelerinin güvenilmezliğini pekiştirmekte ve toplumda her habere şüpheyle yaklaşılmasına yol açmaktadır. Medyanın, politikanın/zenginlerin emrinde olması da halkın politik eğilimlerini etkilemektedir.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Medya, bilgiye ve haberlere halktan daha hızlı ulaşma avantajına sahiptir. Ancak bu bilgiyi doğruladıktan sonra halka ulaştırmalıdır. Philip Schlesinger, Medya Devlet Ulus (Ayrıntı Yayınları) adlı eserinde devlet-medya ilişkilerini anlatır. Devletin bir dili vardır ve medya çoğunlukla bu dili (özelikle de kriz dönenmelerinde) üstlenir. Medya muhalif olsa bile bu dili benimseyerek aslında sistemin bir parçası haline gelir… Dil üzerinden manipülasyonlar… Örneğin, hükümetler zamları ‘fiyat ayarlaması’ olarak sunar. Almanya’da sağlık hizmetlerinde yapılan kısıtlamalara ‘sağlık reformu’ denir. Bu reform kelimesi olumlu çağrışımlar yaparken, aslında kötüye kullanılmaktadır. Devlet ve medya bu ortak dili kullanarak bir koalisyon oluşturur. Schlesinger, İngiliz basınının IRA üyelerine terörist derken aslında devletin dilini kullandığını ifade eder. Oysa İrlandalılar için bu örgüt ‘özgürlük savaşçıları’dır. Yani tarafsız olduğunu iddia eden medya, tarafsız haber sunarken bile üstlendiği iktidar dili nedeniyle çoğu zaman bir taraftadır.

Schlesinger, Clutterbuck’tan alıntı yaparak televizyon kameralarının sokaklarda başıboş bir silah gibi kullanılabildiğini belirtir. Sansür bazen açık bir şekilde uygulanır; RTÜK gibi kurumlar sansür uygular, yasaklar koyar, para cezaları verir ve televizyonları kapatır. Ancak daha az fark edilen sansür biçimi, bazı konuların veya haberlerin görmezden gelinmesidir. Yani bir şeyi dile getirmeyerek onu gerçeklik olmaktan çıkarırsınız. İnsanlar, bu konuları gerçeklikten saymaz hale gelirler. Ya da bazı olaylar manipüle edilerek haber yapılır. Örneğin, doğa katliamları, betonlaşma ‘gelişmişlik’ olarak sunulur. Medya, özellikle kriz dönemlerinde, politikanın ve devletin emrinde olur. Savaş dönemlerinde, muhalif medya bile devletin yanında saf tutar. Terörle ilgili eleştirel bir tutum hainlik olarak görülür. Oysa savaş ve terörle ilgili anlatılarda en önce gerçeklik öldürülür.

Bağımsız medya en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda, özellikle ana akım medya, devletin hizmetinde olur. Oysa demokrasi için eleştirel bir tutum hayati önem taşır. Medyanın görevini ihmal etmesi tehlike yaratır; düşünce ve tutumlar tekelleşir. Bu, toplumda tıkanıklık anlamına gelir. Devletin tutumu, aynı fikirlerin farklıymış gibi sunulduğu bir tiyatro ile halka, eleştirel bir tutum varmış izlenimi verir. Erdoğan’ın televizyon kanallarında yıllardır süregelen danışıklı dövüşler, bağırıp çağırmalar bu duruma örnektir. Aynı fikirleri savunanlar, sanki farklı fikirleri savunuyormuş gibi tartışıyorlar. Bu durum, demokrasi, fikir özgürlüğü ve eleştiri kültürü adı altında paketleniyor. Sonuç olarak, toplum çok parçalanmış görünse de bazı konularda aynı tepkileri veriyor. Tekbir, vatan, millet gibi söylemler etrafında hızla birleşiyorlar. Devlet, toplum yaratmak için sadece zorunluluklara (vergi, askerlik, eğitim) dayanmaz. Toplumu oluşturmak, gruplara eşit mesafede durarak mümkün olur. Bu bağlamda Kürtler ve Alevilere devletin yaklaşımı, toplum olup olmadığımızı da gösterir. Büyük gruplar içerisindeki azınlık gruplar/kültürler kendilerini büyük gruba ait hissetmiyorsa, dışlanıyorsa, o topluluk aslında bir kitle veya kalabalıktır. Devletin asıl görevi, bu grupları topluma dahil etmektir. Aidiyet, özgürlükler ve ifadenin önemsenmesiyle sağlanır. Bu noktada ortak ahlaki değerler çok önemlidir ve medyanın bu süreçte büyük rolü vardır.

Parlamenter sistemlerde her grup parlamentoda temsil edilmez. Kadınlar ve çocuklar gibi gruplar yeterince temsil edilmez mesela. Parlamentoda işçi yok genelde. Bu temsil edilmeyen grupların sorunlarını dile getirmeyi medya üstlenir. R.D. Precht ve H. Welzer, medya üzerine yazdıkları kitaplarında, medyanın bu temsiliyet boşluğunu doldurabileceğini yazarlar… Bazen medya, üstün ahlakın temsilcisi rolünü oynamaya da başlar. Araştırmacı gazeteciler de bu rolü benimsemekten keyif alır. Uğur Dündar gazeteci değil de adeta toplumun ‘ahlak komiseri’ rolündedir.

Parlamenter sistemin ürettiği bir diğer problem ise şu: Kuramsal olarak, bir milletvekili adayı belirli bir politik ajandayla halktan oy ister. Halk da kendisine en yakın bulduğu adayı seçer. Ancak dört yıllık görev süresi boyunca bu milletvekili daha önce gündemde olmayan yeni konularla karşılaşabilir ve bu konularla ilgili karar vermek zorunda kalabilir. Ayrıca, bazı durumlar seçim döneminde verilen vaatlerin ötesinde başka çözümler veya uzlaşıları gerekli kılar. Bu gibi durumlarda, milletvekili kendisini seçenlerle farklı politik pozisyonlara gelebilir ya da seçmenin istemediği yönde oy kullanabilir.

Seçilme süresi boyunca halk ile seçilen temsilci arasında mutlaka bir düşünce farklılığı ortaya çıkabilir. Bu tür durumlarda medya, seçmenlerin sesi olarak devreye girer. Yani seçmen ile temsilci arasındaki politik farklılıkları dile getirir, bu düşünce ayrılıklarını kamuoyuna yansıtır ve tartışmaya açar. Medya böylece, seçilenle seçen arasında köprü kurarak ama aynı zamanda bu ayrılığa dikkat çekerek demokratik sürece katkı sağlar.

Medya ile politika arasındaki sembiyotik ilişki, yeni bir politikacı tipinin doğmasına yol açtı: fotojenik, retoriği güçlü, hazır cevap ve popülist politikacı. Botokslu, jöleli politikacılar. Özgür Özel’in yakışıklı gözlüksüz genel başkanı (kusursuz adam rolü) yapılması… Bu tip politikacı, medyada sıkça görünen ve her konuda konuşabilen biri olarak öne çıkıyor. Politikadan çok politikacının kendisinin ön plana çıkarılması anlamına gelen bu durum, medyada sabit bir yer edinmiş olan politikacıların varlığına işaret ediyor. Bu politikacılar genellikle daha popülist olup, kendi politik programlarından ziyade politik meseleleri basite indirerek izleyiciyi eğlendirmeyi hedefliyorlar. Son yıllarda Cemal Enginyurt, bu tip politikacılara örnek olarak gösterilebilir. Politik şovmenler diyebileceğimiz bu figürler, medya ile iç içe geçmiş bir şekilde topluma sunuluyor.

Medya ile politika arasındaki bu sembiyotik ilişki, basın ile politikacılar arasında yoğun bir etkileşim demektir. Diktatörler basını denetleseler bile, görece özgürlüklerin olduğu Batılı ülkelerde basın, iktidarı değiştirebilecek, etkileyebilecek ve yönlendirebilecek bir güce sahip. Precht ve Welzer bu gücü “mediyokrasi” (Mediokratie) olarak tanımlıyor. Denetlenemeyen sınırsız bir güç. İktidarı, politikaları belirleyen medya. ABD seçimlerinde en etkili propaganda başkan adaylarının televizyonlarda gladayatör savaşı gibi sunulan düelloları… Ve bu arenada medyanın belirleyiciliği… Mediyokrasi, denetlenemeyen bir güç haline geliyor. Basın yalnızca basın tarafından denetlenebiliyor ve ana akım medya zaten karşıt görüşlere genellikle kapalıdır. Geçmişte de bazı gazeteler ve yazarlar çok etkileyici/belirleyici bir güce sahiptiler. 1980 faşizminde medyanın önemi… Evren televizyonlarda anlattı. Basın, televizyonlar halkı ikna görevi üstlendiler. Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yükseliş dönemleri medyanın ve düzenin ortak üretimi olarak görülebilir.

Ayrıca, bu gazeteciler “gala medyacılığı” olarak adlandırılan bir kültürü de yaygınlaştırdılar: ödül törenleri, kutlamalar, kokteyller ve yöneticilerle yapılan geziler bu kültürün parçalarıdır. Her şeyin eğlenceye ve şova dönüştüğü bu ortamda, medya aracılığıyla toplumun çeşitli kesimlerine dayatılan bir gerçeklik sunuluyor. Bu sembiyotik ilişki, düzenin sunduğu bu gerçekliğin halk tarafından kabul edilmesini sağlıyor.

Medya ve haber sunumu, özellikle suç ve suçlulara odaklanarak dikkat çekmeye çalışıyor. Bu tür konular genellikle sansasyonel bir şekilde sunuluyor. Geleneksel medya formatları olan televizyon, gazeteler ve radyo, zamanla sosyal medya platformlarına kaymış durumda. Gazeteciler televizyoncu, köşe yazarları ise televizyon programcısı ve sosyal medya fenomeni haline geldi. Uzun araştırmalar ve derinlemesine analizlerin yerini hızlı ve yüzeysel bilgilendirmeler aldı. Gazeteciler artık sosyal medya fenomenleri, kamerayla dolaşan sosyal medyacılar ve tweet atanlarla rekabet ediyor. Bu gelişmelerle birlikte, gazetecilerin narsisizmi de belirginleşti. Önemli olmak ve dikkat çekmek arzusu medyada daha fazla öne çıkıyor.

Medyanın pazarladığı temel ürün haber ve bu haberin mümkün olduğunca çok insan tarafından izlenmesi hedefleniyor. Ancak bu durum, en kötü haberlerin bile zamanla sıradanlaşmasına yol açıyor. Gazetecilerin sosyal medya kullanımı, geleneksel medyada var olan kontrol mekanizmalarının ortadan kalkması anlamına geliyor. Bu da gazetecilerin daha “özgür” hareket etmelerine olanak tanıyor; artık haberleri tek başlarına seçip tweet atabiliyorlar. Hangi haberin önemli olduğuna sosyal medyada atılan tweetler karar veriyor.

Online gazetecilik, bulvar gazeteciliği ile giderek daha fazla yakınlaştı. Fotoğraf ağırlıklı, kısa yazılarla dolu haber sunumları yaygınlaştı. İnternetin birçok insan için erişilebilir olması ve sıradan insanların da yazı yazabilmesi ya da içerik üretebilmesi, gazeteciler arasında ciddi bir rekabet ortamı yarattı. Bu durum, çoğu kez gazeteciliğin düzeyinin düşmesine neden oldu. Artık gazeteciler, sosyal medyada akıllı telefonlarıyla yayın yapan insanlarla yarışıyorlar.

Frederic Gros’un Yürümenin Felsefesi adlı kitabında belirttiği gibi, gazetenin hafızası yoktur. Her yeni haber, bir öncekinin üzerini örter ve haber hızla eskiyip unutulur. Haber, yayınlandığı anda eskimeye başlar. Bu da haberleri çabuk eskimeyecek şekilde sunmayı zorunlu kılıyor. Bu nedenle yorumcu yayınlar yoğunlaşıyor, eskimeye direnmek için haberleri analizle sunma çabası da artıyor.

Precht ve Welzer, “dolaysız medya”nın dikkat çekmek için kutuplaştırmayı kullandığını vurguluyorlar. Bu tür medya, kutuplaştırıcı söylemleri sansasyonel bir şekilde sunmayı hedefliyor. Medyada sıklıkla kullanılan “şablon söylemler” de bu duruma hizmet ediyor: “Çocuk katili terörist”, “bölücüler”, “vatan”, “millet”, “bayrak”, “din” gibi her zaman alıcısı bulunan söylemler kullanılarak toplumda daha fazla dikkat çekmek amaçlanıyor.

Şiddet, tarihte genellikle şiddetin yaşandığı mekanlarda olanların tanık olduğu bir olguydu. Yani şiddet ile mekân arasında doğrudan bir ilişki vardı. Savaşı, savaşı yaşayanlar biliyordu. Daha sonra gezginler, misyonerler ve gazeteciler, uzaklarda olup bitenleri kendi bakış açılarıyla anlatmaya başladılar. İnsanlar gazetelerde, uzakta olan olayları haberi yazanın gözünden, perspektifinden, ideolojisinden haber olarak okudular. Televizyon ise şiddeti uzaktan, sakin bir şekilde izleme olanağı sundu. Oturma odasında, güvenli bir ortamda bulunarak, şiddete çok yakın olma hissi yaşandı. Böylece şiddet, bir eğlence programına dönüşmeye başladı.

Şiddetle aramızda artık kamera, kameraman, televizyon dalgaları ve ekran gibi birçok engel bulunuyor. Şiddeti açıkça izleyebiliyoruz, ancak izlediğimiz mekanla aramızda büyük bir mesafe var. Bu durum, şiddetin etkisinin azalmasına ve izleyicinin duyarsızlaşmasına yol açabiliyor. Şiddet, bir noktada sembolik ve metaforik hale geliyor.

Mekân ve şiddet arasındaki bu ilişkiden bahsederken, David Morley ve Kevin Robins, Kimlik Mekanları (Ayrıntı Yayınları) adlı kitaplarında, medyanın kendi kültürünü ve ritüellerini yarattığını vurguluyorlar. Medya, yılın gazetecisini ve habercisini seçiyor, kuruluş yıldönümlerini kutluyor. Gazetecilerin kendilerini başkalarından ayıran özel kimlikleri (basın kartları) var. Bu kartlar, yalnızca onların katılabileceği toplantılara giriş ve onlara özgü ayrıcalıklar sağlıyor. Bu da gazetecilere, belirli özel mekanlara girme imkânı sunuyor ve onları diğerlerinden ayıran bir statü kazandırıyor.

Medyanın sürekli yayın yapma zorunluluğu ve haberin hızla aktarılma baskısı, aslında derinlemesine bilgi edinmenin önüne geçiyor. Bu durum, yüzeysel bilgilenmenin yaygınlaşmasına neden oluyor. Günümüzde gazeteciler, ele aldıkları konularda genellikle derin bilgi sahibi olamıyorlar çünkü bilgi, eskisine göre çok daha kapsamlı ve karmaşık hale geldi. 150 yıl önce, bilgi günümüzdeki kadar detaylı ve geniş değildi; bu nedenle o dönemde gazetecilerin belirli alanlarda uzmanlaşmaları ve daha bilgili olmaları mümkündü. Oysa günümüzde gazeteciler, birçok farklı konuda yüzeysel bilgiye sahip olma rolünü üstlenmek zorunda kalıyorlar.

Bu çeşitli konularda yazma zorunluluğu, gazetecileri başka tür ilişkiler kurmaya itiyor. Çok sayıda insanla temas kurmak, bu ilişkileri korumak gibi bir zorunluluk ortaya çıkıyor. Ancak bu ilişkiler genellikle derinleşemiyor. Sonuçta, çok kişiyle temas kuran, ancak bu temasları derin ilişkilere dönüştüremeyen bir meslek grubuna dönüşüyorlar. Başarılı bir şekilde kontak kurabilen, ancak bu bağlantıları sürdürülebilir ilişkilere dönüştürmeyen bir yapıyla karşı karşıyayız. Kendi dilimle söylersem kontak becerisi olan ama derinlemesine ilişkilenme sorunu olan bir meslek profili. Bu durum, özellikle online gazetecilikte derinlemesine araştırma ve uzmanlaşmaya yer yer engel olabiliyor.

Yönlendirici medya

Medya, yalnızca haber vermekle kalmıyor, aynı zamanda nasıl düşünmemiz ve ne hissetmemiz gerektiğine de önceden karar veriyor. Örneğin, “Üniversite hocasının açıklaması şaşırttı, şok etti” gibi haber başlıkları, haberi nasıl algılayacağımızı ve hissetmemiz gereken duyguları da yönlendiriyor. Özellikle yandaş basın, bu tür manipülatif haberlerle dolu. Aynı zamanda, medya duygusal ve heyecan dolu programlarla izleyiciyi belirli duygulara sürüklemeye çalışıyor.

Eskiden dünya bize görünmezdi, uzak ülkeler hakkında bilgi sahibi değildik ve bu yüzden tepkisizdik. Şimdi birçok şeyden haberdarız, ancak yine de çoğu şeye tepkisiz kalıyoruz. Bilinmeyene tepkisizlik, bildiğimiz halde tepkisiz kalmaya dönüştü. Haberi yapanlar, sosyal medyada paylaşanlar, kamuoyu oluşturarak değişim yaratmayı amaçlıyorlar. Ancak bu çoğu kez başarılamıyor. Göstermek ya da görmek, bazen görünmezliğe yol açabiliyor. İnsanlar, gelen haberleri bir filtre ile süzüyor ve seçici algılıyor. Bu yüzden görülmesi istenen haberler bile bu filtreyi aşamıyor.

Öte yandan medya, dünyayı küresel bir köy haline getirdi. Örneğin, Avustralya’da karaya vuran bir balinayı kurtarma çalışmaları, dünyanın ücra köylerinde bile izleniyor. Veya bir ünlünün ölümü, küresel bir yas haline geliyor. Farklı ülkelerde spikerler üzgün yüz ifadeleriyle, acılı ses tonlarıyla bu haberleri sunuyorlar. Pakistan’da bir köydeki genç bir kadın ya da Van’daki bir üniversite öğrencisi aynı ‘stara’ yas tutabiliyor. Bu, küresel eğlenceler, heyecanlar ve üzüntüler yaratıyor.

Bu süreçte psikanalizde “bölme” olarak bilinen ilkel savunma mekanizması, küresel düzeyde işliyor. Önemli olmayan konular önemli hale gelirken, gerçekten önemli konular önemsizleştiriliyor. İnsanlar kendi yaşamlarındaki acil meselelerden uzaklaşıyor; fırındaki ekmeğin gramajı, okuldaki öğretmen eksiği, maaşların ödenmemesi gibi konular geri planda kalıyor. Bunun yerine, uzak ülkelerdeki sorunlar konuşuluyor. Bir film yıldızına yas tutan bir kişi, amcasının cenazesine gidemeyebiliyor. Anadili önemsiz bulanlar, Amerika’daki ırkçılık sorunlarına kafa yorabiliyor.

Bu küresel hissetme ve düşünme biçimi, medya aracılığıyla denetleniyor ve buna “medya emperyalizmi” diyebiliriz. Sosyal medya özgürlüğün arttığını düşündürebilir. Kısmen doğru olsa da bu özgürlük sınırlı. Çünkü hangi haberin öne çıkacağı konusunda özgürlük sınırlıdır. Ayrıca sosyal medyanın yapısal kısıtlamaları da özgürlüğü sınırlar. Sosyal medya platformları, genellikle iktidara yakın davranmayı tercih eder. Bir bakıma, sosyal medya kontrol edilebilir bir “vahşi batı” gibidir.

İlişkiler, geçmişte fiziksel mekân ve kimlik üzerinden kurulurdu. İnsanlar bir mekânda yüz yüze gelerek birbirleriyle iletişim kurardı. Ancak David Morley ve Kevin Robins, sosyal medya döneminde mekâna bağlı ilişkilerin büyük ölçüde ortadan kalktığını yazıyorlar. Artık online toplantılar, ibadetler, terapiler ve söyleşilerle, sanal ortamlarda ve hayali gruplar içinde ilişki kuruyoruz. Geleneksel büyük gruplar (Hristiyanlık, Müslümanlık gibi) yerini, Facebook ve Instagram gibi sosyal medya platformlarındaki geniş grup aidiyetlerine bıraktı.

Uzmanlık da bu süreçte değişti. Eskiden uzmanlık, yalnızca uzmanların tekelindeyken, şimdi herkes bir konuda kısa sürede uzman gibi hissedebiliyor. Google’da bir şeyler araştırmak, insanlara sanki kısa zamanda uzmanmış gibi bir his veriyor.

Medya üzerine teoriler beni ilgilendiriyor ve bu ilgi Tayfun Atay’la başladı. Adı yazılarda geçmiyor ama benim üzerimde emeği var… Gazetelerle çocukluğumda tanışmıştım; sabah kahvaltılarına gazete kokuları karışırdı. Gazetelerden, gazetecilere yapılan baskıları ve işkenceleri öğrendim. Gazetecilik mesleğinin sadece bir iş değil, aynı zamanda bir tutku, sevgi ve bazen uğruna ölmeyi göze almak olduğunu fark ettim. Hrant Dink ve Metin Göktepe gibi… Katledilmelerinin burukluğu. Saygıyla.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.