´Kulüp´ dizisinin özellikle ikinci sezonda büyük bir fark yaratan şiirsel diyalogları sayesinde izleyiciyle de yeni bir ilişki başlatabildiğini söylemek abartılı olamayacak. Bu sezonda temelde beni en çok etkileyen ve dizi boyunca bağlantı noktası olarak görebildiğim baba vurgusu üzerinden Kulüp dizisinin nasıl bir diyalog başlattığına dikkat çekmek niyetindeyim.
Sebla Selin Ok
İyi bir biyografik yapıtı önemsemeyen sanıyorum çok az kişi vardır. Çünkü her şeyden önce bu yapıtlar konu aldıkları yaşamlar üzerinden nesiller boyu aktarılan kültürel, etnik, siyasi, dini ve benzeri toplumsal kodların sorgulanması bağlamında anlaşılmayı, karşılıklılığı ve diyalogları önemserler. Belki de bu diyaloglar nihayetinde herkesi ortak yaşamın ayrılmaz bir parçası kılabileceği için bizler de onları önemseriz. Konuşamadıklarımızı konuşturdukları için ilgiye değer buluruz. Çünkü bizler biliriz ki konuşmak, dile aktarıp söylemek daha zordur hep ve bu nedenle ruhumuzun derinliklerini dilin belirsizliğine aktarmak için veririz yaşamdaki en büyük çabayı. İşte kanımca Kulüp dizisinin başarısı buradan kaynaklanmakta.
Özellikle ikinci sezonda büyük bir fark yaratan şiirsel diyalogları sayesinde izleyiciyle de yeni bir ilişki başlatabildiğini söylemek abartılı olamayacak. Bu sezonda temelde beni en çok etkileyen ve dizi boyunca bağlantı noktası olarak görebildiğim baba vurgusu üzerinden Kulüp dizisinin nasıl bir diyalog başlattığına dikkat çekmek niyetindeyim.
İlk sezonda sofrada biten, ikinci sezonda yine sofrada başlayan Kulüp hiçbir klişe endişesi gütmüyor ve toplumsal ilişkinin tutkalı olan birlikte yiyip içmeyi kendi meşrebince yeniden yaratıyor. “Aynı sofranın insanı olmak ne demek? Aile arasında ödeşme olur mu? ‘Laf terazisi’ olmak ne demek? Nefret etmek, üzülmekten daha kolay olabilir mi? Sofrada eğreti oturulur mu?” gibi daha birçoklarına ait sorulara ve sorgulamalara dâhil ediliyoruz bu sofraları izlerken. İkinci sezonu başlı başına değerler sisteminin tartışıldığı popüler bir eser olarak görüyorum. Bu değerler sisteminin en önemli konularından biri kuşkusuz bir toplumun kimliği hakkında da bize ipuçları verebilen aile olmak. İlişkiler, çocuklar ve ebeveynlik, baba otoritesinin restorasyonu ve benzeri konular, yaşadığımız toplumda kimimizin tanık olduğu kimimizin hiç olmadığı, bazılarımızın farklı anlatılar içerisinden tanıdığı bir dönemin ve şehir yaşantısının güçlü bir projeksiyonu. Dizide küçük Rana’nın etrafında şekillenen dünyanın tüm aktörleri bir yana, çekirdek aile içerisindeki roller çok daha katmanlı karakterlere bürünüyor. Anneanne Matilda erdemli, iç görü sahibi ılımlı bir otorite figürü olarak birkaç kez yinelendiği üzere ‘dağ gibi’ dimdik duruyor. Raşel tam da birinci sezonun bıraktığı yerden devam ediyor çalkantılı var oluşuna. Baba figürü ise bambaşka bir yolculuğa çıkartıyor izleyiciyi yakışıklı ve travmatik İsmet karakteri üzerinden. Bu önemli çünkü Kulüp toplumun her katmanı özelinde baba figürünü sorgulamak için sonsuz olanaklar evrenine geçit veriyor. Ebeveyn olmanın içeriği günden güne değişiyor. Kuşkusuz geçmişte ebeveyn olmak bugün olduğundan daha farklı bir deneyimdi. Ancak az ya da çok değişmeyen şeyin yüzyıllar öncesinden başlayarak roller üzerinden kurgulanan beklentiler olduğu söylenebilir. İnsanlık tarihinin tartıştığı en kadim konulardan biri ebeveynlerin çocuklarına miras bıraktıkları kaderleridir.
Bazen aile yadigârı mücevherlerin sarılı olduğu bir bohça, bazen de yaralar miras bırakılır.
Bu nedenle önemlidir aile geçmişi. Bizim gibi toplumlarda daha da önemlidir. Ataerkil yapının çok kuvvetli olduğu, inancın bilgiyle sürekli bir çekişme içinde olduğu toplumlarda sürpriz bir gelecektense bildik bir geçmişe sığınmak kötü sonuçlar getirecek de olsa daha somuttur. Bu nedenle de yaptıklarını yapmalarına neden olan bir ortamda yetiştirildikleri için eylemlerinden sorumlu olmadıklarını düşünen birçok insandan oluşur böyle bir toplum. Bu toplumda bir insan suç işlediği zaman “bu benim suçum değil, bu mahallede doğdum ve hırsız ya da katil olmamdan sorumlu tutulamam” diyebilir kolaylıkla. Çok zor farkına varılır böyle bir toplumda seçimleri kendimizin yaptığına ve sonuçlardan kendimizin sorumlu olduğumuza. Çoğu zaman başarımızı da başarısızlığımızı da aynı cümleyle ailemize borçlu oluruz. Hatta aynı aileden hem bir katil hem iyi bir hukukçu çıkabilir ve nedeni sorulduğunda ikisi de “Böyle bir ailede yetişip de başka biri olmam beklenemezdi” cevabını aynı doğallıkta verebilir. Ebeveyn olarak çocuklarımıza modellediğimiz pek çok şey aktarıyoruz ve onların üzerinde hayal edebileceğimizden çok daha derin ve bilinçaltında izler bırakıyoruz. Eylemlerimizin nesiller boyu yankılanabilecek sonuçlara sahip olduğu fikriyle adeta bir tür aile karması yaratıyoruz. Bir gün hem çocuklar babaları için hem de babalar çocukları için bedel ödemeyecekleri bir dünyanın hayalini kurduğunda başarı da, suç da, ödül de, ceza da bireyci bir nitelik kazanabilir belki de. Diyaloglar ve ilişkiler aracılığıyla Kulüp içerisinde cereyan eden sorgulamalar tüm bu eski günahları yeni erdemlerle değiş tokuş etmenin popüler kültür ve dilde bir araştırması niteliğinde adeta.
Her şeyden önce dizinin temposundan koparmayan şeylerden ilki çok büyük acıların ve trajedilerin yaşandığı sezonda ağıt benzeri yakarışların, büyük büyük rol kesmelerin olmayışı. Dizi boyunca ortamı terk etmeyen sükûnet bu bağlamda sanki toplumda evvelce var olan bir değermiş hissi yaratıyor. Bu his dizinin lokomotifi Çelebi (Matilda içinse Aziz) karakteriyle Fırat Tanış’ın usta oyunculuğunda yansıyor özellikle. Bu sezonda iki önemli karakter dâhil oluyor diziye. İkisi de birbirinden iyi oyunculuklarını yarıştırıyor. Keriman karakteriyle Serra Arıtürk ve Fikret karakteriyle Halil Babür iyilik ve kötülüğe dair sorgulamaların merkezine oturuyor. Özellikle Serra Arıtürk’ün oyunculuğu unutulmaz bir karakter yaratmış diyebilirim. Dönemin ruhunu temsil eden kodların yanı sıra Arıtürk, karaktere cesur ve doğal bir modernlik duygusu kazandırmış ve bu tip karakterlerde izleyiciye baskın düzeyde geçebilecek mağduriyet hissinden yeterince uzaklaştırmış Keriman’ı. Fikret ise tipik bir baba kurbanı olarak tıpkı İsmet, Selim, Raşel gibi babasının günahları ağırlığıyla hep aldanan/aldatan olmaya yazgılı, hayata karşı kendisinin cezasını kesen biri. Bu döngüyü kıran ve yaşamının sorumluluğunu almaya çalışan kişi ise İsmet oluyor. Barış Arduç’un canlandırdığı İsmet, Rana’nın babası olma sorumluluğunu aldığı andan itibaren tüm gidişat değişmeye başlıyor. Babasının terk ettiği ama onun gelme umudunu daima koruyan Rana’nın saf, meraklı, sorgulayan, büyüdükçe sadece felsefi düşünme yetisine sahip olanların koruyabildiği karakteriyle tanışıyoruz.
Rana o kadar güzel umut ediyor ki babası çıkıp geliyor.
Hem de ne gelmek! İnsanların pırasa olmadığını, her insanın dünyaya gelirken eşit değere sahip olduğunu, bazen en güzel şeyin hiçbir şey yapmamak olduğunu, Sindirella’ nın kendi pabucunu yapan bir kunduracı olduğunu, insanın kendi değişimiyle barışık olmayı öğrenebileceğini ama yine de habitatına sahip çıkması gerektiğini (bir gün sevdiğin işi yapmak istemezsen bu sefer onu sevmenin yollarını ara derken), inek sütünün sadece buzağılara uygun olduğunu, hayal ve gerçek arasındaki çizginin çok ince bir ayrıntıda gizli olduğunu (bebeğin seninle konuşmadıkça sorun yok derken), kalbini dinlerken sessiz olmanın doğal olduğunu, kalp duymuyorsa sıfatların bir öneminin olmadığını söylerken kızına, biz de gözlerimiz dolarak hatırladık babanın ne denli özel olduğunu insanın yaşamında.
Baba figürüyle zenginleşen 2. sezon İsmet’le de sınırlı kalmadı. Çelebi’nin çalışanlar nezdinde bir baba olarak görülmesiyle, Raşel’in annesiyle babasına dair hesaplaşması ve “ölüler konuşur, sadece kendi ağızlarıyla değil… Sen bana babamı verdin” cümleleriyle, İsmet’ in sonunda babasıyla yüzleşmesi ve tabi Fikret’in babasını kurban ederek acılarından azat olma çabalarıyla ve son olarak da ‘devlet baba’nın hegemonyasıyla yüzleştik. Tüm bu yüzleşmeler içinde yüzüme tokat gibi çarpan ve bu yazıya ilham olan, babaların günahlarından hatta sevaplarından bile özgürleşebileceğimiz umudunu en üst seviyede yeşerten, birey olma umudunu yalnız benim için değil tüm insanlık için öneren diyalog nedeniyle Kulüp dizisi apayrı bir statü kazanıyor.
Rana, Tasula’ya Paskalya’nın ilk pazarı babasına küsüp küsmeyeceğini soruyor.
Tasula İsa Peygamber’i bir Yahudi ihbar ettiği için bir günlüğüne sadece Yahudilere küstüklerini söylüyor. Rana bunu çok saçma bulduğunu söyledikten sonra anlam arayışına cevap bulmaya çalışan çocuk aklıyla “Bir Yahudi ihbar ettiyse neden bütün Yahudilere küsüyorsunuz?” diye soruyor Tasula’ya. Rana ve Tasula arasında geçen diyalog insanın kaderine yazılmış tüm günahlarından aklıyla, düşüncesi ve iradesiyle kısaca kendi benliğiyle arınıp, yapıp yapmadıklarının sorumluluğunu alması, ‘kendini bilmesi’, gölgelerle hesaplaşmasını bitirmesi, yüzünü aydınlığa çevirmesi bağlamında varoluşsal farkındalık yaratmaya çalışıyor. Keşke çocuk aklımız vicdanımızla iş birliğini hiç bırakmasa. Keşke Matilda’nın en büyük ödül ve lanet diyalektiğine feda etmesek çocuk aklımızı. Keşke unutmasak insanlarla değerler sistemi üzerinden ilişki sürdürmeyi.
‘Tanrı (baba) İsa’ya ihanet eden Yahuda’yı bağışlamış mıdır?’ sorusunu sormadan ve babaların günahlarına teslim olmadan kendi yaşamlarımızın sorumluluklarını alma vaktimiz geldi de geçiyor bile. Sezonun sonunda kapılarını ardına kadar açık bırakan Kulüp ise insanlığın yazgısı gibi sunulan günahlara direneceğinin ipuçlarıyla sonraki sezona göz kırpıyor. İyi seyirler…
https://www.salom.com.tr/haber/129547/babalarin-gunahlarina-direnen-kulupun-erdemleri
İlk yorum yapan siz olun