Suzi Sabaner
İskelede, yan yana dizilmiş lokantalardan birinde yapılan bir doğum günü kutlamasında Rumca, İbranice, Türkçe şarkılar hep bir ağızdan söyleniyordu. Ben de aynı lokantada başka bir masada arkadaşlarımla beraberdim; şarkıları dinlerken hüznü ve mutluluğu aynı anda hissetmiştim. O sırada yoldan geçenler de kendilerini tutamayıp dansa eşlik etmişlerdi. Genç bir adam tam önümüzden geçerken durup bir anda sirtaki yapmaya başlamıştı. O kadar tutkulu yapıyordu ki sirtakiyi… O sahne adını tam koyamadığım bir şeyler çağrıştırdı bende… Sanki yüreğimde bir acı hissettim.
Aslında o geceden bir hafta kadar önce İBB tarafından restore edilen ve adaya kazandırılan Taş Mektep’te, içinde Rum evlerinin de olduğu fotoğraf sergisini gezerken yanımdaki arkadaşım, “fotoğraflarda ne çok hüzün var” dediği zaman da o gece hissettiğime benzer bir duyguya kapılmıştım. Arkadaşıma bir anda “Rumlar bir gecede gittiler”, dedim. Sonrasında ne o konu hakkında ne de niçin gittiklerine dair konuştuk. Rumlar, Rumca, sirtaki, şarkılar… Bir zamanlar Büyükada’da…
Benim Büyükada hikayem doğumumla başlıyor. Bir yaz günü doğmuşum; hastaneden taburcu olduktan sonra annem, babam ve aile büyüklerim ile birlikte bir sepetin içinde adaya gelmişim. “Seni bir sepette adaya getirdik Suzika”, diye anlatırlardı aile sohbetlerinde.
“Nafsiiii, Markii!” Annelerinin sık sık böyle seslendiği Rum ikizler Büyükada’daki ilk arkadaşlarımdı. Bir de çok güzel ablaları ve çok tatlı kaniş köpekleri vardı. Bu güzel aile aynı zamanda komşumuzdu. Yaşadığımız Çarkıfelek sokağında, ikizlerle akşamüstleri buluşur adını artık hatırlayamadığım köpekleri ile hiç bitmesini istemediğimiz, çok keyifli vakitler geçirirdik. On yaşında bile değildik ama giyime kuşama düşkündük; kızlarla buluşmadan önce uzun uzun gardırobun önünde durur, ne giyeceğime zar zor karar verirdim. Yaz akşamüstlerini hala çok seviyor olmam belki de o mutlu günlerin etkisinde kaldığımdandır… İkizlerle buluşmak için dakikaları saydığımı hatırlıyorum, günün en heyecanlı ve mutlu saatleriydi benim için. Neler konuştuğumuzu, paylaştığımızı aradan çok zaman geçtiği için tam hatırlayamasam da aksanlı Türkçelerini, güler yüzlerini net bir biçimde anımsıyorum.
Bizim aile bir başka sokağa taşındıktan sonra ise ikizlerin izlerini kaybettim. Adadaki Rumları, o dönemin ada yaşamını düşündüğümde aklıma ilk onlar gelir. Rumlar hep vardı adada; ta ki 1974 yazına kadar.
Kadıyoran yokuşu, gerçekten de yorardı. Büyükbabamla yokuşun sonundaki evimize yavaş çıkmamızın bir nedeni daha vardı. Karşılaştığımız Rum komşularımızla uzun uzun Rumca konuşurdu, Yahudi büyükbabam. O yüzden de on dakikalık yol çok daha uzun sürerdi, hele ki küçük bir kız çocuğu için hiç bitmek bilmezdi o yokuş. Ne konuştuklarını anlamasam da ses tonlarındaki ve yüzlerindeki içtenliği, neşeyi, kahkahayı içimde hissedebiliyordum. Sık sık kullandıkları “endaksi” (tamam), hatırladığım kelimelerden biri. Kadıyoran yokuşunda oturanlar arasında annelerinin balkondan “Kostas, Yorgo” diye çağırdığı çocuklar da vardı. O zamanların Büyükada’sında sokaklarda gezerken, bir balkondan diğer balkona yüksek sesli Rumca konuşmalara, dedikodulara sıklıkla tanık olabilirdiniz. Rumlara ait lokantalar, pastaneler, danslar, şarkılar… Kısacası, Adada neşe vardı.
1974 yılının bir yaz gününde Rumlar adadan, şehirden, ülkeden bir anda gittiler… Üst katta oturan yaşlı komşumuz da bir daha evine geri dönmedi. On iki yaşındaki çocuk aklım olanları anlamlandıramıyordu. Komşularımızın, çocukluk arkadaşlarımızın aniden neden gittiğini kavrayamıyordum. Ailem de dahil olmak üzere çevremden hiç kimsenin neler olduğuna dair konuştuklarını hatırlamıyorum. Bir başka adada, Kıbrıs’ta olan anlaşmazlıktan kaygı duyan Rumlar gitmişlerdi…
Son yıllarda sıkça dile getirilen “Büyükada çok değişti, çehresi, demografisi değişti,” yorumları kısmen doğru olabilir. Ancak bu yeni bir şey değil, ada çoktan değişmişti zaten. Ada Rumlar gidince değişti; kendine özgü havası, enerjisi değişti. Kimseler kırılmaz umarım, kalanlar sağolsun ama neşeleri, tatlı dilleri, aksanları, müzikleri, yemekleri, dansları, hayatı yaşayışları bir başkaydı Rumların.
Çocukluktan kalan güzel anılardan olsa gerek, Glasgow Üniversitesi’nde eğitim alırken sınıf arkadaşım Maria’nın Yunan olduğunu öğrenince, belki de adadan gidenlerden olduğunu umut edip İstanbul kökenli Rum olup olmadığını, sormuştum kendisine. Meğer, Girit adasındanmış.
Her şeye rağmen, biz adaseverler için Büyükada’nın yürekteki yeri çok büyük. Bambaşka bir aşk. Çocukluğumuz, kaybettiğimiz büyüklerimiz ile yer eden anılar… Değişimler bazen üzse de adayı bırakamıyoruz. Türkiye’de artık yaşamayanlar, İsrail’den hatta Amerika’dan bile yaz aylarını adada geçirmek ya da ziyaret etmek için geliyorlar. Adanın yeri bambaşka. Büyükada büyük aşktır. Çok sevdikleri halde gitmek zorunda kalanları hatırlarsak, Adanın değerini daha çok bilebiliriz belki de. Gidenlerin hüznü bir tarafa, çam ağaçları, kozalaklar, nefes kesici manzaraları ile Ada hala bize kucak açıyor. Bize düşen de hayıflanmak yerine elimizde kalanların değerini bilip adayı korumak, geliştirmek, doğasına, canlılarına ve tüm tabiatına sahip çıkmak.
Ada yüzleşme, hüzün, neşe, kabullenme ve umut demek. Konu Büyükada, bir de aylardan Eylül olunca tam da bu duygular aktı içimden…
İlk yorum yapan siz olun