“Acemoğlu ve Robinson hakkaniyetsizliği aklayıcı bir hikaye anlattıkları için aldılar Nobeli. Şaşırtmadılar.”
Eski yazılardan birinde Nobel Ekonomi ödülü ile bazı belirlemelerde bulunmuştum.i O yazıda Nobel Ekonomi ödülünün bir tür rüştünü ispat ödülü olduğundan dem vurmuştum: “Ödül ilk ilan edildiğinde bazı aklı başında iktisatçılar Ekonomi dalında bu türden bir ödüle itiraz ettiler. Temel dayanakları fizik bilimlerin aksine sosyal bilimlerin çok sesli olması olgusuydu ki bu haklı bir kaygıydı. Onların çok seslilik dediği aslında sosyal bilimlerin ideolojik özüne işaret etmekteydi. Dolayısıyla burjuva sosyal bilimlerde seçim sürecinin kendisi de doğal olarak ideolojik olacaktı. Nobel Ekonomi ödülünün kısa tarihi bu yargıyı desteklemektedir. Ödülü alanlar genellikle burjuva iktisadının spektrumundaki en pespaye araştırma alanlarından gelmektedirler. Aslında bu anlamda ödülü alanların ilgi alanları burjuva iktisadının evrimini de gözler önüne sermektedir.”
Nobel Ekonomi ödülü rüştünü ispat eden burjuva iktisatçılarına veriliyor, burası açık. Ancak rüştünü ispat etmek ne demek? Kapitalizmin sistemik dinamikleri bir tür lanetli görüngüler ve görüntüler yumağı yaratmaktadır. Burjuva iktisatçısı bu lanetli, insanlık açısından maliyetli görüntülere abuk subuk mazeretler bulan, özür dilerken bile sadece “yeminler osun bir daha olmayacak” diyen bir garabettir. Sistemin dinamiklerinden türeyen kaçınılmaz insani, siyasi ve ekonomik çöküntü burjuva iktisatçısının gözünde uygun ve akli nasihatlerle giderilebilecek yol kazalarıdır. Önemli olan soruna yönelik pratik ve gerçekçi önerilerde bulunmaktır, önemli olan buysa adres belidir. Burjuva iktisatçısı burada karanlıkları aydınlatan ışık gibi parlayacaktır. Oysa aşırı parlak ışık da görmeyi engeller. Aşırı parlak ışık karanlığı gizler. Nobelli burjuva iktisatçısının işlevi tam da budur. O kadar parlak, o kadar havalı, o kadar yüksektir ki nur ile bezenmiş, gerçekçi, çözüm üreten ve yolu aydınlatan meşale gibidir. Ama aslında boştur, koca bir boşluk ve anlamsızlıktır. Onun yüzeyselliğinin parlaklığına bakarken gözleriniz kamaşır ve önünüzde duran karanlığı göremez hale gelirsiniz. Cilalanmış bir yüzeysellik, boş bir nakarat, boş bir mazerettir. İnsanlığı tarumar eden bir sistemi savunan karikatürize bir cehalettir. Öyledirler, Joseph Stiglitz öyledir, Paul Krugman öyledir. Aziz Milton Friedman sosyal bilimler dünyasının gördüğü en büyük cahildir.
Daron Acemoğlu Nobel Ekonomi ödülüne layık görüldü, ekürisi James Robinson ile birlikte. Ne mutlu bize. Bu ülkede doğmuş olması, eğitim hayatının bir bölümünü bu ülkede geçirmiş olması ve hatta ülkenin burjuva ana muhalefet partisinin bir dönemler gayrı resmi danışmanlığına soyunmuş olması dolayısıyla göğsümüz kabardı. Yıllardır ekürisi James Robinson ile birlikte kahir ekseriyetin siyasal ve ekonomik sorunlarına yönelik kitaplar yazmaktalar, yazdıkları da hemen Türkçeye çevrilmekte. Üstelik Acemoğlu ve Robinson’un görüşleri sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada etkili oldu. Görüşleri sadece geniş okur kitlesi içinde değil, küresel sermayenin sesi olan yayın organlarında, ve hatta küresel sermayenin küresel kurumlarında bile etkili oldu. Kısacası haliyle birer Nobel almaları bekleniyordu. Aldılar, hepimiz rahat ettik. Peki ama Acemoğlu ve Robinson ne dediler de rüştlerini ispat ederek Nobeli aldılar?
Yazdıkları akademik makaleler bir yana (ki daha teknik düzeyde yazılmışlardı ama aslında onları ünlü kılan kitaplarda ne dedilerse aynı şeyi dediler bu makalelerde de) yazdıkları kitaplar çoksatar oldu. Bu kitaplarda küresel kapitalizm için bir gelişim tarihi yazmaya çalıştılar (gerçi bu kadar iddialı olmadıklarını iddia etiler, ama neticede bir tarih yazdılar). Burjuva iktisatçıların derslerde öğrettikleri ve evrensel olduğunu iddia ettikleri “doğrular” üzerinden tüm tarihi okumaya çalışmaları yeni bir şey değil, başkaları da yaptı. Ancak “tarih” olduğunu düşündükleri anlatı her zaman boş bir mavala dönüştü. İki nedenle. Birincisi burjuva iktisadının kavramsal ve kuramsal araç deposu, bırakın bir soruna çözüm bulmayı, herhangi bir sorunu teşhis etmek için bile elverişli değildir artık. İkincisi de burjuva iktisadının idealize edilmiş, aslında namevcut “mucize” bir kapitalizme yönelik güzellemeleri, tarihin gerçek dinamikleri karşısında çocuksu mızıldanmalara dönüşmektedir hemen. Bu iki eğilimin yaratığı çapsızlık Acemoğlu ve Robinson’un kitaplarında çok belirgindir.
Bir örnek verelim. Ulusların Düşüşü adlı bir kitapları var, herkes pek övdü pek cilaladı. Bu kitabın bir yerinde Belçika Kongosu’ndan bahsediyorlar. Belçika Kongosu tüm azgelişmiş fukara dünya emperyalistler arasında paylaştırılırken (o da sömürgesiz kalmasın diye) Belçika’ya düşen paydı. Özellikle bugün Belçika kentlerinin meydanlarında heykeli bulunan Kral II. Leopold döneminde Belçika’nın Kongo’daki sömürge yönetimi Kongo halkını kitlesel olarak köleleştirdi ve kırıma uğrattı. Tarihsel olgu bu. Oysa Ulusların Düşüşü’nde artık göğüslerine Nobel nişanesini takmış iki muhterem zat, Acemoğlu ve Robinson, Belçikalılar geldiğinde kölelik türünden sömürücü/dışlayıcı kurumlar ve kastlaşmış sömürgen dar bir elit zaten vardı, onlar da bunları uygun şartlarda kulandılar demişler. Kısacası ortada kölecilik gibi vahşi bir suç var ama Belçika emperyalizmi olsa olsa yardım ve yataklıktan yargılanabilir demişler. Ne güzel demişler ama.
Doğrudur, sömürge öncesi toplumlarda kapitalizm öncesi sömürünün her türü vardı. Ancak buralarda geçerli sömürü ilişkileri emperyalist kapitalizmin bu toplumlara dayattığı insani yıkımın ve sömürünün yanında devede kulak kalırdı. Acemoğlu ve Robinson bilmiyorlar, atıyorlar. Burjuva iktisatçısı burjuva sosyal bilimcilerin cehalet skalasında en üstteki yeri tutmaktadır. Cahildir ama cehaletini bile bilmemektedir. Neyse, devam edelim.
Efendim, bu iki muhterem zatın artık reklamı yapıla yapıla, tüm okuyan dünyaya mal olmuş analizlerine göre ekonomik büyüme ve zenginliğin, ve hatta ulusların kanatlanıp uçmasının, ya da düşmesinin alamet-i farikası kurumlardır. Detaylarına girmeyelim, ama kurum derken neyi kastettikleri çok önemli. Acemoğlu ve Robinson’a göre neredeyse hayatın her boyutuna ait her türden gelenek, yapılanma ve dinamik birer kurumdur. Tuvalete gitme ritüeli ile yüksek mahkeme; her ikisi de kurumdur. Dolayısıyla kurumlardan oluşan bir derya deniz içinde yaşayıp gitmekteyiz. Eskiden farkında değildik. Sağ olsun Acemoğlu ve Robinson, farkına vardık.
Onların hikayesinde özellikle siyasal ve ekonomik kurumlar ikiye ayrılırlar; kapsayıcı olanlar ve sömürücü/dışlayıcı olanlar. Çok geliştirdikleri ve sayesinde Nobel ödülünü hak ettikleri kurama göre siyasal ve ekonomik olarak kapsayıcı kurumlar ekonomik gelişme ve zenginleşmenin temelidir. İyi, şugar ve kapsayıcı kurumların varsa ötekilerden hızlı büyürsün, ötekilerden daha fazla zenginlik yaratırsın ve kurumların kapsayıcı olduğu için de daha hakkaniyetli ve daha kapsayıcı bir şekilde dağıtırsın. Siyaseten daha da katılımcı ve daha da demokratik olursan bolca büyürsün, bolca dağıtırsın. Kanatlanırsın, uçarsın, hem de sırra ermiş derviş misali ya da okunup üflenmiş halı misali. Tersi durumda düşersin. Böylece Acemoğlu ve Robinson düşenlerin düşmesinden bizatihi düşenleri suçlu tutmuş olmaktadırlar. İşte bu tam da emperyalizmin apolojisi, mazeretidir.
Öncelikle bu iki burjuva iktisatçısı, tıpkı diğer burjuva iktisatçıları gibi, savundukları, adına özür diledikleri ve günahları için mazeret uydurdukları sistemin tarihsel ve küresel olarak nasıl işlediğini bilmiyorlar. Kapitalizm küresel bir sistem yaratmaya yazgılıdır, doğası, dinamiği budur. Kapitalizmde ülkeler, bölgeler, coğrafyalar, insanlar, toplumlar ve en temelde sınıflar bu asimetrik ve karşı konulamaz, işgalci dinamiğe teslim olurlar. Böylece içinde bir tarafta zenginleşmenin nobranlığının, buyurganlığın ve ukalalığın, diğer tarafta ise yoksullaşmanın ve bağımlılığın utancının olduğu bir hikaye çıkar ortaya. İki ayrı hikaye yoktur, ya da bölünmüşlükten ve parçalanmışlıktan mütevellit çok sayıda hikaye yoktur. Tek bir hikaye vardır. Belçikalıların Kongo’ya gelmesi ile köleleştirme, ve Belçika’nın zenginleşmesi, bir tarafta sömürücü/dışlayıcı kurumların, diğer tarafta ise kapsayıcı kurumların baskın olduğu iki ayrı hikayeye değil, sermaye birikiminin giderilemez açlığının belirlediği tek bir hikayeye işaret eder; Acemoğlu ve Robinson bundan bihaber gibi görünmektedirler.
Dahası Acemoğlu ve Robinson’un güzelledikleri gelişmiş kapitalist ülkeler, özelde ABD, aslında dışarıda, onların deyimiyle, dışlayıcı kurdukları için beki de içeride kapsayıcı kurumlar kurabilmişlerdir. Emperyalizm tam da budur. Fransa bir tür siyasal ve ekonomik ilerleme yaşarken, Cezayir’i, Tunus’u, Senegal’i hunharca sömürmekteydi. İlkindeki kapsayıcı kurumlar ikincilerdeki dışlayıcı kurumları yarattılar belki de. İngiltere, Nobelli muhteremlerin özlemle yad eyledikleri 19. yüzyılda kapsayıcı kurumlara geçerken Hindistan’daki en küçük başkaldırıyı ve özgürleşme çabasını silahlarla ezmekteydi. Emperyalist sömürünün dışlayıcılığı emperyalist zenginliğin dağıtımındaki kapsayıcılığı yarattı belki de. Dahası gelişmiş kapitalist ülkelerin demokratik açılımlarını yaratan işçi sınıflarının örgütlü direnişidir, kurumlar değil. Kısacası demokratik kurumları yaratan işçi sınıfıdır. Bunu Acemoğlu ve Robinson’a nasıl anlatsak acaba? Bir de tarih yazdıklarını düşünüyorlar, ama külliyen üfürüyorlar.
Daha da ilginç bir adım atıyorlar kurum kurum diye kurdukları “kurumsalcı” anlatılarında. Onlara göre en kapsayıcı kurumlardan biri de özel mülkiyet hakkının kendisi ve onu koruyan hukuk sistemi imiş efendim. Adı üzerinde, “özel” mülkiyet; yani sadece sahibinin üzerinde kulanım ve tasarruf hakkına sahip olduğu, tarihin gördüğü en dışlayıcı kepazelik nasıl olur da “kapsayıcı” oluyor yahu; anlamak mümkün değil. Hikmetlerinden sual olunmaz, Nobelli Acemoğlu ve Robinson’un vardır bir bildikleri.
Tüm kitapta kaçınılmaz bir Anglo-Amerikan kapitalizmi övgüsü var. Örneğin şöyle bir tarihsel anlatı var. Acemoğlu bu hikayeyi Türkiye’de yaptığı bir sunumda da anlatmış. Güney Amerika’yı yağmalayan İspanyol sömürgeciler çaresiz bir şekilde yerlileri katleden, onlarla birlikte ve onları da içerecek şekilde yaşamanın yollarını yaratmak yerine onları yok sayan dışlayıcı kurumlar kurmuşlar. Oysa Kuzey Amerika’ya giden İngiliz beyaz yerleşimciler başlarda tıpkı İspanyol sömürgeci fatihlerin yaptıkları gibi dışlayıcı kurumlar kurmaya çalışmışlar; velakin yok olmanın eşiğine gelmişler. Onlar da kapsayıcı ekonomik ve siyasal kapsayıcı kurumlar kurarak yola devam etmişler. Böylece zengin ve gelişkin Kuzey Amerika ile geri kalmış, kaotik ve sosyal/ekonomik krizin pençesinden bir türlü kurtulamayan Latin Amerika ayrımı ortaya çıkmış. Ne güzel masal değil mi?
Neresinden tutsan dökülüyor. Kuzey Amerika’ya yerleşen yerleşimciler yerliler ile belki başlarda, o da zorunlu oldukları için, göreli bir uyum tutturdular. Yerliler, İspanyolların Güney Amerika’nın yerlilerine yaptıkları gibi belki zorla çalıştırılamadılar. Ama Kuzey Amerikalı beyaz yerleşimciler plantasyon türü kapitalist tarımsal gelişmenin işgücü açlığını gidermek için daha vahşi bir yol tuttular. 1619’da bir gün bir İngiliz gemisi yanaştı sahile, ambarında yolculuk sırasında sağ kalabilen Afrikalı siyah insanlar vardı, zincirlenmişlerdi. Zincirlenme kapsayıcı bir kurum mu, dışlayıcı bir kurum mu? Kuzey Amerika’ya ilk köle sevkiyatıydı bu, sonraki iki yüzyıl boyunca köle akacaktı Afrika’dan Amerika kıtasına. Amerikan tarımsal kapitalizmi bir canavara dönüşecek ve artan sayıda Afrikalı kölenin kanını emecekti. Alın size kapsayıcı kurum işte. Nedense Acemoğlu ve Robinson bunu pek mevzu etmiyorlar. Üstelik İç Savaş ile kazandıkları sahte özgürlük bile kölelerin çocuklarının ebedi köleliğine bir türlü son veremeyecekti. Beyaz olmayanların Amerikan emperyalist kapitalizmindeki yerleri her zaman en altta olagelecekti, kapsayıcı kurumlar onları pek de kapsamayacaktı. Acemoğlu ve Robinson’un kapsayıcı kurumlarını örnek gösterdikleri ABD’de bugün hapishanelerdeki her 10 kişiden 9’u siyahi ya da Latinodur. Ne kapsayıcılık ama…
Ayrıca başlarda görece kendi hallerine bıraktığı yerlileri sonrasında kitlesel olarak katledecekti Amerikan kapitalizmi. Özelikle Batı’ya hücum yerli bedenlerini ve yerli topraklarını yiyecekti. Bugün sayıları çok azalan Amerikan yerlilerinin önemli bir bölümü kendilerine ayrılmış rezerv alanlarda yaşam mücadelesi vermektedir ABD’de. Yerli rezervasyonları kapsayıcı mıdır= Yoksa sömürücü/dışlayıcı mı? Geçmişleri yoktur, gelecekleri de. Acemoğlu ve Robinson’un muhteşem kuramlarına göre hangi muhteşem kurumların suçudur bu acaba?
Üstelik şimdi geldikleri noktada kendi karikatürize kuramlarını bile reddetmektedirler. Acemoğlu son yılarda bir tür Trump histerisi yaşamaktadır, Demokratları tutuğunu apaçık ifade etmektedir (tüm Demokratları değil tabi; örneğin Bernie Sanders’ın başkan adaylığına onu fazla “sosyalist” bulduğu için karşı çıkmıştı). Ona göre Trump ABD’nin anlı ve de şanlı demokrasisi için büyük bir tehdittir. Hani Amerika’nın kapsayıcı kurumları demokrasiyi ve gelişmenin sağlıklı dinamiklerini garantiye alıyordu? Peki ama öyleyse nereden çıktı bu Trump melaneti şimdi? ABD dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden biri. Evsiz ve sigorta güvencesi olmadığı için sağlık hizmetlerinden yararlanamayan milyonların yaşadığı bir ülke. Sıradan halkın çocuklarının üniversiteye yüksek harçlardan dolayı gidemediği, gitse bile bir ömür boyu borç ödedikleri, kapitalizmin hakkaniyetsizliklerinin en kristalize şekilde hissedildiği bir ülke ABD. Acemoğlu ve Robinson’un idealize ettikleri “kapsayıcı” emperyalist Amerika aslında milyonların en temel insani gereklerden dışlandığı bir yeryüzü cehennemi. Bunları anlatmış olsalardı Nobele layık görülmeyeceklerdi Acemoğlu ve Robinson. Bunları yok saydıkları ve hakkaniyetsizliği aklayıcı bir hikaye anlattıkları için aldılar Nobeli. Şaşırtmadılar.
- i.“Alıklığın Nişanesi”, soL Portal, 30.10.2020, https://haber.sol.org.tr/yazar/alikligin-nisanesi-18148.
https://haber.sol.org.tr/yazar/daron-acemoglu-emperyalizmin-apolojisi-ve-nobel-395560
İlk yorum yapan siz olun