Alanında Türkiye’de ilklere imza atan, antika dünyasının köklü ve en tanınmış müzayedecisi Raffi Portakal, yıllardır heybesinde biriktirdiği deneyimleri, keyifli sohbetiyle tv100.com’dan Kardelen İnce ile paylaştı.
Öğle vaktinin geride bıraktığı mayhoş ve sıcak havayla karışmış Valikonağı caddesinden geçiyorum sanat evine.
Sokağa vardığımda gözlerim 8 numarayı arıyor, 8 numara Portakal Sanat Evi. Caddenin başındaki karmaşa, dükkânların gürültüsü sadece iki adımda geride kaldı o an, aradığım bina tam da karşımda. Caddenin en sade binası şüphesiz, sade ve net. Dışardan içeriye doğru kıvrılarak uzayan merdivenleri, bordo halıların aralarına özenle yerleştirilmiş gümüş halı pençeleri süslüyor.
Ahşap kapının hemen ardında duyduğum ilk ses, sıcak bir ‘hoş geldiniz.’
– Raffi Bey’e haber verelim hemen, çalışma odasında.
Haftalardır her gün sanat evini arayıp ‘Raffi Bey geldi mi, bir haber var mı’ sorularıyla yokladığım insanları görünce biraz utandım doğrusu.
Raffi Portakal’ı karşımda görünceyse her şey geride kalıyor, az değil 110 yıllık köklü bir kuşağın temsilcisi, alanının en iyisi. 10-15 yıl öncenin röportajlarını hatmettiğimden anlıyorum, zamanı belli bir noktada durdurmuş. Hala çok dinç; zaman ne enerjisinden ne de neşesinden bir şey götürmemiş, aksine çoğaltmış. Alnına dökülen gür saçlarındaki dağınık grilikler, yaşanmışlıkları gelişi güzel kucaklıyor.
Nazik bir hoş geldiniz faslından sonra önce yaşımı soruyor, gözlerini aralayarak hafif bir tebessüm edip, ‘Bu kadar genç olduğunuzu bilseydim, kabul etmeyebilirdim’ diyor.
Gülümsemekle yetinip, şanslı olduğumu farkına varıyorum ancak yüküme yük binmedi değil. Şimdi teklemeden sormam lazım soruları, umarım derdimi dosdoğru anlatırım cinsinden evhamlarımla röportajı gerçekleştireceğimiz hazine odasına, Raffi Portakal’ın kütüphanesine geçiyoruz.
Güzel kokmak isterken, parfümü fazla kaçırmışım, o anlıyor ben ise çektiğim her nefeste utanıyorum. Emektarından rica ettiği şeffaf cam şişedeki parfümünü sıkarak ‘Size eşlik edeyim, o halde diyor’ ve ben o an Raffi Portakal tarafından onurlandırıldığımı anlıyorum.
-Ben hazırım
-Başlayalım o halde
-Hayhay
Kimdir Raffi Portakal, ne yapar?
Portakal sanat evi, işimiz dört kuşaktır devam ediyor, ben üçüncü kuşağım. Dedem, babam ve ben. Kuruluşu belgelere dayalı 1914 yılı yani 100.yılımızı devirdik. Devireli de 10 sene oldu. 110 yıldır bu müessese Türkiye’nin, dünyanın şartlarına rağmen çok şükür ayakta duruyor ve her yıl yenilikler getirebilir. Dünkü sanatın yanı sıra güncel sanatı da insanlara aktarmak için çok çalışmak lazım. Dünü çok iyi bilmek lazım, dünyada neler olup bittiği bilmek lazım. Sadece sanat alanında değil, ekonomi alanında da siyasi alanda da neler oluyor bilmek lazım.
Türkiye Cumhuriyet’inden daha eski devraldığınız miras.
Evet, mesela 1921’de Cumhuriyet’e iki yıl kala, 2. Abdülhamit’in 8. Oğlu Prens Burhanettin’in Yeniköy yalısında dedemin yaptığı bir müzayedenin afişi var. 4 dilde yazılmış; Fransızca, Eski Türkçe, Ermenice ve Rumca.
Bu bize dört dilde alıcı olduğunu gösteriyor. Böyle bir yerden kopup günümüze geliyoruz.
‘Günümüzde günün gerektiğini çağdaş sergiler, konferansalar, dışarıdan gelen sanatçıların sergileri sanırım bunların arasında en sansasyonel olanı Picasso, Monet gibi büyük ustaların yer aldığı sergiydi’ diyor ve hemen araya girip, aklıma kazınan o gazete başlığını hatırlatıyorum: ‘Picasso Nişantaşı’nda!
Gülümseyerek, ‘evet, evet o başlığı atmışlardı’ diyor.
”MAYA, BİR ŞAHESERDİR”
Günümüze gelmişken bu mirasın 4.kuşak temsilci Raffi Portakal’ın tek sanat varisi, kızı Maya Portakal Bitargil’den konu açılıyor ve Raffi Bey’in gözlerine farklı bir ışıltı geldiğini görüyorum.
‘’Maya muazzamdır, Maya bütün eserlerden daha eser daha şaheserdir. Hem doğduğu aileye hem şu an kendi ailesi olan Bitargil ailesine çok şey yapacak daha. Çok genç, bir düşünün.
DAMITILMIŞ DENEYİM: ”AYAK İZLERİNİ TAKİP ETMEK”
Geçmişte tıpkı kızınız Maya Bitargil gibi, siz de babanızı temsil etmişsiniz. Eski demeçlerinizden şu anlatımınız çok değerli, ‘ayak izlerine basmadan takip etmek…’
Hatırlattığım bu sözü, çok mutlu ediyor onu ve ‘Doğru, dikkatinizi çekmiş’ diyerek söze başlıyor:
Bir insan, bir şeyi devam ettirirken ayak izlerini takip etmek ister, elbette takip etmeli ama hoşuna gitmeyenlere basmadan. Babamla iki erkek, çatışmalarımız da oldu elbet. O dönem babamın işleri uçmuş, çok önemli müşterileri var bir de ben çıkıyorum, yeni yetme biri. Yenilikler yapmak istiyorum, yapıyorum da.
Aslında babanız da yenilikçi birisiymiş.
Çok, kendimi dönemi içinde çok yenilikçi bir adamdı ama hem babamda hem başka antikacılarda şunu çok gördüm. İnsan kendi dönemini yaşarken şuna çok dikkat etmeli, orada kalmaması lazım. Kendi döneminde yaşarken gelecekte neler olup biteceğini görmesi lazım. Buna Fransızlar ‘avangart insan’ derler, öncü yani. Çok önemlidir, bu işler öncü bir tavırla yürüdü. Babam bu anlamda da çok işler yaptı, mesela öncü yoktu Osmanlı’da, katalog konusunda örnek yoktu.
Ben ona göre daha şanslıydım, ben müzayedelere batılı anlamda kataloğu getirdiğim zaman, -ben yaptım desem ayıp olacak ama öyle- Dışarda çok örnek vardı. (gülüyor)
Sorumluluğu ağır bir miras sizin omuzlarınızdaki ama siz devraldığınız çıtayı daha yukarı çıkartıyorsunuz sanırım.
Buna öyle mi desek yoksa günün şartlarını zorlayıp, yeni şeyler yapmayı görev edinmek mi? Sanat dünyasında, günümüzü takip etmek yetmez. Bu coğrafyadaki insanların buna hakkı olduğunu düşünüyorum. Hayat giderken; şanslar, tesadüfler, bilgi, insanlarla iletişim çok önemli.
‘’Antika işinde katalog basit görünür ama önemlidir. İnsanlara; eserlerin kalitesi, özellikleri hakkında sessiz bir vaatte bulunmaktır.
RAFFİ PORTAKAL’IN SAKIP SABANCI İLE OLAN HİKAYESİ NASIL BAŞLADI?
İnsanlarla iletişim, işte tam da bu noktada Sakıp Sabancı ile uzun yılları bulacak olan olan ders niteliğindeki etkileşimini anlatıyor, Raffi Portakal. Röportajı götürüyor adeta. İletişim demişken, konuyu özüyle verip, bir sonraki lafını ustalıkla bağlıyor, ağzından her dökülen kelimeye.
Sakıp Sabancı… Hayatınızdaki yeri sizin için önemli değil mi?
Benim için çok önemli biri.
Galeriye geliyor, siz gezdiriyor ve anlatıyorsunuz ancak bir hayal kırıklığı var hikâyede değil mi? Hiçbir şey almadan çıkıyor belki yanlış olacak ama bir esnaf davranışı sergilemiyorsunuz…
‘Çok doğru oluyor’ diye onaylıyor beni ve o cesaretle soruyorum:
Bilerek mi öyle davranmıştınız?
Esnaf davranışı yerine onun alışık olmadığı bir şekilde davrandım. Belki o gün satamazsak bile ilerde bir merak sahibi olursa bir şeyler yapabiliriz düşüncesi de var ancak bir yandan da geldiği yıl 1975-76 yılları, karşımda bir imparator var ama şunu unutmayın ki Kardelen, ben o zaman 28 yaşlarındayım, o kadar. Şimdi kendinden biç, babam da orada. Ben de ona kendi istediği cevaplar yerine, kendi doğrularımı söyleyebildim. Sonra beni evine davet etti, tekrar tekrar anlatmayayım ama oradaki anahtar cümle şu olmalı:
”Sakıp Bey siz dünyayı merak ediyorsunuz, dünyadaki önemli insanların evinize gelmesinden onur duyuyorsunuz. Bir yandan da şunu görüyorum ki evinizdeki antikalar, -bir kısmı da babamdan ve dedemden alınmasına rağmen- bunlar çok önemli eserler değil. Bunların önemlileri, sizin aklınızın alamayacağı derecede pahalı eserler ve batıda bunlardan ibadullah var. Siz Türkiye’de üretilmiş eserlerle evinizi donatırsanız, o sizin için bir kimlik olabilir dedim. ‘Ne olabilir?’ dedi. Tablo olabilir, gümüş olabilir, hat olabilir dedim.”
Hat demişken oraya gelecektim. Henüz yeni bir yayında gördüm. Genç bir koleksiyoner sizin hat sanatına yapmış olduğunuz katkılardan sitayişle bahsediyor, hala teşekkür ediyorlar size. O kadar değerli bir şey yapmışsınız ki hat sanatı için. (O an adını hatırlayamadığım yayın, Adem Metan’ın koleksiyoner Mehmet Çebi ile yaptığı bir sohbete ait.)
Sağolsunlar, ben de bir teşekkür borçluyum onlara demek ki. Hat sanatı, tablo değil ama hat. Tam bu toprakların ruhunu ileten bir sanat.
O dönemlerde fiyatlarda çok ucuz galiba, siz henüz keşfetmediğiniz için. Şimdi bulmak zor.
Bedava, bedava… Hatta şöyle söyleyeyim. Sakıp Bey’e bunlar çok değerli diye gösterdiğim vakit o zaman bir şey söylemedi ama sonradan anladım. ‘Bunlara çok değerli, diyor Raffi, ben ona inanıyorum ama bu fiyatlara değerli olduklarına inanamıyorum.’ Lakin bana verdiği şerefi düşünün, resim ve hat sanatı üzerine bir müze yapımında ön ayak oldum, fikir verdim. Dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Metropolitan Museum’da hat sergisi yaptık. O güne kadar Türkiye’de tahayyül edilen bir şey değil.
Harvard Üniversitesi’nde ders olarak okutuluyor bir de değil mi?
O, daha sonra. Ancak o müzede, ne yemek verileceğine kadar karıştık. Çok çalışmalıyız derken bilmem anlatabildim mi.
Müthiş bir gece, inanılmazdı ağlarsınız. Bir de Sakıp Bey’in bir konuşması vardı o gece, İngilizce. Bir podyuma çıktı. ‘Allah’ım’ diyor, elleri havada ‘yukardan annem babam bana bakıyor, bana sen nasıl böyle bir müzeye gelip de bunları yaparsın diyor’ şeklinde çok duygusal, kendiyle alay eden bir konuşması vardı. O Amerikalı sofistike kalabalık, Sakıp Bey’i ayakta alkışladı.
Bu kadar başarılı olacağınızı düşünür müydünüz gençliğinizde?
Hayır, bu biraz işin ve zamanın getirdiği duyguyu kavramak, hissetmek, değerlendirmek. Benim gençliğimde Türk eserlerine enternasyonal rağbet olacak deseler, ben değil kimse inanmazdı.
Peki, siz ne yaptınız da bunlar oldu? Tuzluktan başka bir sırrı var mı işin?
Gülerek yanıtlıyor, ‘’O dedemin uğuru, müzayedeye tuzlukla başlıyordu. Uğur meselesi bir tarafa, koşulları, gelişmeleri takip etmek lazım yoksa gelip size dünya size çarpar. Bana göre burada mühim olan senin kültürüne, ailene ters gelebilir ama çok paraya hayır diyebilmek lazım. Şimdi kızımla yeni bir projeye çalışıyoruz. Kızım da görüyorum onu, bana kalmadan o söylüyor. ‘Daha sade olmalıyız, süsten, abartıdan uzak durmalıyız’ diyor.
Bir çanta koleksiyonu gözüme çarptı sitede. Hatta bir müzayede de düzenlemişsiniz.
Evet, kızım yaptı onu.
Hah, tahmin ettim. Acaba siz de babanızla yaşadığınız çatışmalar gibi kızınızla bir çatışma yaşadınız mı bu konuda. Yenilikçi bir fikir çünkü.
Hayır, tamamen serbestti. Babam da beni çok serbest bıraktı aslında, bu da bir geleneği yaşatmak baktığınız zaman, yenilikçilik. Doğrusu evet, çanta satmak küçük burjuvanın zevklerini tatmin etmek için olan biten bir şey gibi gelebilir, benim tasvip edeceğim bir şey değil gibi duruyor. Ancak o çantaların, aksine parasal değeri değil, dizayn değeri var.
Prestiji de var, biraz baktım her yerden bulunabilecek parçalar yok.
Evet, evet.
”GÖRGÜ, ÇOK PARA HARCARKEN AZ PARA HARCIYORMUŞ GİBİ YAPMAKTIR’
Varsıl bir aileden geliyorsunuz, antikaya meraklı kemik kitle de imkânı olan insanlar genellikle ama kültürel bilinç çok yok tahminimce. Zorlanmadınız mı, hırslanmadınız mı mesela?
Bu hırsın sonu yok. Paranın ve zenginliğin isteği her zaman artar. Daha iyi ev, daha iyi araba istersin. Araba senin prestijin demek ama o prestiji kendine değil, dışardaki insanlara gösteriyorsun.
Her ailenin diğer ailelere göre bir pozisyonu var, bir de karakter. Bizim ailenin karakteri nasıldı; ben de öyleyim, babam da öyleyi, kızım da öyle. İyi bir yemek yiyeceksek, iyi bir şarabı ısmarlamaya çalışırız. Cebimizdeki parayla orantılı değildir.
Bu görgü oluyor galiba.
Yani, yok biraz da enayilik diyebilirsin (gülüyor). Çok para harcamak görgü değil, çok para harcarken az para harcıyormuş gibi yapmak görgü. Şampanya açtırıyorsan, garsona içeride aç öyle gel demek, görgü. Gürültüsüz, patırtısız.
”FEODALİZM, SERVET BİRİKTİYOR”
Eski bir röportajınızda yılda iki kez müzayede düzenlemeye çalıştığınızı söylemişsiniz. Şimdi durum nedir?
Müzayede meselesi Türkiye’de Batı’dan biraz farklı hale geldi. Osmanlı’dan günümüze muazzam çok eser yok. Türkiye’de az eser var, sirkülasyon da az oluyor. Bazı eserler de demode oluyor.
Sistem şöyledir, Osmanlı’da da az çok böyledir; kont yahut kral yani tepedeki insanın giydiği gibi, yaşadığı gibi ister aristokratlar. O yüzden Batı’da aristokrasi vardır, bu yüzden de bu aristokratların yaptırdıkları, giydikleri günümüze kadar yangınlara, savaşlara rağmen gelebilmiş ama Türkiye’de geçmişte sultan var, çevresinde aristokrasi yok. Kendisinin tayin ettiği vezirler var, onlarda devşirme.
Batı’da feodal bir sistem var, biz feodalizmi kötü okuduk lise yıllarında. Artıları, eksileri var bu sistemin. Bu sistem oralarda servet biriktiriyor. Dolayısıyla dünün markileri bugün fakir oldu ama o şatolar kaldı.
Eskiden yeni yeni zenginler olan insanlar bilinçsiz de olsa evine baskı tablo yerine gerçek bir eser koymak isterdi en azından. 2000’lere göre antika bilinci konusunda ya da sanat diyeyim direkt daha mı kötü Türkiye’deki kemik kitlenin durumu?
Bu zamanla kazanılacak bir şey, bilgi ve görgü. Bir de ‘onun gibi’ etkisi, ülkedeki siyasi güç, doğru sanatı besleyecektir şüphesiz. Bir de para yetmiyor, evi herkes yapar ama sanat eseri sana özel bir şey.
”KEŞKELERİM YOK”
Hiç satmaya kıyamadığınız ya da satıp da pişman olduğunuz bir eser oldu mu?
Fransızların bir Edith Piaf’ı var. Edith Piaf çok muazzam bir hayat yaşamış, müthiş bir tedrisattan geçmiş. Ben öyle biri değilim ama kadın bir şey diyor; Non, je ne regrette rien yani hayır, ben hiç pişman olmadım.
Hiç keşkeleriniz yok mu, anlık da olsa?
Hayır, yok.
Siz koleksiyoner de değilsiniz, çok garip.
Bunlarla takılıp kalamam. İyi bir antikacı, koleksiyoner olamaz. Parayı görünce satarsın, yalnız para için değil müşteri kazanmak için satarsın.
RAFFİ PORTAKAL YAKIN DOSTU FERİT EDGÜ’YÜ SELAMLIYOR…
Son olarak yakın dostunuz yazar Ferit Edgü’yü yakın zamanda kaybettik, bir şeyler söylemek ister misiniz?
Derin bir ah çekiyor iki kez ve ekliyor:
Ne söylemek istemem ki benim yalnız dostum değil, büyük harflerle mihenk taşım. Mihenk taşı ne demek bilir misin? Ayar veren, değer veren, katan, sana değerini söyleyen. Çok danıştığım, çok sevdiğimdi. Dünya çapında bir dergi olan ‘P’ dergisini birlikte yaptık. Ailedendi, muazzamdı.
Bu keyifli sohbet, gözümün önünden hayat boyunca gitmeyecek olan görsel bir şölenle sonlandı. Raffi Bey’den onayı aldım galiba almasam Osman Hamdi sanatı ile buluşturmaya layık görmezdi beni.
130 küsür yıllık bir tablo; Osman Hamdi’nin Türbe Ziyaretinde İki Genç Kız tablosu tam karşımda. Fırça darbeleri, o taze akışkanlık hala o kadar canlı ki sizi de sarıyor, renklerine bürünüyorsunuz.
Tabloda kıvrılan halı sanki ayaklarımın altında, etkilenmemek imkansız. Sonra Raffi Bey’i anımsıyorum; tıpkı önümdeki tablo gibi.
Bir ustanın mirası, şaheseri. Onun da yıllara rağmen renkleri hala taze, etkileyici ve capcanlı.
İlk yorum yapan siz olun