“Uzun yıllar televizyon dünyasında çalışmış biri olarak, hikayeleri 1940´lı, 50´li, 60´lı yıllarda geçen dizilerin daha çok yapılmasından yanayım. İstanbul o yıllarda tüm sıkıntılara rağmen azınlıklarıyla rengarenkti. Bugün ise tek renk bence…”
Ortak ilgi alanlarımızdan kitap, sinema, tiyatro, araştırma, biyografi, efemera ve daha nicelerini paylaştığımız, beraber kitap, efemera ve obje mezatlarına katıldığımız, 2012 yılından beri arkadaşım Ali Can Sekmeç Şalom sayfasında konuğum. Araştırmacı, yazar, yönetmen, fotoğraf sanatçısı, sinema ve plak koleksiyoneri, oyuncu ve daha birçok özelliğe sahip Ali Can Sekmeç’e merak ettiklerimi sordum, bilgilendirici cevaplar aldım.
‘Türk Sinemasında Azınlıklar ve Yabancılar’ kitabının yazarısın. Türk sinemasında bildiğin, tanıdığın Yahudilerden söz eder misin?
Türk sinemasında Rumlar ve Ermeniler çoğunluktaydı. Yahudiler ve Levantenler daha azdı. 1980’li yıllara kadar Türk sinema piyasasında yapımcı, oyuncu, yönetmen, kameraman, teknik ekip, stüdyo-laboratuvar çalışanları gibi bir filmin oluşumunu sağlayan her alanda kendilerini görmek mümkündü. Bunların büyük çoğunluğu da yaptıkları işlerde başarılıydı. Ses ve kurgu teknisyenleri Yorgo İlyadis, Marko Buduris, Diamandi Filmeridis, Adrine Muradyan, Kameramanlar Kriton İlyadis, Manasi Filmeridis, Yoakim Filmeridis, Kosta Psrars, Aram Gugasyan, oyuncular Ayla Karaca, Pola Morelli, Nubar Terziyan, Kenan Pars ve daha birçokları Türk sinema piyasasına hizmet etmiş ustalardır. Türk sinema tarihi araştırmalarımda Yahudilere de rastladım. İstanbul’da 1908’de ilk sinema salonunu açan Sigmund Weinberg, bir Polonya Yahudi’si idi. 1945’te Atoine Apostolu ve Nubar Hamparyan ile Ceylan Film’i kuran Avram Levi, 1949’da Kale Film’i kuran Samuel Mordo, 1962’de Kamera Film’i kuran İzak ve Naum, 1968’de Gaye Film’i kuran İzak Benardetefilm yapım ve işletme alanlarında çalışmış bazı Yahudilerdi. Lale Film Stüdyosu’nda 1950-1970 arasında kurgu yönetmeni olarak çalışan İzak Dilman, 1950-60’lı yıllarda çekilen müzikal filmlerde dans sahnelerini hazırlayan Jak Biçaçi, dans sahnelerinde yer alan Yahudi ismini bulamadığım dansçı Zühre Songun, Kemal Film’in işletme müdürü İzak Behar aklıma gelen diğer Yahudi sinemacılar. Burada bir görüntü ustasından da bahsetmek isterim. ‘Acı Hayat’, ‘Susuz Yaz’, ‘Kuyu’, ‘Vesikalı Yarim’ gibi Metin Erksan ve Lütfi Ö. Akad filmlerinin usta kameramanı Ali Uğur. Kendisi İslam dinine geçmiş bir Yahudi’ydi. Bu günlerde Gila Benezra adlı başarılı bir makyaj uzmanı çalışıyor sinema ve televizyon dünyamızda…
Dünyada Holokost filmleri festivalleri gerçekleştiriliyor. Ülkemizde de aynı içerikte festival düzenlenebilir mi?
Naziler Yahudilerin yanı sıra sistemli bir şekilde Orta Avrupalı Çingeneleri, eşcinselleri, bedensel engellileri hatta esir aldıkları masum insanları da yok etti. Bu yok edişe hiç kimse karşı koyamadı. Türkiye bunun dışında kaldı. Buradan bakılınca Türkiye’de Holokost Film Festivali yapılamaz belki ama Avrupa’da görevli Türk elçilerinin kurtardıkları Yahudilerin dramları sinemaya aktarılabilir. Aynı dönemde Nazilerden kaçarak canlarını kurtarmak adına Türkiye’ye gelen, üniversitelerimizi abat eden, binlerce öğrenci yetiştiren Yahudi profesörlerin her biri bir eğitim kahramanı. Bunların hayatları filme alınamaz mı? Daha da ötesi, dünya savaş tarihinin kara bir lekesi olan ‘Struma Faciası’ film olamaz mı? Yine aynı yıllarda Alman korkusuyla yaşanan Trakya Olayları ve 1948’den itibaren İsrail’e İstanbul ve İzmir’den başlayan göç film olamaz mı? Sonuçta her göç içinde birçok hikâye barındırır. Bir film konusu olarak konser salonunun kapısına Türk bayrağı çektirerek sahne alan ölümsüz şarkıcı Dario Moreno’yu da unutmayalım tabii… Bütün bu hikayelerin film yapılması tabi ki muhtemel ama büyük sermayelerin bu işlere katılması çok önemli. Gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de Yahudi iş ve sanat çevrelerinin katkısı çok önemli. Eğer bu konuda çekilecek sinema filmlerinin ya da belgesellerin sayısı artarsa belki o zaman Türkiye’de bir Holokost Film Festivali’nden söz edilebilir. Yerel bir üretim olmadan sadece yabancılar tarafından çekilmiş filmlerle Türkiye’de festival yapılamaz. Sadece film haftası gibi özel bir gösterim olabilir.
‘Kulüp’ dizisinde Yahudilerden söz edildi, oldukça olumlu eleştiriler alındı. Televizyon dizilerinin oluşturulmasında söz sahibi pozisyonlardan geçtiğin için soruyorum, geniş toplumla birlikte senaryolarda azınlıklara da yer verilmesi nasıl olur?
Türk sinemasında azınlıklar genelde yan rollerin kahramanları oldu. Ev sahibesi karakterleri çoğu kez Rum ya da Ermeni madamlarıydı. Büyük köşklerde evin piyano ya da dans hocaları da onlardandı. Hatta doktorlar da… Dadılar Ermeni, meyhaneciler Rum’du çoğunlukla. Yahudiler ise daha çok işini bilir eskiciler, antikacılar ya da kuyumcular olarak yer aldı filmlerde. Bu tiplerin hepsi de karikatürdü. Komiklerdi. Türk sinemasında azınlıklar bu kadar sunulmuştu seyirciye. Doğrusu azdı ve gerçek hikayeler değillerdi. Buna rağmen yine de küçük küçük vardılar filmlerde… Burada Ferdi Tayfur ve Necdet Mahfi Ayral gibi dublaj ustalarından da bahsetmek gerek. Her ikisi de Yahudi aksanıyla Türkçe konuşarak yabancı filmlerdeki komik kahramanları daha da komik hale getirmişlerdi. Televizyon dizilerinde ise azınlıklardan hiç bahsedilmedi. Gerek mi görülmedi yoksa kimsenin aklına mı gelmedi? Sonuçta geçmişte sinemacıların belini büken sansür kurulunun bu anlamda bir yasağı yoktur. Hikayesi 1940 ya da 50’li yıllarda İstanbul’da geçen diziler azınlık karakterlerin sunumu için daha elverişliydi. Çünkü o yıllarda sayıca daha çoktular ve İstanbul’un belli semtlerinde bir ağırlıkları vardı. “Kulüp” dizisi eski İstanbul’dan renklerin yer aldığı bir dizi olarak Yahudilere yer vermek zorundaydı. Evet zorundaydı. Çünkü çoktular. Ben uzun yıllar televizyon dünyasında çalışmış birisi olarak, hikayeleri 1940’lı, 50’li, 60’lı yıllarda geçen dizilerin daha çok yapılmasından yanayım. İstanbul o yıllarda tüm sıkıntılara rağmen azınlıklarıyla rengarenkti. Bugün ise tek renk bence…
Bir Ali Can Sekmeç vardı diyecekler bir gün, geride insanlığa senden neler kalacak?
Bir gün bu dünyadan Ali Can Sekmeç adında biri geldi geçti diyecekler mi bunu bilemem ama hayatım boyunca sevdiğim işleri yapmaya çalıştım. Çocukluğumdan beri sinema ve tiyatroya karşı ilgim hiç azalmadan süregeldi. Yazlık sinemalı günlerin çocuğuyum ben. Yazları bu sinemalara gitmek önemli bir aksiyondu. Tiyatroyla tanışmam da yine o yıllarda olmuştu. Tepebaşı’nda artık olmayan Şehir Tiyatrosu Komedi Kısmında Feridun Karakaya’lı ‘Scapen’in Dolapları’ adlı oyunla ilk tiyatro keyfini yaşadım. O zamanlardan itibaren hem sinema hem de tiyatroyla ilgili fotoğraflar, broşürler, el ilanları, lobiler, afişler toplamaya başladım. Hatta okul harçlıklarımdan ayırdığım birkaç kuruşla satın aldıklarım da oldu. Bu görsel malzeme zamanla hayranlık duygularını aştı ve birer koleksiyona dönüştü. Buna plak, kitap ve dergi koleksiyonum da eklenince ben resmen bir koleksiyonere dönüştüm. Bugün kaç parçalık bir koleksiyona sahibim bilmiyorum. İpin ucu kaçalı çok oldu. Bütün bu toplamalar bir süre sonra yazarlığıma destek sunmaya başladı. Yayınlanmış 80’den fazla kitabımda bu görsel malzemeyi fazlasıyla kullandım. Onlardan birini elime aldığımda yaşadığım keyif benim için dünyalara bedel diyebilirim.Geçenlerde kitaplarımdan 30 kadarının Beyazıt Devlet Kütüphanesinde her zaman aranacak kitapların yer aldığı referans rafında yer aldığını öğrendim. Benim için büyük mutluluk bu. Uzun yıllar sürdürdüğüm yoğun televizyon yöneticiliği hayatım boyunca okumak ve yazmak beni dinlendiren en önemli eylemlerimdi. Onlardan hiç vazgeçmedim. Hayat felsefemi çalışmak ve üretmek üzerine kurulu bir düzende yaşamak olarak açıklayabilirim. Kesinlikle şöhret için değil. Sadece bir bilen olarak anılmak isterim bu hayatta…
Söyleşi için teşekkür ederiz.
İlk yorum yapan siz olun