Çağrışımları çok yüksek olan bu performansı, depremin, savaşların, dolayısıyla zorunlu göçlerin tüm hücrelerimizde çok yer kapladığı bir zamanda her izleyici farklı şekillerde yorumlayabilir. Aile tarihindeki göç hikâyelerindeki boşlukları tamamlamaya çalışan benim gibi Ermeniler için bu hikâyenin, iç dünyalarındaki yankıları çok güçlü.
AYLİN VARTANYAN
Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın sahnelediği son eserlerden biri olan ‘Taşıdıklarımız’, Portekizli koreograf Francisco Camacho’nun güçlü kurgusu, Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan’ın eşsiz performanslarıyla hayat buluyor. İkilinin sahnedeki çağrışımlarla dolu hareketlerine müzisyen Berke Can Özcan vurmalı çalgılarıyla yön veriyor. Anlatılan, bir göç ve yerleş(eme)me hikâyesi.
Taşı(n)ma süreci iki dansçının kare bir alan içinde yan yana dizilmiş eşyalar yığınına bakmalarıyla başlıyor. Hemen yanlarında vurmalı çalgılardan oluşan başka bir obje yığınının altından bir müzisyen beliriyor ve zamanla, mini bir vurmalı çalgılar orkestrası inşa ediyor. İki dansçı yerdeki objeleri bedenleriyle en olmadık şekillerde buluşturmaya çalışırken, ritmin hareketlerle uyumu koca bir bedeni seyrediyormuşuz etkisi yaratıyor. Sahnenin merkezinden gelen ritim, kalbin kan pompalaması gibi, dansçıların hareketlerine can veriyor. Dansçıların bedenlerine, kimonodan yer fırçasına, makrame saksılıktan bilgisayar çiplerine, kovadan tuğlaya, iplerden çerçevelere kadar, çok çeşitli objeler üst üste ekleniyor.
Dansçıların bazen tek başlarına, bazen birbirlerine yardım ederek giydikleri objeler hareketlerini kısıtlasa da, onları taşımaktan imtina etmeyen iki beden, yeni ve ağır yürüme şekilleriyle yola düşüyor. Sonunda yeni bir yerleşme alanı buluyorlar. Bu zorlu taşınma sürecinde bir durup dinlenme, bıraktıkları yerle bir vedalaşma yok. Zorla evinden ve toprağından edilenlerin çok iyi bildikleri bu hikâyede, hayatta kalma mücadelesi yas tutmaya zaman bırakmıyor. O iki beden, eşyaları taşırken ve eğip bükülürken, kendilerine dönüp “Neyi geride bırakıyoruz?” diyebilecek durumda değiller.
Foto Ilgın Eraslan Yanmaz
Vardıkları yer, daha geniş bir alan. Taşınan nesneler ilk toplandıkları sıkışık alandan farklı, daha ferah bir yerde ve farklı fonksiyonlarda kendilerini buluyorlar. Ritim hep merkezden gelmeye devam ediyor. Ara ara doğadan eklemlenen sesler, yeni yerleşim alanı hakkında ipucu veriyor. Nesnelerin yeni işlevleri dansçılar tarafından adım adım kuruluyor. Mesela bir elektrik kablosu, ucunda bir kanca ile, dış dünyayla ilişki kurmak için salıveriliyor evin dışına. Çerçeve gibi görünen objeler açılıp masa altı olabiliyor. Metal bir soba borusunu andıran silindir, açılıp bir duvara dönüşüyor. Dansçılar hâliyle yeni yaşamlarını kutlamak ve paylaşmak için fotoğraflarını çekiyorlar ve bunları eski usulle, kendi karanlık odalarında tabediyorlar. Kim bilir, geride bıraktıklarına “Biz iyiyiz, sağlıklıyız, yeni hayatımız çok güzel” mesajıdır yolladıkları.
Tam da bir yerleşme sürecine tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz an, bir kırılma noktası yaşanıyor. Merkezden gelen ritim ve hareketler arasındaki ahenk, uyumsuzluğa dönüşüyor. Kurulmuş düzen kısacık bir sürede yıkılıyor ve tüm nesneler üst üste merkezde toplanıyor. Müzisyen, başlangıç noktasındaki yıkıntı tepesinin altına yeniden giriyor. İşte o an dansçıların bozdukları ve ortaya yığdıkları objelerin etrafında döne döne yarattıkları, törensel bir alana geçişi izliyoruz. Bir aşkınlık hâli âdeta. Geri geri adımlarla birbirlerinin gözünün içine bakarak dönen dansçıların yüzlerindeki ifadelerin yumuşadığını görüyoruz.
Çağrışımları çok yüksek olan bu performansı, depremin, savaşların, dolayısıyla zorunlu göçlerin tüm hücrelerimizde çok yer kapladığı bir zamanda her izleyici farklı şekillerde yorumlayabilir. Aile tarihindeki göç hikâyelerindeki boşlukları tamamlamaya çalışan benim gibi Ermeniler için bu hikâyenin, iç dünyalarındaki yankıları çok güçlü. Eserin başlangıcında objelerin her birinin itinayla toplanıp bedene eklemlenmesi, oyuncu bir etki taşıyor. O başlangıç anında ne olduğunu henüz tam olarak anlamıyoruz.
Yeni mekâna varıldığında eskinin tüm düzeninin ansızın unutulması, hatta nesnelerin yeni şekillere bürünmesi kaybın kaybedilmesine karşılık geliyor âdeta. Orası ait olunamayan, olunamayacak bir yer. Sorular soruları kovalıyor: O kaybedilen yere ne oldu? Kaybolan yerle birlikte neler kayboldu – dil, kültür, güven duygusu, haysiyet, bütünlük duygusu, gelecek tasavvuru ve daha niceleri… Kayıplar tanındı mı? Yeni mekânda nesneler bildik dilden çıkıp farklı bir dil ürettiklerinde geçmiş yeniden yapılandırılabilir mi? Kayıpla gelen yas için gerekli olan enerji, kaçış için yola verilecek enerjiyle değiş tokuş ediliyor. Yas öteleniyor, yas yasaklanıyor, ta ki ruhun notaları akordunu kaybedene kadar. Dansçıların yıkımı tekrar etmesiyle kayıp hatırlanıyor; birbirlerinin gözlerinin içine baka baka, tersine yürümeden gelen farklı bir ivmeyle geri sarılıyor bütün göç hikâyesi. Yasın başladığı yer, yine bir yıkım yeri.
Walter Benjamin, yas sürecini “içi boşaltılan bir dünyanın bir maske gibi yeniden canlandığı his” olarak tanımlar. ‘Taşıdıklarımız’, telafisi mümkün olmayan kayıpların bedenlerimizde ve ruhlarımızda yarattığı boşlukları yüksek tempolu bir performansla sahnede görünür kılıyor.
İlk yorum yapan siz olun