İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Onuncu yıldönümünde Şengal Êzidî Soykırımı’nı yeniden düşünmek

Namık Kemal DİNÇ*

Şengal’de yaşanan 73. Ferman’ın onuncu yıl dönümünde (aradan geçen her yıl dönümünde olduğu gibi) Êzidîlerin maruz kaldığı soykırım anılacak, yazılar yazılacak, acılar dile getirilerek IŞİD canilerine beddualar okunmaya devam edilecek.

  1. yüzyılın başlangıcında bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşen ve televizyonlardan naklen yayınlanan Şengal Êzidî Soykırımı’nın mutad anmaları değerli olmakla birlikte, bu yazı, anmadan ziyade neler yaşandığını, neden yaşandığını yeniden düşünmek gayesi gütmektedir.

Yeniden düşünürken, Êzidîlerin inançlarını, rütiellerini, geleneklerini, yaşam alışkanlıklarını tarif etmek, güzellemeler dizmek ya da yermek veya tartışmaya açmak gibi bir amacı da yok.

Aslında Ortadoğu’da gökle yer arasında tarih boyunca olan ve olmaya devam eden hiçbir şey yeni ve bilinmez değil. Hatta tekerrürden dolayı hafızamız sanılandan çok daha derin ve güçlü. Öylesine güçlü ki her şeye bir ad takmak, damgalamak, unutmaya müsaade etmeyecek izler bırakarak hafızaya kodlamak ve nesiller boyu aktarmakta dehşetengiz bir maharete sahip.

“İKİ KERE ÖLDÜRÜLMEK”

2014 yılında yaptığımız bir görüşmede Şengalli bir Êzidî yaşadıklarını böyle tanımlıyordu. Yüzyıllardır Şengal Dağı’na ve coğrafyasına yaslanarak varlığını sürdürmüş, kadim bir inancı bütün engellemelere rağmen bugünlere taşıyan etno-dinsel bir topluluk soyu kırılsın, yok olsun diye her türlü canavarlığa maruz kaldı. İnsan öldürmeyi meşrulaştırmanın ötesinde varlığını böcekten daha değersiz kılan ideolojik manipülasyon (ister dinsel motivasyon deyin ister hala cari fetvalar olarak okuyun) sayesinde, mezbahaya dönüştürülen “Êzidî Dağı’nda” halihazırda 61 toplu mezar açılmış, onlarcası da açılmayı beklemekte.

Şengal Soykırımı, insanı “öldürmekten beter eden” ürkünç usulleriyle hafızalarımıza işledi. İnsanın köleleştirilmesi hangi yüzyılda kalmıştı? Ya da ele geçirilen kadınlara sen artık bizim cariyemizsin, istediğimiz her şeyi yapacaksın denilmesi? Veyahut zorla din değiştirmenin dayatılması? Zorla Müslümanlaştırılıp savaşa sürülen çocukların annelerini, babalarını, akrabalarını öldürmeye gönderilmesi?

Neler yaşanmadı ki? Bunları tek tek sıralamaya hacet var mı? Sadece Êzidî kadınların hala yaşadıkları travma bile sözü anlamsız kılmaya yeter. Ya da basına yansıdığı gibi Êzidî çocukların IŞİD’lilerin kaçırdığı ülkelerde köle olarak kullanılmaya devam ediyor olması insanlığımızdan utanmak için yeterli değil mi? Bu çocukların Şengal’den yüzlerce, binlerce kilometre uzakta Türkiye’nin başkentinde köle olarak yaşamaya zorlanması veya Katar’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Suudi Arabistan’ın ve daha birçok ülkenin bilinmeyen bir şehrinde bu çileyi yaşamaya devam ediyor olması nasıl büyük bir utanç!

Ve tabii bütün bu haksızlıkları, bütün bu utancı giderecek uluslararası, ulusal hukuki çabaların olmaması! Sadece Êzidîlerin ve sınırlı bir insan grubunun gayretleriyle kaderine terk edilen bu insanların kurtarılmaya çalışılması. Ortadoğu’da soykırıma göz yuman ya da dolaylı olarak destek veren devletlerin hiçbirinin soykırımı resmen tanımamış olmasının bunda payı nedir acaba?

Tevrat “Önce söz vardı” diye başlar. Sözün kutsallığı bu toprakların geleneğindendir. Peki sözün anlamsızlaştığı, insanın değersizleştiği bir noktada bu “kutsal” diye bilinenlerin etkisi yok mu? Buyurun İsrail’in Gazze’de devam eden soykırımına bakalım. İnsan yiyerek büyüyen bir Leviathan’dan başka ne ki İsrail?

HALA CARİ OLAN İÇTİHATLAR

Şengal Soykırımı’nı yeniden düşünürken nedenlerine niçinlerine daha çok kafa yormak zorunluluğu var. Vahşetin sorumluluğunu sonradan ismini İslam Devleti olarak değiştiren IŞİD [1] (Irak Şam İslam Devleti) canilerine yükleyip kurtulmak mümkün mü? Ya onların yeniden yeniden üremesini sağlayan zeminin, içtihadın varlığını nereye yerleştireceğiz? Bu zeminle, bu akıl(sızlıkla) hesaplaşmadan “bir daha asla” yaşanmaz diyebilir miyiz? 19. yüzyılda mağduriyet üzerinden gelişen siyasal İslam’ın yüzyıllar öncesine refere ederek geliştirdiği içtihatları (fetvaları) ulus devlet paradigmasıyla meczederek nasıl bir kıyıcılığa sebep olduğunu görmek gerekmiyor mu?

Türkiye devleti “nüfusumuzun yüzde 99’u Müslüman” derken bu kıyıcılığı ikrar etmiş olmuyor mu? Cumhuriyet ilan edildiğinde dünyadaki Êzidî nüfusun yarıya yakını Türkiye devletinin siyasal hâkimiyetindeki topraklarda yaşarken bugün resmi sayıların sadece birkaç yüz kişi ile sınırlı kalması aynı aklın ürünü değil mi? Irak devleti kuruluşundan beri Êzidîleri tanımadı, “siz Arapsınız” dedi. İnançlarını değiştirmek, İslamlaştırmak için her türlü baskıyı yaptı. Şengal’de Êzidîlere soykırım uygulayan İslam Devleti bu zeminden beslenmedi mi? Şengal’daki Müslümanların (istisnalar dışında) çoğunlukla kırıma iştirak etmesi başka nasıl izah edilebilir?

İslam Devleti’nin 2014 yılında yaptıklarıyla Osmanlı döneminde Şengal’de yapılanlar arasındaki sürekliliği görmek için Evliya Çelebi’nin yazdıklarına bakmak yeterli. Melek Ahmet Paşa’nın komutasında “İslam ordularının Şengal’deki Yezidileri kebap ettiğini, yüklü miktarda ganimete el koyduğunu, kadınlarını ve çocuklarını esir edip köleleştirdiğini” büyük bir zevkle anlatır Evliya. Onları hep aşağılayan tabirler kullanarak insan olarak görmediğini gösterir. Ömer Vehbi Paşa’nın 1892’de II. Abdülhamit’in talimatıyla Fırkayı Islahiye ordusuyla tashih-i itikad adına yani zorla İslamlaştırmak için yaptığı katliamlar Êzidîlerin hafızasında Ferik Paşa Fermanı olarak özel bir yere sahiptir. Tarih boyunca sayısız kırıma (fermana) uğrayan bir topluluktan bahsediyoruz.

Bu topraklarda azınlıkta kalmış olanlara, farklı inanç ve kültürü yaşamayı devam ettirenlere tahammülsüzlük ve yok etme arzusu hala çok güçlü. Soyları neredeyse yok düzeye indirilmiş Ermeni, Rum, Süryani düşmanlığının hala çok revaçta olmasının izahı zor olsa gerek. 2016 yılında başarısız darbe girişiminin olduğu günlerde Malatya’da Alevi mahallelerine saldırılar gerçekleşti. Kalabalık halde biriken güruhlar sanki darbenin sorumlusu gibi Alevilere saldırmaya başladı.

O günlerde yapılan bir röportajda orta yaşlı bir Alevi kadını ağlayarak derdini anlatırken bunların başlarına “sahipsizlikten” dolayı geldiğini söylüyordu. Bu grupların hukuk şemsiyesinin koruması altında olmaması, eşit vatandaş olarak görülmemesi, devletlerin azaltma, zayıflatma, dönüştürme stratejilerinin alttan alta devam etmesi bu arzuları, nefreti, saldırıları besleyen zemin değil mi?

Osmanlı bakiyesi bu topraklarda bitmeyen bir ayrımcılık, dışlama, ırkçılık ve dahi “Apartheid” rejim(ler)i hüküm sürmeye devam etti. Osmanlının resmi söylemiyle toplum ikiye ayrılmıştı. Millet-i Hakime olan Müslümanlar ve Millet-i Mahkume olarak kodlanan gayri-müslimler. Yüzyıllarca bu ilke çerçevesinde şekillenen toplulukların davranış kalıplarında değişiklik o kadar kolay olmayacaktı.

Kaldı ki 19. yüzyılda gayri-müslimler lehine yapılan bütün düzenlemeler Müslümanların tepkisini çekmiş ve ayrıcalıklarından vazgeçmek istemediklerini kimi zaman eylem kimi zaman protesto telgraflarıyla merkeze bildirmekten geri durmamışlardı. Hiçbir zaman gayri-müslimlerle eşit olmayı içine sindiremeyen büyük bir “çoğunluk” vardı.

1912 ile 1922 arasında vuku bulan kırımlara toplumsal katılımın hayli yüksek olmasının başka izahı yoktur. Êzidîler, Kızılbaşlar, Bektaşiler, Kakailer, Durziler gibi grupları ise Hıristiyan ve Yahudiler gibi zimmi statüsünde kabul edilmedikleri için sapkın ve katli vacip olarak kodlanmışlardı. Osmanlı sonrası kurulan “modern” ulus-devletlerin bu refleksi de devam etti. Ortadoğu’da hukukun üstünlüğünün hayat bulduğu, eşitlik, özgürlük, hak ve adaletin cari olduğu bir rejim maalesef ki kurulamadı.

Tarih yaprakları 3 Ağustos 2014’ü gösterdiğinde Şengal’de Êzidîler verilen bütün sözlerin karşılığı olmadığını, “sahipsiz” kaldıklarını gördüler. Bağlı oldukları devlet, o devletin içindeki özerk yapı, komşu ülkeler ve dahi dünyanın süper güçleri İslam Devleti’nin hunhar saldırıları karşısında onları kendi başına bıraktı. Sanki elbirliği, söz birliği etmiş gibi bir anda sahadan çekilmeleri modern zamanların canavarlarına, cellatlarına buyur gir demekten başka bir şey değildi.

Bütün bu güçlerin geri durmalarının elbette bir nedeni olmalıydı. Şengal’in stratejik konumu, burası üzerinden yapılan gelecek projeksiyonları (Irak-Suriye-Türkiye sınır üçgenine hâkim olma; kalkınma yolu projeleri; petrol kaynaklarına sahip olma vb.) buradaki Êzidî varlığını bir sorun olarak görmekte ortak müşterekleri oluyordu. Şairin dediği gibi “söylemeye dilim varmıyor ama” sonucun bu minvalde olmasından başka seçenek bırakılmadı. Êzidîler en zor koşullardaki direnişleriyle fiziki varlıklarını korumaya çalıştı. Kendilerine kol-kanat gerenleri ise bağırlarına bastı, kutsalları içerisindeki 12 melekle özdeşleştirdi.

İNSANLIK BORCU

Şengal’de halihazırda Êzidîler lehine, onların çıkarını önceleyen, geri dönüşlerine imkan sağlayacak düzenlemelerin yapılmıyor olması aynı projeksiyonların devam ettiğini göstermekte. 1920’de Şengal, İngiltere ve Fransa arasında ikiye bölünerek yönetildiğinde, Êzidîler, aşiret birliklerinin resmen tanınarak kendilerini koruma altına almak istemişlerdi. Bunu kabul etmeyen Büyük Güçlere karşı da savaşmışlardı.

Şengal Dağı’nın batılı araştırmacılar nezdinde ismi Êzidî Dağı’dır. Êzidîlerin buraya Êzidxan (yada Êzdixan) demesi boşuna değildir. Bu yakın ve geçmiş tarih deneyimi bize Şengal’in gerçek sahibi olan Êzidîlerin kendi özyönetimlerini ve öz savunmalarını kurmalarının zorunlu olduğunu anlatmakta. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların gözetim ve denetiminde, ulusal ve uluslararası hukukun sağlayacağı güvencelerle özerk bir Şengal yönetiminin oluşturulması soykırıma verilecek en doğru cevap olup bu kadim topluluğa karşı insanlık borcudur.

  • Araştırmacı

[1] Temelleri 1999-2013 yıllarında atılan ve kendisini Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak lanse eden cihatçı, selefist örgüt 2014 yılında itibaren ismini İslam Devleti olarak değiştirmiştir.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.