“Gözyaşı döktüm. Kendim için. Theodora’nın küçülüşleri için. Çünkü Bizans’a hükmetmiş… Gözyaşı döktüm binlerce gözyaşı. Ama neye yarar? Bayağılığın doruklarındayken iktidarımın da doruklarındaydım. Bizans’ın bana oynayacağı oyunları aynı oyunbozanlıkla durdurdum… İktidarla pespayelik, çirkeflik arasındaki o yakın, kardeş ilişkiyi çoktan fark etmiştim. Kişisel inançlarınızı, ülkülerinizi, öz değerlerinizi, benliğinizi yitirdikçe yükseliyorsunuz. Uğrunda sürüklendiğiniz iktidar bile size tapıyor. Aldanışım, iktidarı ele geçirdikçe, iktidarı avucumda tuttukça ‘yüksek sanat’a kavuşabileceğim şansı! Büyük aldanış…”
Selim İleri’nin İmparatoriçe Irene’nin ağzından yazdığı romanı Hepsi Alev’de geçen bu cümleler; ataerkil Bizans’ta kadın olarak kendini var etmeye, hayatta kalmaya ve iktidarını sürdürmeye çalışan imparatoriçelerin hissetmiş olabileceklerini açıklıkla ortaya koyar. Irene, bir kadın olarak kendi adına Bizans İmparatorluğu’nu yöneten ve ‘basilissa’ ünvanını alan ilk kadındı. Bizans İmparatorluğu’nun ilk kadın hükümdarı olan ve ikonoklazmanın ilk dönemini sona erdiren İmparatoriçe Irene, kendi çocuğunun katili olarak da tarihe adını yazdırmıştır.
İmparator IV. Leon’un ölümünün ardından küçük yaştaki oğlunun naibi olarak tahta çıkmıştır Irene. Oğlu VI. Konstantinos büyüdüğünde tahtı ele geçirme üzerine tüm girişimleri başarısız olunca; oğlunun gözlerinin, doğduğu mor odada kör edilmesi emrini vermişti. Bir kadın olarak hayatta kalma güdüsü ve iktidar hırsı, anneliğine üstün gelmişti. Atina’dan küçük yaşta gelin getirilen sarışın güzel kız; zamanla güçlü, başarılı ve hırslı imparatoriçeye dönüşürken; kuşkusuz yalnızlıklar, hüzünler ve pişmanlıklar yaşamıştı. Selim İleri, imparatoriçenin insani yönüne odaklanırken onun büyük bir imparatorluğu yönetmiş bir hükümdar imparatoriçe olmasından ziyade, bir insan ve bir kadın olduğunu vurgular.
Bizans toplumunda doğuştan asil, güzel, dindar, doğurgan, erdemli, bereketli, merhametli, şefkatli kadınlar olan imparatoriçeler; ayrıcalıklı bir yere sahiplerdi. Saraydaki önemli görevlerinin yanında, resmigeçitlere, bayramlara ve devlet törenlerine imparatorluk görevlisi olarak katılmaları, imparatorluk tasvirini yaymanın en etkin yolu olan sikkeler üzerinde yer almaları, resmi belgeler ile imparatorluk politikasından sorumlu tutulmaları ve belki de en önemlisi imparatorun hayatını kaybetmesi durumunda tek başına tahta çıkmaları; imparatorluğun kamusal yaşamındaki önemlerini kanıtlar. Bu rollerinin bir sonucu olarak imparatoriçe tasvirleri, imparatorluk ikonografisinde sıklıkla yer alırdı.
İtalya Ravenna San Vitale Kilisesi bema bölümündeki mozaikte maiyeti ile birlikte tasvir edilen İmparatoriçe Theodora, belki de Bizans kadınları arasında en ünlü olan kadındır. Ününün bizim dönemimize kadar gelmesinin nedeni kuşkusuz, renkli ve biraz da imparatoriçelerin içinde bulunmaması gereken bir hayat yaşamış olmasıdır. Babasının hipodrom hayvanları bakıcısı olması nedeniyle küçük yaşlardan itibaren dansçılık yapmaya başlaması ve yaşının ilerlediği dönemlerde de dansçı olarak Konstantinopolis’te iyi bir şöhret sahibi olması nedeniyle Theodora, renkli bir hayata sahip olmuştu.
Tüm şehrin aşık olduğu kadına, Iustinianos da aşık olmuş ve kendisiyle evlenmek istemişti. Amcasının hükümdarlığı zamanında, Iustinianos, imparatorluk ailesi üyelerinin dansçılarla evlenmesine izin vermeyen kanunu değiştirtmiş ve Theodora ile evlenebilmişti. Böylece Konstantinopolis’in aşık olduğu biraz da küçük gördüğü bir kadın olan Theodora, imparatoriçe olacaktı ki nitekim 527 yılında Iustinianos’un imparator olması ile birlikte kendisi de imparatoriçe koltuğuna oturdu.
GÜZEL, GÜÇLÜ VE SERT BİR KADIN: THEODORA
İmparatoriçe Theodora hakkında sınırlı bilgilerimiz, ne yazık ki dönemin tarihçisi Prokopios’un Gizli Tarih isimli ön yargılı eserinden gelmektedir. San Vitale Kilisesi’ndeki mozaik, bize dönemin kadınları hakkında yazılı metinlerin söylemediklerini söylemesi açısından değerlidir. Yeşil mermerlerden yapılmış iki büyük Dor sütunu tarafından çevrelenmiş deniz kabuğu şeklindeki apsisin altında tasvir edilen imparatoriçe, panelin ortasında iki eliyle kalisi uzatır şekilde durmaktadır.
İmparatoriçenin sağ tarafında iki hadım, sol tarafındaysa yedi kadın bulunmaktadır. İmparatoriçe Theodora hakkında sınırlı bilgilerimiz, ne yazık ki dönemin tarihçisi Prokopios’un Gizli Tarih isimli ön yargılı eserinden gelmektedir. San Vitale Kilisesi’ndeki mozaik, bize dönemin kadınları hakkında yazılı metinlerin söylemediklerini söylemesi açısından değerlidir. Yeşil mermerlerden yapılmış iki büyük Dor sütunu tarafından çevrelenmiş deniz kabuğu şeklindeki apsisin altında tasvir edilen imparatoriçe, panelin ortasında iki eliyle kalisi uzatır şekilde durmaktadır. İmparatoriçenin sağ tarafında iki hadım, sol tarafındaysa yedi kadın bulunmaktadır. Bir tarafında kadınlar bir tarafında erkeklerin bulunması, sanki onun cinsiyetler arasında bir sınır olduğunu vurgular. Theodora, maiyetiyle beraber törensel bir ifade ile ilerlemektedir. Theodora’nın fiziksel özellikleri Prokopios’un tarifine uyar: “Onun çekici bir yüzü ve iyi bir vücudu vardı; ama biraz kısa boylu ve solgun yüzlüydü. Yüzünde hafif renk izleri olduğu için tam solgun sayılmazdı. Bakışları her zaman öfkeli ve sertti.” Mozaikte, ciddiyetle hizalanmış, ön cepheden gösterilmiş, ağırlıksız, zemin ile temas etmeyen inceltilmiş ve uzatılmış ayaklar, parıldayan renkler ile görkemli kostümler, altının cömert kullanımı ve hem panelleri çevreleyen hem de aşılmaz bir sınır oluşturan çerçeve; figürleri sonsuzluğun bir çeşidine dönüştürür ve zamansız kılar. Sol köşedeki fıskiyeli çeşme; imparatoriçe ve alayının kilisenin önündeki avluda bulunduklarını hissettirse de arkalarındaki drapeli perdeler, apsis benzeri nişler iç mekanda olduklarını gösterir ki bu da bir paradoks oluşturmakta ve zamansız oldukları gibi, mekanın da tam belli olmadığı bir yerde olduklarını hissettirmektedir.
Bizans imparatoriçelerinin genellikle, kutsal kişilere ve imparatorlara özgü olan hale ile tasvir edilmesi; onların da fiziki varlıklarının yanında arabuluculuk görevi yapan ruhani varlıklar olduğunu destekler. Bu da Bizans imparatoriçelerinin imparatorla neredeyse eşit dünyevi statüye sahip olmaları ile birlikte, imparator gibi ruhani kişiliklerinin de olduğunu kanıtlar.
Bununla birlikte, dönemin imparatorluk figürlerinin sunumunda yoğun olarak kullanılan kabuklu nişin, hemen karşısındaki Justinianus Mozaiği’nde imparatorun tasvirinde değil de neden imparatoriçe Theodora’nın tasvirinde kullanıldığına ilişkin çeşitli varsayımlar ortaya atılmıştır. Aslında bu sorunun cevabı; imparatoriçenin tasvirinde dikkat çeken bazı ayrıntılar ile dönemin erkek egemen toplumunun, imparatoriçe bile olsa bir kadına bakış açısına gönderme yapmasında gizlidir. İmparator Iustinianos’un tasvirinde gerek duyulmamasına karşılık; İmparatoriçe Theodora’nın, bir niş önünde, taç, mor elbise gibi imparatorluğa özgü işaretlerle, boyunun yanındaki diğer figürlerin hepsinden uzun olarak tasvir edilmesi yoluyla erkek egemen Bizans toplumuna bir karşı duruş vurgulanmış olmalıdır. Karşısında yer alan Iustinianos mozaiğinde imparator, tamamıyla erkeklerden oluşan maiyetiyle çevrilidir. Bu durum onun imparator olarak gücünü ve kamu erkliğini vurgular. O nedenle imparatorun tasvirinde, nişe ve boyunun maiyetinden daha yüksek gösterilmesine ihtiyaç yoktur. Ancak imparatoriçenin durumu imparatorunkinden farklıdır. Theodora’nın kamuda resmi bir görevi olmasıyla birlikte o yine de bir kadındır. O nedenle, mozaiğin sanatçısı erkek egemen Bizans toplumunun kadına bakış açısı gereğince, Theodora’nın gücünü ve resmiyetini vurgulamak için bazı semboller kullanmak zorunda kalmıştır. Theodroa’nın rolünün toplumun cinsel söylemine karşı gelmesi, bir kadın ve bir erkek ile nişin altında yer almasında açığa çıkar. Sanatçı toplumdaki cinsel algının bir ihlalini gerçekleştirerek onun statüsünü belirgin hale getirmeye çalışmıştır. Theodora paneli bize, 6’ncı yüzyılda Bizans toplumunda imparatoriçe bile olsa bir kadının toplumdaki rolünün kabul edilmesinde zorluklarla karşılaşıldığını kanıtlar.
‘TÜM KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI’: KADIN
“Bir kadınla konuştuğun zaman sana çok iyi yetişmiş görünse bile dikkat et ve onunla samimi olma, çünkü onun ağlarından kaçamayacaksın. Gözlerin yoldan çıkacak, kalbin tereddütte kalacak ve artık kendinin efendisi olamayacaksın. Şeytan tarafından üç şekilde baskına uğrayacaksın: Kadının görünüşü, niyetleri ve doğası.”
11’inci yüzyıl yazarı Kekaumenos tarafından kaleme alınan Strategikon (Στρατηγικὸν)’da geçen ve oğluna kadınlardan uzak durmayı öğütleyen bu cümleler, Bizans toplumunun kadına bakışını birkaç cümlede özetler: Kadın; zayıf, güvenilmez, çabuk kandırılan, şeytanın oyuncağı ve tüm kötülüklerin nedenidir. Aslında bu öykü, çok eskilerde başlar: Yaratılış mitosunda… Bu öyküde de Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva; Tanrı buyruğunu dinlemez, erkeğin düşüşüne neden olan ve meraklı sıfatları ile öne çıkarılır. Havva’nın kızları olarak tüm kadınların, böylesi negatif söylemlere maruz kalmaları ile birlikte bir yandan da kutsallıkları kabul ediliyordu. Çünkü kadın, aynı zamanda tanrıçaydı. Hıristiyan dininin tanrısını doğuran Meryem (Theotokos- Θεοτόκος)
inancı da yine Ana Tanrıça inancında kaynağını bulur. Bizans’ta bu duygu ikilemi, Adem’i yasak bilgi ağacındaki elmayı yemeye ikna eden ve ilk günahın nedeni olarak lekelenen ‘Havva’ ile Tanrı’nın annesi, saf ve masum ‘Bakire Meryem’ antitezi ile sembolleştirilir. Şair ve besteci Kassia, kadının bu ikili doğasını, İmparator Theophilos, “Bir kadın, erkeğin tüm felaketinin kaynağıdır” diyerek Havva’ya saldırdığı zaman; kendi cinsini şiddetle korumak için Meryem’i kastederek açıklıkla ortaya koyar: “Ve erkeğin yeniden doğuşu bir kadından olmuştur.”
Cinsel bakımdan baştan çıkarıcı, adet dönemleri ve doğumdan sonra kırk gün boyunca kirli kabul edilen, zayıf ve güvenilmez olarak karakterize edilen Bizans kadını; aynı zamanda çocukları ve eşiyle ilgilenen, merhametli ve sevgi dolu bir kadındı. Bu ikileme baktığımızda bile ataerkil düzenin kendi içinde çeliştiğini ve ideoloji uğruna birçok kadının ayrımcılık kurbanı olduğunu anlayabiliriz. Bu ayrımcılık, özellikle rahibelerin erkeklere benzemeye çalışmalarına ve kadınlıklarını reddetmelerine kadar gitmişti. Zira kadınların yaşam alanları erkeğe benzediklerinde genişleyebiliyordu!
Ataerkil Bizans toplumunun yarattığı ideolojideki ikilemi bir yana bırakırsak; Bizans toplumunda kadının günlük yaşamı, evlilik ve ardından anneliği kapsamaktaydı. Bakirelik, eş olma, annelik aslında kadın için kabul edilebilir birkaç Hıristiyan rol idi. Evlilik tamamıyla kilisenin kutsal bir töreniydi ve aile toplumun en temel birimiydi. Kadının en önemli rolü çocuk doğurmak, ailesinin günlük gereksinimlerini yerine getirmek, kız ve erkek çocuklarının ayırt edilmeksizin yetiştirilmesinden ve uygun bir şekilde eğitilmesinden, aile servetinin yönetilmesinden, hane halkının bakımından sorumlu olmak ve kocasına her koşulda destek olmaktı. Kısacası; Bizans’ta kadınlar, önce babaya sonra da kocaya itaat eden, evine bağlı olarak yetiştirilen ve toplumdaki yerlerini bilmeleri konusunda her zaman şartlandırılmış olan ikinci sınıf vatandaşlardı.
Ev içinde neredeyse bütün sorumluluğu kadına veren Bizans ideolojisi, kadını kamu yaşamından dışlamıştı. Kadınlar hakim, bankacı, avukat gibi meslekleri yapamazlardı. Kilisede önemli görevlerde bulunmaları, söz almaları kesinlikle yasaktı. Hatta Bizanslı kadınların sokaklarda bulunmaları bile istenmezdi. Varlıklı ailelerin kadınlarına bekaretlerini ve saygınlıklarını korumak için sokakta eşlik ediliyordu.
Zirai faaliyetlerle uğraşan kadınlar, minyatür, Vat. gr. 747, fol. 203r. Vatikan Apostolica Kütüphanesi, 11’inci yüzyıl.
Evli kadınların ise sokağa çıkışları sosyal sınıfına, yaşadığı bölgeye göre değişiyordu. Köylü kadınlar, bahçe ve hayvanlarıyla ilgilenmek için zamanının önemli bir kısmını ev dışında geçirmek zorundaydı. Maddi durumu iyi olmayan kadınlar, alışveriş veya ev dışındaki işlerini yapmak için sokağa çıkmak zorundaydı. Zorunluluklar haricinde Bizans ideolojisi kadını evlerine hapsetmişti. Bununla birlikte; kilise hizmetine katılma; kaplıcaları, kutsal alanları, aile üyelerini, fakirleri ziyaret etmek; alışveriş yapmak; imparatorluk olaylarına ya da sivil kutlamalara katılmak ve hatta ayaklanmaya katılmak gibi birçok meşru sebep için Bizans kadınlarını sokakta görmek mümkündü. 1420’de Venedikli bir diplomat olan Francesco Filelfo, Bizanslı kadınların yabancılarla ya da kocalarından başka hiç kimseyle iletişim kurmadıkları, geceleri at sırtında peçeli ve hizmetçiler eşliğinde olmaları hariç hiç dışarı çıkmadıkları ve çıktıklarında ise sadece kiliseye veya yakın akraba ziyaretine gittikleri için kocalarından daha saf bir Yunanca konuştuklarını belirtmiştir.
Kilisenin, ordunun ve imparatorluk yönetiminin erkekler tarafından temsil edilmesi; kadınların kamu yaşamının en önemli alanlarından uzak kalmasına neden olsa da onlar, doğrudan ya da dolaylı yollarla politikada kendilerini var etme yolunu her zaman bulmuşlardı. Dolaylı yoldan yani kocalarını, oğullarını etkileyerek politikaya yön veren ve önemli kararlara imza atan aristokrat ve imparatorluk kadınları çok sıklıkla karşımıza çıkar. Bununla birlikte Bizans’ta politikada etkin olan tek grup imparatoriçeler değildi. Hoşlanmadığı siyasi durumlarda sokağa dökülüp isyana karışan ve olayların istediği şekilde sonuçlanmasını sağlayan halktan Bizanslı kadınlar da Bizans politikasında etkin ve doğrudan rol oynayabilmekteydi. Bu politik etkilerden biri 1042 yılında kendisini destekleyen kadınların isyanı ile Konstantinopolis’e ve saraya geri getirilen İmparatoriçe Zoe için başlatılan bir isyanda meydana gelmişti.
Bizans kadınlarına biçilen toplumsal rol, eş ve anne olmak olduğu için güzelliklerine ve zekalarına kültürü eklememeleri için oluşturulan ideoloji, okuryazar ve eğitimli kadınların istenmemesi yönünde olmuştu. Edebiyatın, okuyucularının özellikle de kadınların ahlakı üzerinde çok zararlı etkisi olacağı varsayıldığından edebiyat çalışması kadınlar için eğitim müfredatının bir parçası olmamış ve kadınların sadece dini çalışmaları izlemeleri uygun görülerek onların eğitimi sınırlandırılmak istenmişti. Bununla birlikte, bazı imparatorluk ve saray kadınları gizlice eğitimlerini devam ettirmişler ve hatta edebi ürünlere de imza atmışlardı. 12’nci yüzyılda Anna Komnena, ailesi felsefe öğrenmesine karşı olmamasına rağmen edebiyatla ilgilenmesini istemedikleri için, sarayın harem ağalarından birinin gözetiminde gizlice çalışmak zorunda kalmıştı. George Tornikios, Anna Komnena’nın cenaze konuşması sırasında Anna’nın sıra dışı eğitimini, bilgeliğini ve çağdaş alim erkekler üzerindeki etkisini övmesine karşılık bu özelliklerine başkaları tarafından özenilmemesi gerektiğini de belirtmişti. Anna’yı sadece Antik dönemden birkaç kadın ile karşılaştırılabilir bulmuştur. Anna’nın örekesini ve iğnesini değil de öğrenmeyi tercih ettiğini söyleyerek bir kadına yakışır işin ip eğirme ve dokuma olduğunu belirtmişti.
Aslına bakılırsa; Bizans’ta ideolojinin kadınlara en çok yakıştırdığı iş, ip eğirme ve dokuma yapmak idi. Kadınların dokuma yapması ve dikiş işleri ile
uğraşması o kadar doğaldı ki Psellos, İmparatoriçe Zoe’nin zamanın büyük bir kısmını dokuma için ayırmayı reddetmesinin ne kadar sıra dışı olduğunu belirtir. İmparatorun hakimiyeti altındaki kilise, ordu ve mülki idare görevlerinde kadınların cinsiyetleri nedeniyle bulunmalarına engel olunmasının çalışma alanlarını büyük ölçüde kısıtlamış olmalarına rağmen; dokuma yapmanın yanında kadınların zanaat, ziraat, ticaret, gıda üretimi ve satışı, yatırım ve sağlık gibi birçok alanda da Bizans ekonomisine katkıda bulundukları satır aralarında veya görsel kayıtlarda titiz bir araştırma ile görülebilir. Yani; ataerkil düzenin tüm kısıtlamalarına rağmen Bizans’ta ideoloji, “ne yazık ki” gerçek olamamıştır!
Eğirme ve dokuma yapan kadınlar, minyatür, Eyüp El Yazması, 11’inci yüzyıl
ÖTEKİ TARİH: KADINLAR
Erkekler tarafından yazılan tarih, erkeklerin yönettiği dünyada kadınların toplumsal ve kültürel varlıklarını tek bir role, dar bir alana sınırladı ve ötekileştirdi. Oysaki geçmişten günümüze yaşam, kadınların geleneksel eşlik/analık rollerinin dışında da gerçekleştirdikleri etkinlik ve üretimleriyle süregeldi. Günümüzde artık tarih, kadınların ‘öteki’ rollerini de görünür kılarak yeniden yazılmaktadır. Bu bağlamda; kadın tarihi çalışmaları, geçmişi doğru anlamamız açısından kilit bir öneme sahip olmaktadır.
Bizans tarihinde 11’inci yüzyıla kadar korunan kaynak sayısının az olması, Bizans kadınları hakkında bize ulaşan tarihsel verilerin çok büyük bir kısmının erkekler tarafından yazılmış ve bu metinlerin de her ne kadar tarafsız olmaya çalışsalar da eril bakış açısına sahip olmaları dolayısıyla; Bizans kadınları hakkındaki bilgilerimizin kısıtlı ve yanlı olduğu açıktır. Bununla birlikte tarihsel ve sanatsal veriler birlikte değerlendirildiğinde; Bizans ideolojisi tarafından iyi bir eş ve anne olmakla sınırlanan Bizans kadınlarının; günlük hayatta kendilerine ait özel odalarda kapalı kalmadıkları, festivallere katılıp üretimde bulundukları, birçok faaliyet için sokaklara çıktıkları, dini çatışmalarda ve ayaklanmalarda başrolü oynadıkları; sanatta, kültürde, politikada ve ekonomide tüm kısıtlamalara rağmen önemli roller almayı başardıklarını görüyoruz. Her ne kadar ataerkil ideoloji tersini savunsa da Bizans nüfusunun yarısını oluşturan ve tamamını doğuran kadınların, üretim ve ticaretin önemli bir bölümünden sorumlu oldukları, erkeklerin istediği gibi sosyal yaşamın kıyısında değil tam da merkezinde oldukları ayrıntılardan okunabilmektedir.
Aslında; son zamanlarda kadınları da göz önünde bulundurarak yeniden yazılan tarih, sadece Bizans’ta değil tüm zamanlarda kadınların toplumun merkezinde bulunduklarını kanıtladı. 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih dışı bırakılan tüm kadınlar artık tarihin de merkezinde. Günümüzde de ötekileştirmeden, tarih dışı bırakmadan, aslında tam da olduğu gibi kadınların topluma, hayata kattıklarını gerçek haliyle kayıt altına almaya gelecek kuşaklar için ihtiyacımız var. Çünkü, gerçeğin olduğu gibi anlatıldığı bir toplumda yaşamak hem erkeklerin hem de kadınların birincil hakkıdır.
*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Dr. Öğr. Üyesi.
Yorumlar kapatıldı.