İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tunalı Hilmi, Hamdullah Suphi, Oktay Kaynarca ve Türkiyelilik

Türkiyeli kavramı her seferinde aynı ihtiyaçtan yeniden dolaşım girdi. 1908’den sonra imparatorluğun Türk olmayan unsurlarını içerlemek için, 1920’lerdeki fetret döneminde yürürlükten kalkmış Osmanlı yerine bir kavram aranırken, daha sonra azınlıkların aidiyetini göstermek için ve son olarak Türk olmak istemeyen Kürtleri de kapsamak için…Yani mesele Türkiyeli kelimesinde değil, Türk kelimesinin kapsayıcı olmayı başaramamasında…

Yıldıray Oğur

“Türkiyeliyim” dediği konuşması yüzünden sosyal medyada milliyetçilerin tepki gösterdiği oyuncu Oktay Kaynarca, geri adım atmıyor:

“Ben Türkiyeli bir Türk olmaktan gurur duyuyorum. Türkiyeliyim kadar anlaşılması net bir kavramı eğip büküp insanları ötekileştirmek, hain ilan etmek ancak içi boş insanların yaptıklarıdır. Ülke toprakları üzerindeki her dilin her şivenin her mezhebin her ırkın bu ülkenin zenginliği olduğuna inanarak büyüdük, öyle de öleceğiz.”

Kurtlar Vadisi’nde Süleyman Çakır’ı oynayan Kaynarca, rolüne kendini epey kaptırmış, herhalde dizideki mafya babasının hayranı olan mafya babalarıyla samimi fotoğrafları çıkmış, milliyetçi-ulusalcı çizgideki bir isim.

Ama zaten Türkiyeli kavramı da bir zamanlar milliyetçilerin tüylerini bu kadar diken diken etmiyordu.

“Türkiyeli” zıpçıktı bir kavram değil.

Özellikle 1908 Devrimi’nin ardından din, ırk referanslı olmayan bir Osmanlı vatandaşlığı idealiyle birlikte dolaşıma girdi.

Hem meşrutiyet hem cumhuriyet meclislerinde bulunmuş, ilerici bir Jön Türk, milliyetçi olan fikirleriyle Atatürk’ü de etkilemiş Tunalı Hilmi Bey bu kavramın sıkı savunucularındandı.

1908’den sonra yazdığı hutbelerinden altıncısının kapağında şöyle yazıyordu:

“Ben bir insanım. Lakin insanların bir cinsindenim. Fakat o, tarih ile binadır, benim, bir de din gibi varlığım var, bu da Allah ile aramdadır. Ben, bir Osmanlıyım; zira, Türkiyeliyim! Her Türkiyeli Osmanlıdır.”

Türkiyeli o zamanlar da Türklüğün yerine, daha kapsayıcı olma çabasıyla kullanılan bir kavramdı.

Tunalı Hilmi de 1910’lardaki yazılarında bu iddiayla Türkiyeliği kullanmıştı:

“Osmanlılık bir kazandır. Onda kaynayan Türkiyeliler değildir; onların haklarıdır. Fakat onu kaynatan ‘Osmanlılık’ ateşidir; onun közcüsü Türkiyeliliktir, Osmanlılıktır; …Türkiye ise Türkiyelilerindir. Nitekim ocağa harç getiren onlardır.”

“Yahudiliği havrada, Hıristiyanlığı kilisede, Müslümanlığı camide bırakmış gibi olmalıyız. Osmanlılık, Türklük demek değildir. Osmanlılık Türkiyeliliktir. Her Türkiyeli Osmanlıdır. Osmanlılık bir libası maneviyedir ki setr ettiği vücud-u milliyi sıkmaz. Bilakis ruhlandırır, besler, büyütür, canlandırır.”

O dönemde kavram bazı kanunlara da girmişti.

1915 yılında yazılan “Mekatib-i Hususiye Talimatnamesi”nde özel okullar tarif edilirken azınlık okullarını da kapsaması için “hükümetçe tanınmış Türkiyeli cemaat, cemiyet ve şirketler tarafından karşılanan kurumlar” denmişti.

Ama millet için kullanılan esas kavramlar “Osmanlı” ve “tebaayi Osmaniye”ydi.

1876’dan itibaren Kanun-i Esasi’nin vatandaşlığın tarif edildiği sekizinci maddesi şöyleydi:

“Devleti Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve meshepten olur ise bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izafe edilir.”

Ama 1920’ye gelindiğinde Kanun-i Esasi geçerli olmasına rağmen milletten bahsederken artık Osmanlı denemezdi. Çünkü Osmanlı kalmamıştı.

Türk aynı zamanda bir ırkın adı olduğu için Osmanlı’yı tam karşılamıyordu.

Osmanlı yerine bir kavram aranırken imdada “Türkiye halkı”, “Türkiyeli” yetişti.

Bu geçiş döneminde Türkiyeli kavramı sık sık kullanıldı.

Mesela Atatürk tarafından.

20 Aralık 1921’de Sovyet Ukrayna’sının Ankara Büyükelçisi olarak atanan, Kurtuluş Savaşı’na da yardımları dokunmuş, bu yüzden Taksim Meydanı’ndaki heykelde büstü olan Sovyet generali Frunze’nin itimat mektubunu kabul ederken yaptığı konuşmada şöyle demişti:

“Hürriyetini, istiklâlini ve hakkı hayatını zulme karşı müdafaa edenlerin dâvası olan mukaddes ve muhik dâvamıza, Sovyet Ukrayna‘nın gösterdiği alâka ve muhabbetten dolayı Türkiye halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi namına teşekkür ederim. Emperyalizmin en şedit taarruzlarına hedef olan Türkiyeliler Karadeniz‘in öbür tarafında aynı ihtirasata karşı mücadele eden milletler bulunduğunu bilirlerdi.”

Yine Mustafa Kemal Paşa, 2 Mart 1922 tarihinde Afganistan’ın bağımsızlığının dördüncü yılı nedeniyle Ankara’da elçilik binasında verilen şölende de şöyle demişti:

“Biz Türkiyeliler Asyai bir milletiz, Asyai bir devletiz.”

1923’de Cumhuriyet’in ilanından önce iki anayasası olan Büyük Millet Meclisi (Teşkilat-ı Esasiye ve Kanun-i Esasi) yeni bir anayasa için komisyon kurduğunda da Türkiyeli kavramı çok işe yaramıştı.

Yunus Nadi başkanlığındaki Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Celal Nuri (İleri), Feridun Fikri (Düşünsel), Refik Koraltan, Hüsrev Göle gibi isimlerin yer aldığı komisyonun hazırladığı ilk taslak, Cumhuriyet’in ilanından bir hafta önce Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde “Mühim bir tarihi vesika” başlığıyla yayınlandı.

Taslakta bazı maddelerde Türk bazı maddelerde ise Türkiyeli kelimesi kullanılmıştı.

Örneğin Kanun-i Esasi’deki “Emri tedris serbesttir. Muayyen olan kanuna tebaiyet şartile her Osmanlı umumi ve hususi tedrise mezundur” maddesi, taslakta “Emr-i tedris serbesttir. Kanun dairesinde her Türkiyeli umumi ve hususi tedrise mezundur” olmuştu.

Eski anayasada Osmanlı geçen yerlere bazen Türk bazen Türkiyeli yazılmıştı.

Örneğin:

“Türkiye’de ahval-i fevkalade müstesna olmak üzere, Türkiyeliler için seyr ü sefer serbesttir.”

“Mektepler ve bilumum irfan müesseseleri devletin taht-ı nezaret ve murakabesindedir. Türkiyelilerin talim ve terbiyesi bir siyak-ı İttihat ve İntizam üzere olmak mecburidir.”

Türkiyeliler nizam ve kanun dairesinde ticaret ve sınaat ve felahat için her nevi şirketler teşekkülüne mezundurlar.”

Cumhuriyet, bir hafta sonra Anayasa beklenmeden ilan edildi. Halbuki taslakta zaten devletin adı ve yönetim şekli Türkiye Cumhuriyeti olarak geçiyordu.

Anayasa taslağı Nisan 1924’de Meclis’e getirildi.

Taslağın en fazla tartışılan maddelerinden biri vatandaşlığın tarif edildiği 88. maddeydi.

Komisyondan Meclis’e sunulan tasarıda vatandaşlığı tarif eden 88. Madde ise şöyleydi:

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur (denilir).”

“Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izâa edilir.”

Bugün için milliyetçileri çok memnun edecek bu maddeye Meclis’te en çok kim mi tepki gösterdi?

Milliyetçiler.

İlk itirazı yapan Eskişehir mebusu Abdullah Azmi Efendi, “Bu maddenin mesbuku lehi milliyet midir, tabiiyet midir?” diye sordu.

Komisyon sözcüsü Celal Nuri Bey “Tabiiyettir” deyince maddeye tabiiyet kelimesinin ilavesi talep edildi. Yoksa “ecnebi” babadan doğan bir çocuk nasıl millet itibarıyla Türk olabilirdi ki!

Meclis’ten yükselen bu itirazı en açık bir biçimde, Türkçülük akımının sözcüsü, Türk Ocakları’nın reisi, İstanbul milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) söz alarak dile getirdi:

“Bütün siyasi hudutlarımız dahilinde yaşayanlara Türk unvanını vermek bizim için bir emel olabilir. Fakat görüyorsunuz ki, çok müşkül bir mücadelenin içinden çıktık ve hiçbirimiz kalbimizde mücadelenin tamam olduğuna dair bir şey taşımıyoruz. Diyoruz ki: Devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin tebaası tamamıyla Türktür. Bir taraftan da hükümet mücadele ediyor, ecnebiler tarafından tesis edilmiş olan müessesatta çalışan Rumu, Ermeniyi çıkarmaya çalışıyor. Biz bunları Rumdur, Ermenidir diye çıkarmak istediğimiz vakit bize “hayır Meclisinizden çıkan kanun mucibince bunlar Türktür” derlerse ne cevap vereceksiniz? Tabiiyet kelimesi zihinlerde mevcut ve kalplerde mevcut bulunan bu emeli izale etmeğe kifayet etmez. Lafzen biz bir tefsir bulabiliriz. Maddeye tefsir ile geçilebilir, fakat bir hakikat vardır. Onlar Türk olamazlar, hatta Meclis de firari Rum ve Ermenileri Türk yapamaz…. Buraya Türktür diye bir madde-i kanuniye geçiriniz, acaba aradaki farkı izale etmiş olur muyuz? Ve hangimizi tatmin edebilir ki, bunlar Türk olmuşlardır? Bana sual soran zata cevap verdim, dedim ki; Türk olmanız mümkündür. Başka memleketlerde, başka ekalliyetlerin yaptığını kabul ediniz, Fransa’da yaşayan Musevî nasıl Fransız gibi başka mektepten vazgeçmişse, nasıl başka lisan konuşmuyorsa, nasıl Fransayı benimsemiş ise, mekteplerinizi kapatınız, Ermeniliği terkediniz, Türk harsını kabul ediniz. Ondan sonra size Türk deriz. Fakat siz, lisan ayrılığını, mektep ayrılığını, devlet ayrılığını güdünüz, ondan sonra geliniz ve bana deyiniz ki, bizi Türk telâkki et. Eğer böyle muhalif iseniz elimden gelmez. Çünkü ruhumun inanmasına imkân yoktur. (Doğru sesleri) O halde arkadaşlar; madde bizim aleyhimize kullanılabilir. İzahata muhtaçtır. Mütemmim bir madde lâzımdır ki bunu kanun izah edebilsin. Türk diye geçerse bizim aleyhimize kullanırlar, buna emin olunuz..”

İtiraz üzerine tekrar Celal Nuri bey komisyon adına söz aldı:

“Meselâ bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur, bir zat, Gümülcineli olmak itibariyle bugün Yunandır, kezalik bir Manastırlı Sırptır. Filibeli bir Müslüman Bulgardır ve muamelâtı beynelmileliyede daima bu sıfatı resmiyeye riayet edilir. Memaliki ecnebiyede onu o devlet himaye eder. Türk Devleti himaye edemez. Manastırlı bir Türkü Türk Konsolosları memaliki ecnebiyede himaye edemez. Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardır, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk Cumhuriyetinin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, türlü türlü anasır var…Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek olursak ne diyeceğiz?”

Bu sırada zabıtlara göre Meclis’ten “Türkiyeli sesleri” duyuldu.

Celal Nuri Bey konuşmaya devam etti: “İstirham ederim, Türkiyeli hiç bir manayı müfit değildir. Kezalik şu kürsüde okuduğum Lozan muahedesinin 37’nci maddesi mucibince arada hiç bir fark olmayacaktır. Fark olmayınca şu Türktür şu Türkiyelidir demek ve ikiye ayırmak ahden mümkün değildir. Bunun bir misali vardır. Eğer tatvile müsaade edilecek olursa o misali söyleyeceğim. Cezayir’deki Fransız tebaası, Fransız ahali-i asliyesiyle vatandaş idi ve Fransız müstamerelerindeki ahali, Fransız hukuku siyasiyesine malik değildi. Onun için kendilerine tebaa muamelesi yapılabilirdi. Fakat bizimki otuz dokuzuncu madde mucibince Müslümanların istifade ettikleri aynı hukuku medeniye ve siyasiyeden istifade edeceklerdir denildiği takdirde hiç bir farkı kalmayacaktır. Binaenaleyh Hamdullah Suphi Beye soruyorum, bunlara Türklük sıfatını vermeyelim de ne yapalım? Elimizde ikinci bir imkân var mıdır?

O imkan bulundu. Maddenin yeni formülünü Dersim mebusu eski İstanbul Barosu başkanı Feridun Fikri bey buldu, Hamdullah Suphi bey de bir teklife dönüştürdü: “Vatandaşlık itibarıyla Türk itlak olunur.”

Böylece Meclis’e “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur” şeklinde gelen 88. madde, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” şeklinde değiştirildi.

Taslakta bizzat Atatürk’ün onayından geçmiş maddelerdeki “Türkiyeli” kelimeleri de “Türk”e dönüştürüldü.

1945 yılında anayasa dili sadeleştirilirken madde “Türkiye’de din ve ırk ayırt etmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir”e dönüştü.

Maddenin bu ideolojik özü 1961 ve 1982 Anayasalarında da korundu.

Milliyetçi ton artırıldı; “Türkiye”, “Türk devleti” oldu, “Türk denir” ise “Türk’tür.”

“Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”

Peki, daha sonra Türkiyeli kelimesine ne oldu?

Birilerinin zannettiği gibi kavram liberaller tarafından 2000’lerde tedavüle sokulmadı.

Bir ihtiyaca karşılık geldiği için dilde yaşamaya devam etti.

Bunu görmek için sadece gazete arşivlerine Türkiyeli yazmak yeterli.

1939’da New York’ta açılan ve Türkiye’deki azınlıkların hayatlarının anlatıldığı bir serginin haberinde “Türkiyeli Rum, Ermeni ve Yahudiler” cümlesi kurulmuş.

yeni-proje.jpg

1972 yılındaki bir haberde ise Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmiş Rum mübadillerden “Türkiyeli Rum” diye bahsedilmiş.

yeni-proje-1.jpg

1970’lerde, 80’lerde ve 90’larda yine Türkiyeli kavramının kullanımda olduğu görülüyor.

Çünkü bir ihtiyaca karşılık geliyor.

Özellikle de Türk denemeyecek ama Türkiye kökenli, Türkiye’de doğmuş ya da Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerden bahsederken.

Çünkü Türk kavramı hem ırk hem dini aidiyete karşılık geliyor.

Kavramın 90’lardan sonraki kullanımında ise artık şerh düşülmesi gerekenler azınlıklar değil, Kürtler.

Kürt kimliğinin güçlenmesi, kimlik talebinin yükselmesiyle kendisine Türk demeyen ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürtler gerçeğini kabul eden, bu kimliğe saygı duyan ve Kürtlerin de Türkiye’nin bir parçası olduğunu söylemek isteyen, dışlayıcı olmak istemeyenler, Türkiyeli kavramını yeniden dolaşıma soktu.

Aslında kavram her seferinde aynı ihtiyaçtan yeniden dolaşım girdi.

1908’den sonra imparatorluğun Türk olmayan unsurlarını içerlemek için, 1920’lerdeki fetret döneminde yürürlükten kalkmış Osmanlı yerine bir kavram aranırken, daha sonra azınlıkların aidiyetini göstermek için ve son olarak Türk olmak istemeyen Kürtleri de kapsamak için…

Yani mesele Türkiyeli kelimesinde değil, Türk kelimesinin kapsayıcı olmayı başaramamasında…

Taha Akyol, son kitabı Atatürk’ün Anayasası 1924’te bu tartışmayı ayrıntılarıyla anlatıyor.

Herkese kitabı tavsiye ederim.

Özellikle de bu ara saldırı altındaki Oktay Kaynarca’ya.

https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/tunali-hilmi-hamdullah-suphi-oktay-kaynarca-ve-turkiyelilik-171211/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın