Sergi kapsamında İmrozlu Rumlarla yapılmış mülakatların bulunduğu, aynı isimde bir de belgesel vardı. Bu belgeseli YouTube’da seyretmek hâlâ mümkün. Baskı politikalarına bizzat şahit olmuş insanlar, başlarından geçenleri anlatıyorlar. Dinleyin bakalım, baskı politikaları ‘sözde’ miymiş, değil miymiş… Suyun öte yanına baktığımızda Yunanistan devletinin de azınlıklara muamele konusunda sicilinin pirüpak olmadığını görüyoruz. Sözünü ettiğim belgeseli seyrederken tesadüfen başka bir haber önüme düştü.
Bilmem hatırlar mısınız, geçen yaz İmroz (Gökçeada) Rum toplumunun başına gelenleri konu alan, ‘Yeniden Buluşacağız: İmroz’un 1964 Belleği’ başlıklı bir sergi, İstanbul’dan sonra ikinci durağı olarak İmroz’da açılacaktı ama şovenistlerin kopardığı yaygara ve tehditler sonucunda açılamadı. Bu tehditkâr yaygaranın başını, Gökçeada Kent Konseyi Başkanı Bülent Aylı çekmişti. Aylı, serginin yaratıcılarından gazeteci Melike Çapan’a serginin isminden yani “Yeniden buluşacağız” sözünden ve “1964’ün gündeme getirilmesi”nden rahatsız olduklarını söylemişti. Gaspçıların en büyük korkusunu yani gasbettiklerinin bir gün kendilerinden geri alınacağı korkusunu gizleyemeyen Aylı, resmî milliyetçi söylemin tüm hamasi ve tehditkâr klişelerini tekrarladığı açıklamasında, “sözde kimliksizleştirme politikasının anlatıldığı” serginin “devletin manevi şahsiyatını hedef aldığı”nı ve “Adada yaşayan Osmanlı bakiyesi Türk milletini rencide ettiğini” söylemişti.
Yeniden Buluşacağız sergisinin İstanbul’daki açılışından bir kare FOTO: Berge Arabian
Aylı, ‘sözde’ kelimesiyle bilindik inkârcı politikaları tekrar ederken “Osmanlı bakiyesi Türk milleti” diyerek, adadaki Türklerin eskiden beri orada yaşadığı imasını da araya sıkıştırıyor. Açıklamayı gene hamaset ve tehditle, şöyle bitiriyordu: “Hiç kimse devletimizi ve milletimizi küçük düşüremez. Hele de bizim toprağımızda. Devletimiz Rumlara verdiği hakları da gözden geçirmelidir. Batı Trakya kan ağlarken bunlar bize bizim ülkemizde sövmeye kalkıyor. Kimin haddine.”
Neyse ki tüm İmrozlular Aylı gibi düşünmüyor. Onun nefret söylemi içeren bu açıklamasına karşı 111 imzalı bir suç duyurusunda bulunulmuştu. Bu grup, yaptığı basın açıklamasında Aylı’nın ifadeleri hakkında şunları söylemişti: “Biz adada yaşayan her kesimden insanlar olarak [Aylı’nın ifadelerini] son derece kaygı verici, art niyetli ve tehditkâr buluyoruz. Bu açıklama, içerdiği nefret ve düşmanlığa sevk edici, kışkırtıcı diliyle bir arada barış içinde yaşama isteği olan tüm ada halkını rahatsız etmiştir. Bu topraklarda yaşayan kimsenin herhangi bir şekilde kendi kimliği ve geçmişinden ötürü incinmesini istemeyiz. Biz ada sakinleri olarak bu adada yaşayan herkesin değerlerine, kültürüne ve varlığına eşit ölçüde saygı duyuyor ve bunları korumaktan mesul hissediyoruz. Kent Konseyi Başkanı, yalnızca tertip edilmesi planlanan sergiyi hedef göstermekle kalmayıp ‘devletimiz Rumlara verdiği hakları da gözden geçirmelidir’ söylemiyle tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının eşitliğini koruma altına alan Anayasanın ilgili maddesini ihlale teşebbüs etmektedir.” Böyle bir tepkinin gene ada halkından çıkması son derece güzel, olumlu ve ümidi canlı tutan bir husus. Gelgelelim, son kertede Aylı’nın anlayışı baskın çıktı ve sergi adada yapılamadı. Bu dayanışma daha evvelden gösterilseydi belki yapılabilirdi.
Sergi kapsamında İmrozlu Rumlarla yapılmış mülakatların bulunduğu, aynı isimde bir de belgesel vardı. Bu belgeseli YouTube’da seyretmek hâlâ mümkün. Baskı politikalarına bizzat şahit olmuş insanlar, başlarından geçenleri anlatıyorlar. Dinleyin bakalım, baskı politikaları ‘sözde’ miymiş, değil miymiş… Konuşanlar özetle şunları söylüyor: 1964-65’e yani Kıbrıs sorunu tekrar alevlenene kadar adanın nüfusu 6-7 bin arasındaydı ve 200-300 kişi hariç Rum’du. Sonra birer birer yıldırma politikaları devreye sokuluyor. Adanın ismi ‘Gökçeada’ olarak değiştiriliyor, Yunanca eğitim yasaklanıyor, Rumlar İslam din dersine girmeye zorlanıyor, malları-mülkleri usulsüzce ve toplu olarak istimlak ediliyor, adaya açık cezaevi yapılıyor ve mahkûmların ortalarda dolaşıp Rumları taciz ve darp etmesine izin veriliyor, hatta buna teşvik ediliyorlar, hatta ve hatta bu mahkûmlar kimi Rumları öldürüyor. Tüm bunların neticesinde, Rumlar devletin planladığı gibi adayı terk etmek zorunda kalıyorlar; sayıları 200’e kadar düşüyor. Ayrılanlar adayı tekrar ziyaret etmek istediklerinde, 90’lara kadar bunu ancak mülki amirlerden izin alarak yapabiliyorlardı. 2013’te Rum ilkokulunun, 2015’te Rum lisesinin yeniden açılması neticesinde adadaki Rumların sayısı yaklaşık 700’e kadar yükseldi. Fakat ortada inkâr edilemez, müthiş bir yıkım var.
Suyun öte yanına baktığımızda Yunanistan devletinin de azınlıklara muamele konusunda sicilinin pirüpak olmadığını görüyoruz. Sözünü ettiğim belgeseli seyrederken tesadüfen başka bir haber önüme düştü: Batı Trakya’daki Batı Trakya Fenerbahçeliler Spor ve Kültür Derneği Yunanistan mahkemeleri tarafından kapatıldı. (Dernek muhtemelen temyize gidecek.) Gerekçe, derneğin adındaki ‘Batı Trakya’ ibaresinin ‘Türk azınlık’ iması doğurabileceği. T24 sitesindeki habere göre eski Yunanistan Yüksek Mahkemesi Başkanı ve eski Yunanistan Başbakanı Vasiliki Thanu da derneğin “kamu güvenliğine tehdit oluşturduğunu” öne sürerek kapatılması çağrısı yapmış. Sanırım siz de fark etmişsinizdir, Gökçeada Kent Konseyi Başkanı Bülent Aylı ile Vasiliki Thanu bir elmanın iki yarısı gibiler, birbirlerine fikren kardeşler ve aslında belli bir düzenin devamı için ittifak hâlindeler. Ayrıca, derneğin kapatılmasının arkasındaki mantık da Türkiye devletinin mantığına ve paranoyasına benziyor. Anlaşılan, Yunanistan devleti Batı Trakya denen bölgenin ‘Yunanistan’ın bölünmez bütünlüğü’ çiğnenerek Yunanistan’dan koparılacağı endişesi taşıyor. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye, söz konusu bölgeyi Yunanistan’dan koparma niyetindeyse –ki bunu arzu edenler olduğuna hiç şüphem yok– bunun çok başka gerekleri ve şartları var. Öyle, “Batı Trakya” demekle olacak iş değil. Böyle bir gerekçeyle oradaki insanların özgürlüklerini kısıtlamak meşru değil.
Bunlara ilaveten, demokrasilerde devletlerin vatandaşlarının bir kısmına kimlik dayatmaları doğru ve kabul edilebilir değildir. Eğer Yunanistan’da bir kısım vatandaş “Biz Türk’üz” diyorsa onları öyle kabul etmek gerekir. Tıpkı Türkiye’de, “Biz Türk değiliz, Kürd’üz” diyenlere Türklüğü dayatmamak gerektiği gibi.
Türkiye ve Yunanistan’ın benzer ulus-devlet ideolojisiyle hareket ettiği açık ama önemli bir farkın altını çizmek gerekiyor. Bugün Yunanistan’da kimi kaynaklara göre 100 bin civarında, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na göre ise 150 bin civarında Türk/Müslüman azınlık mensubu yaşıyor. Türkiye’deki Rumların sayısı ise 2500 civarında tahmin ediliyor. Dolayısıyla, iki ülkede de azınlıklar üzerinde belli bir baskı olsa da Türkiye öteden beri uyguladığı politikalarla Rum –ve diğer– azınlığı bezdirip göçe zorlamayı hedeflemiş ve nihayetinde hedeflediği gibi Rum azınlığı neredeyse sıfır mertebesine indirmiş, bitme noktasına getirmiştir. Yunanistan’da ise Türk/Müslüman azınlık siyasi ve sosyal varlığını sürdürebilmiştir.
İlk yorum yapan siz olun