Anadolu şehirlerindeki güzelim Ermenice ve çeşit çeşit lehçeleri (parpar) artık susmuşlar. Çünkü barınacak dalları yok, kırılmış. Dillerin kaybolması canlı türlerinin kaybolması kadar acı! Şimdi konuştuğumuz Türkçe ve Ermenice ise ne anamızın babamızın konuştuğuna benziyor ne de çocuğumuzun konuştuğuna. Aşılanmış meyve ağaçları gibi ne elmaya benziyor ne armuda. İyi tarafından bakarsak, bu da üçüncü bir meyve tadında, ama işin fenası ilk meyvenin yok olması, tadının unutulup gitmesi.
21 Şubat Uluslararası Ana Dil / Ana Dili Günü vesilesiyle…
Öncelikle “Ana dil” ve “Ana dili”nin tanımını ve farkını belirtmek isterim. Çünkü bu konu oldukça kafa karıştırıcı olmaya başladı yakın çevremde bile. Terimleri şimdilik Türk Dil Kurumu’nun tanımlamasına uygun olarak kullanmayı tercih edeceğim.
Ana dil, zaman içerisinde ses, biçim ve anlam bakımından birbirinden az çok farklılaşmış olan dillerin ortak kaynağı kabul edilen dil. Ana dili ise, çocuğun ailesinden veya içinde yaşadığı topluluktan edindiği dil. Şimdiki konumuz, ana dili’dir.
Babam uzun ömrünün son günlerinde ilk ve son defa kaldığı hastane odasında bilinci yarı kapalı halde iken kollarını bacaklarını çırparak, ayağa kalkmaya uğraşıyor bize de şöyle söyleniyordu: “Toğe ertam, ertam hımme merıt gaşe”, (Bırak gideyim, gideyim şimdi annen bekler.)
Beş yaşından beri konuştuğu dille en doğal şekilde, Adıyaman Ermenicesi ile isteğini tekrar edip duruyordu. Üzerinden doksan yıl geçmişse de en iyi bildiği dil, hâlâ o dildi. Bizse konuştuğumuz dille babamızı teskin etmeye çalışıyorduk: “Gidemeyiz baba, doktorlar buna izin vermez”. Bu dil ise, İstanbul’da edindiğimiz Türkçe idi. Birbirimizi anlıyorduk elbet, ama soru ve cevap aynı dilden değildi.
Annem yaşlılığının verdiği unutkanlıkla adlarımızı dahi birbirine karıştırıyor, bize şaşırtıcı gelen basitlikte sorular soruyor. Hemen ardından elli, altmış, yetmiş sene önceki bir olayı dün olmuş gibi anlatıyor: “Ehberıt eğere enun gı pındreng, enun gı pındreng Antranig paşayin enunı mı dnenk gıseng. medz dalıs egav mezi meg borats, inç anun gı pndrek anunı hedı berav, elyenerin orı egav enunı elye bidi ılle. Berennis pegetsing, ilyas ısing” (Kardeşin doğmuş, isim düşünüyoruz, isim düşünüyoruz. Acaba Antranik Paşa’nın adını mı koysak diyoruz, büyük görümcem geldi bize bir bağırdı, ne diye isim arıyorsunuz, o ismini birlikte getirdi, Aziz Elias’ların gününde doğdu, adı Elye olacak, İlyas dedik.)
Annem elini dudaklarına götürüp fermuar çeker gibi bir hareketten sonra, “Dalis khoskı peşin er” (Görümcemin sözü peşindi), diyor. Bu olayı Adıyaman’da yaşandığı günkü Ermenice ile bize her gün defalarca anlatıyor. Konuştuğu bu dil susmuş, artık yaşlı birkaç kişi dışında konuşanı kalmamış. Biz bu hikâyeyi hala anlatıldığı dilden anlayabiliyoruz, bir başkasına aktarabiliyoruz, olabildiği kadar, aynı tatta olmasa da.
Anadolu şehirlerindeki güzelim Ermenice ve çeşit çeşit lehçeleri (parpar) artık susmuşlar. Çünkü barınacak dalları yok, kırılmış. Dillerin kaybolması canlı türlerinin kaybolması kadar acı! Şimdi konuştuğumuz Türkçe ve Ermenice ise ne anamızın babamızın konuştuğuna benziyor ne de çocuğumuzun konuştuğuna. Aşılanmış meyve ağaçları gibi ne elmaya benziyor ne armuda. İyi tarafından bakarsak, bu da üçüncü bir meyve tadında, ama işin fenası ilk meyvenin yok olması, tadının unutulup gitmesi.
Yakınlarda şair, düşünür Hilmi Yavuz’la görüştük, bu konuyu ona da açtım: Ana dil ve ana dili nedir? Ana dili, anamızın konuştuğu dil mi, bizim ilk öğrendiğimiz dil mi, zamanla güçlendirdiğimiz dil mi? Yoksa ilk olarak öğrenmiş olmamız gereken dil mi? Hocanın elbet bu konuda söyleyecek sözü çoktu: “Ben ilk Arapça öğrendim, annem babam doğduğum şehir Siirt’de kendi aralarında Arapça konuşurlardı. Benim ilk dilim Arapçadır”.
Gelin görün ki, bunu diyen kişi Türkçe’nin en derin sularında yüzmüş, Türkçe sözcükleri “doğulu ve batılı” duyarlılıklarıyla buluşturan, yarattığı kendine has bir şiir diliyle sonraki kuşakları etkilemiş bir şair. Bizim sohbetimizin içinde kalan küçük tartışmalar, verdiğimiz örnekler ne yazık ki bizi sonuca götürmedi. Tanımlayamadık ‘ana dili’ni, sadece tanımlayacak farklı yaklaşımlardan bahsettik, o kadar. Tanımlamak bir yana, yaşadığımız gerçeklik çarpıcıydı. Beraber olduğumuz arkadaşlarımızın verdiği örnekler de bir o kadar dokunaklıydı. Malatyalı arkadaşımız Anjel’in dedesi hem Ermeniceyi hem batılı dilleri konuşuyorken, babası ömrü boyunca sadece Türkçe konuşmuş. Krikor’un ailesininse Boğazlıyan’da çok dilli başlayan hikayesi Kayseri’de sadece ve sadece Türkçeyle devam edebilmiş. Yani görünen o ki, Anadolu’nun dillerinin pek çoğu susturulmuş. Bu şekilde Anadolu’nun geniş ve zengin dil ağacının kimi dalları kurutulmuş.
Yıllardır sürdürdüğüm Ermenice öğrenme çabam takdir görüyor, seviniyorum. “Ana dilini kaybetmiştin, buldun” diyorlar. O kadar değilse de, eh iyi. Peki, neden Ermenice yazmıyorsun diye kızanlar da oluyor bu arada. Yazamam desem “Hayır, yazabilirsin!” diyorlar. Ben daha çok Türkçe okuduklarımla beslenmişim. O dil içimde dal budak salmış. En fazla yapabileceğim, Ermenice duyduğumu Türkçe ifade etmeyi denemek, pek pek biraz da Türkçeden Ermeniceye. Ama o kadar, fazlası değil, şimdilik.
Ermenice yazılmış bir eserin Türkçeye çevrildiğini Ermenistan’dan bir dostuma müjde verir gibi söylediğimde bunu sevinçle karşılayacağını ummuştum, Ermeni bir yazarın sesi milyonlar tarafından duyulabilecek diye. Yok, yanılmışım. Bir sitemle: “Bu da mı Türkçeye gitti. Yarın demezler mi, ne Zahrad Ermenice yazdı, ne Mıntsuri, ne Biberyan, ne Gobelyan?”. Öylesine bir korku yerleşmiş ki içlerine, tıpkı toprakların Türkleştirilmesi gibi Edebiyat da Türk olacak sanki. Edebiyat nihayetinde dille yapılan bir sanat. Söylendiği dile ait olacak elbet. Ancak bir eseri paylaşabilmek için diğer dillere çevrilmesinden başka bir yol var mı?
Demem o ki, uzun uzun ömürlerde bile en sonunda kadar kalan şey ana dili, başka bir şey değil. Ne mutlu, ömrünü bir baştan bir başa ana dilin şefkatli ve korunaklı kollarında yaşayabilene. Kızsan, küssen, sevsen, sövsen aynı dilde ne güzel. Ama yok, herkese kısmet olmuyor bu. Bizim kısmetimize Türkçenin güzel sularında yüzmek, Ermeniceninse zorlu sularında kulaç atmak düştü. Buna da eyvallah.
İlk yorum yapan siz olun