Dr. Robert Schild’in “Canlı Bir Etnografik Müze – Burgazadası” kitabından alıntıdır.
Puslu bir sonbahar veya kış pazar sabahı… Bostancı rıhtımı arkanızda kaldıktan sonra karşıdaki ilk adanın kıyılarına daha varmadan, birden güneş açmaz mı?! Sahilde bir melisa çayı veya sabah kahvenizi içtikten sonra şöyle bir yürüyüşe çıkıp ciğerlerinizi taze deniz ve çam havası ile doldurmak, sizi adeta yeniden yaratmıyor mu?
İşte tüm bu ortam değişikliğini, iki veya üç çeyrek saat içinde yaşayabiliyorsunuz! Yolcu motorları sizi yarım saatte Kınalı veya Büyükada’ya, keza kırk beş dakikada Burgaz veya Heybeliada adalarına götürür… Motordan iner inmez, o esrarengiz katarsis (ruhsal arınma) sizi sarıyor, başınızdaki olası baskı hafifliyor, dahası damarlarınızdaki taşikardi bile azalıyor… Metropol arkanızda kaldı, etrafınızdaki kalabalıktan, gümbürtüden kurtuldunuz; tek gürültü, martıların çığlıklarıdır – birden bambaşka bir dünyadasınız!..
Yaz geldi; hafta arası, akşam olmak üzere: Yorucu bir iş gününün ardından Eminönü/Kabataş veya Beşiktaş’ta vapura bindiniz – adanıza göre en geç bir buçuk, iki saat içerisinde iskelenize ayak bastığınızda bir rahatlık, bir hafiflik hissetmiyor musunuz? 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda eşiniz, duruma göre çocuklarınız sizi rıhtımda karşılardı… Bu gelenek bugün neredeyse tamamen ortadan kalkmış,ancak çoğu kez 15-20 dakikada evinizde, sevdikleriniz ile birliktesiniz. Veya iskeleye yakın, üye olduğunuz kulüpte denize atlıyorsunuz, eve çıkmadan… Kimilerimiz Marmara Denizi’nin temizliğini tartışadursun, serin sular başınızda konuşlanmış stres ahtapotunun kollarını hemen gevşetiyor. Sudan çıktığınızda, arzunuza göre bir tek rakı, moralinizi daha da yükseltiyor. Çok geçmeden evinizdesiniz; duşunuzu aldıktan sonra terasta keyifli bir akşam yemeği; ardından tatlı bir rehavet… Gecenin karanlığı, karşı kıyıdaki beton pisliğini affetmiş, parıldayan bir gerdanlığa dönüştürmüştür, yıldızlarla yarışırcasına…
İstanbul Şehir Hatları’nın 1953 yılında hizmete girmiş olan İngiliz yapımı Dolmabahçe ve Fenerbahçe vapurları, Adalar ve Yalova “ekspres” seferleri ile Büyükada’ya bir saatte varabiliyorardı. 77 metre boyunda, 12 metre eninde olan bu kardeş gemilerin üst güvertesindeki “kış bahçesi” adı verilen hasır koltukların bulunduğu salonda akşam içkinizi alabileceğiniz bar yer alırdı. Bacanın arka kısmında, yolcular için tek kişilik rahat koltukların bulunduğu bir açık güverte vardı. Anlaşılıyor ki, saatte 17-18 mil hız ile yapılan bu rahat yolculuk, gündüzlerini kentte iş başında geçiren erkekler için ada yazlığı döneminin bir çeşit “bonus”unu oluşturuyordu! Anlatıldığı kadarıyla, kimi dost grupları 18:30 vapuruna binmeden Eminönü’nde edindikleri kuru mezeler ile vapurda kurulan rakı sofrasını öylesine donatıyorlarmış ki, o bir saatlik ada yolculuğu şıp diye geçiveriyormuş! Yolcuların arasında dolaşan “tombalacı”, sepetinde sergilediği canlı ıstakoz veya kaçak viski şişeleri için şans numaraları satıyor, vapur ilk adaya yanaşmadan çekilişi yaparak kazanan numarayı çabucak ilan ediyordu… Bu iki gemiden bir yıl önce hizmete girmiş, benzer boyutları ve özellikleri olan İtalyan yapımı Paşabahçe ile birlikte o üç “bahçe vapuru”, 1990’lı yıllara değin aynı görevi sürdürdü; üçüncüsü ise son yıllarda yeniden “canlandırıldı”! Ne var ki gerek onda, gerekse Ada seferlerini devam ettiren diğer Şehir Hatları gemilerinde bar servisi ve imece türü çilingir sofrası alışkanlığı sürmemişse de, tombala göreneği daha uzun yıllar devam edecekti… Dahası, bir dostumuzun aktardığı kadarıyla “Daha da öteye, bir arkadaşın doğum gününde, havalandırma bacasından çıkan (…) bir dansözü bile gördü bu gözler, netekim bir keresinde eşim(in) anlattığına göre bir gün bu sefahate denk düşen kendisine bile ‘densizlikten değil, tamamen nezaketten’ ikram etmişler bir duble…” (Mehmet Altın: Burgaz Adasından, Burgaz’da Donmuş Kareler; kendi basımı, İstanbul, 2013; s.37)
İşte İstanbul Adaları’nın en büyük yegâneliği, ev-iş arasında gidip gelme eylemi ile birlikte akşam saatlerinde bir “tatil” havasının esebilmesidir! Anglosaksonların commuting olarak adlandırdıkları bu eylemi böylesine keyifli biçimde yapabilmek, sadece İstanbul Adaları’nda olur! Bu gerçeği daha 1895 yılında kaleme almış olduğu Constantinople seyahat rehberinde Edwin Grosvernor şöyle dile getirmişti: “Ischia ve Capri Napoli’ye ne ise, Halki ve Prinkipo Konstantiniye’ye çok daha fazlasıdır. Şehir merkezine uzaklıkları çok daha az olup, kent ile çok daha fazla bütünleşmişlerdir.”(aktaran: John Freely: The Princes’ Islands – A Guide; Adalı Yayınları, 2005; s.17)
Öte yandan bu zevkli yolculuğu sadece akşam dönüşlerine bağlamak doğru olmaz… Şöyle ki, sabah saatlerinde adadaki pastaneden aldığınız poğaça ile vapurda ısmarladığınız çayın tadı, Pendik üzerinden doğan güneşin parıltısıyla daha da bir leziz oluyor. Bir saat kadar sonra dünyanın en güzel kentinin denizden beliren görüntüsü ile aşk yaşamaya başlıyorsunuz: Önce uzaktan o güzelim silueti, ardından belirginleşen altı minareli Sultan Ahmet Camii ve görkemli Ayasofya, Topkapı Sarayı binaları ve aralarında minik kubbesiyle Aya İrini, derken Galata Köprüsü ve Salıpazarı Rıhtımı; eğer Beşiktaş’a yanaşacaksanız, Swissotel’in eteklerine “sığınmış” Dolmabahçe Sarayı, keza yukarılara doğru tırmanan Barbaros Bulvarı… Ve de, hemen göze çarpan, dünyada örneği olmayan canlılıktaki bir deniz trafiği: Karadeniz ile dünya limanlarının arasında gidip gelen dev Capemax/Panamax’lardan kosterler arasında her boy yük gemisinin yanı sıra çeşitli Şehir Hatları vapurları, yük vagonu taşıyanlar veya arabalı vapurlar, balıkçı tekne ve kayıkları, yatlar veya sürat motorları, Sahil Koruma botları ve arada bir yabancı savaş gemileriyle “metropolizmi” denizlere kadar taşımasını bilmiş yüzer otellerin birbirlerini teğet geçerek yollarına devam etmeleri, olağanüstü keyifli bir seyirliktir. Bunca heyecan verici bir liman girişi dünyada pek enderdir, olsa olsa New York, Rio de Janeiro veya Hong Kong’un yanı sıra…
Bu sabah ve akşam yolculuklarının dışında, işe gitmeyen aile fertlerinin gün içinde adadan adaya geçerek dost ziyaretlerinde bulunmaları ile komşu bir kara parçasında sabah yürüyüşleri veya bisiklet turlarına çıkmaları, oralarda denize girebilmeleri de başlı başına değişik birer ayrıcalıktır… Bir de vapurlardaki bu turist yoğunluğuna, o karmaşaya düzenleyici tedbirler alabilse Şehir Hatları yönetimi!
20. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da yaşamış olan Bulgar gazeteci Hristos Brızitsov, 1932’de yayımladığı bir İstanbul kitabında Adalar’ın oluşumunu “zeytuni Marmara’ya düşmüş yıldızlar, Asya ve Avrupa arasına sanki göksel masaldan bir şeyler taşımış”olarak tanımlamıştı (H.Brızitsov: İstanbul’dan Mektuplar; Kitap Yayınları, İstanbul, 2016; s.46). Gerçekten de bunu ister jeolojik yönden, ister Tanrı’nın bir eşref saatinde Marmara Denizi’nin kuzey kıyısı önlerine birkaç kaya parçasını fırlatması olarak açıklayabilirsiniz! İstanbul açıklarında bulunan bu dokuz ada, kente verilmiş belki de güzel armağandır…
Büyükada özellikle turistlerin tercih ettiği bir gezinti yeri olduğundan, hafta arası bile çok ziyaretçi çeker. Buna hafta sonu konukları da eklendiğinde, bu adanın –en başta yerlileri ve yazlıkçıları için– özellikle Pazar ve bayram günlerinde olumsuz bir yegâneliğiöne çıkar: Sokaklarında yürümek zorlaşırken, tüm orman ve piknik alanları, keza serbestçe denize girilebilecek koyları/kıyıları insan sellerinin akın ettiği yerlerdir… Heybeliada da başta hafta sonları ve bayram günlerinde aynı kadere boyun eğmek zorundadır; Kınalıada’da ise kuzey doğuya bakan sahil kesimi, haftanın her gününde karşı kıyılardan gelip “plaja gidenler” ile dolup taşar. Burada evleri olan yazlıkçıların özellikle hafta sonlarında ön balkonlarında oturamadıkları, bazılarının ise o günlerde ana karadaki otellerin havuzlarına “sığındıkları” bile anlatılıyor!
İstanbul açıklarındaki dört adadan sadece Burgazadası –bu satırların yazıldığı yıla değin– kısmen ayrıcalıklı bir yer sayılabilir… Vapur adalara doğru yol alırken, en başta deniz tutkunları Kınalıada’nın plajlarına akın eder. Seyahatin devamında beklentiler Büyükada veya en azından Heybeliada’ya yönelik olduğundan, ikinci iskele olan Burgazadası’nda daha çok oranın sakinleri ve tek tük “bilinçli” ziyaretçiler vapurdan iner – asıl yolcu kalabalığı ise diğer iki adaya yönelir. Diğer bir deyiş ile Burgaz Adası, komşularının bir çeşit “gölgesinde kalmakta!”
Yukarıda kullandığım “bilinçli” tanımı, Burgazadası’ndaki akraba ve dostlarını ziyaret edenlerin yanı sıra, adanın bazı bilinmeyen koylarına tanış olanlardır, daha az kalabalık sokaklarında yürüyüşe veya Hristos tepesine çıkmak isteyenler, keza restoranlarını bilenlerdir…
Burgaz’ın lokantaları adanın “üçüncü restoran evresi” olarak tanımlamak istediğim, 2000 yılından bugüne değin gittikçe yaygınlaşmış olan “gastronomik Burgaz”söylencesidir sadece… Bazı köşe yazarlarının bilinçli/bilinçsiz katkılarıyla Burgaz Adası, “güzel yemek yenebilecek” bir ortam olarak ünlenmiştir – ve gerek özel tekneleriyle gerekse özellikle Bostancı’dan kalkan yolcu motorlarıyla bu adaya sadece “yemek” için gelenler yıldan yıla artmaktadır. Nedeni ise, gene bir çeşit “yegâneliktir”: Dünyanın pek az beldesinde, sizi oraya getiren yolcu motorundan adımınızı “direkt olarak” kıyıdaki restorana atabiliyorsunuz! İşte bu özellikler, ada sakinlerinin hafta sonlarında “kendi”lokantalarında yer bulamamalarına ve/veya onlara layık servisi görememelerine yol açmıştır, ne yazık ki…
Burgazadası’nın en önemli yegâneliğine gelince, bunu 65 yıllık adalı olan Prof. Nükhet Sirman şöyle tanımlar: “Burgaz’da, adanın böyle kalması için uğraş veren insanlar var. Ada bozulmasın, yabancılar gelmesin, adayı ada olmaktan çıkaracak birileri gelmesin diye! Böyle bir bilinç var burada. Diğer adalarda böyle bir bilincin olmadığını biliyorum…” 27 Temmuz 2019 tarihinde yaptığımız söyleşide Nükhet Hanım, bu dürtüyü geliştirmek için ada halkının örgütlenmiş olmaksızın, salt bu düşüncenin kendi kültürlerine sinmiş olmasını çok ilginç bulduğunu belirtiyor.
[ Aradan dört yıl geçti – ve (özellikle Burgaz)adalılar, birbirlerine kenetlenmiş biçimde örnek bir örgütlenme gösterdiler: Son aylarda hortlamaya başlamış olan “Adaların imara açılması” konusundaki resmi duyurulara karşı başlattıkları bilgilendirme toplantıları, ardından ilgili bakanlığın İstanbul ofisine topluca gidilerek oraya bırakılan itiraz dilekçeleri, keza böyle bir karar ile gelecek nice olumsuzluklarla olası bir deprem durumunda önlenemeyecek büyük çekinceleri basın yoluyla kamuoyuna duyurmalarıyla Burgazadası Halk Meclisi üyeleri, yerel bir dayanışmanın en güzelini sergilemesini bilmişlerdir…
Ne var ki bu tatsız gelişmeye yanıt olarak gördüğümüz girişimlerden daha önce de, Prof. Sirmen’in değinmiş olduğu “ada kütürü”, evlerini, ormanını, sahillerini korumanın yanı sıra, Burgazada halkı yıllardır acaba başka neyi sağlama almak istiyordu? İşte bu düşüncenin altını şimdilik aşağıdaki tek tümce ile örneklemek istiyorum, zira bu minik adanın o özelliği, bu kitabımızın ana konusudur! ]
“Kurban Bayramı’nın son gününde, Heybeliada’ya nazır oturduğumuz iki Ermeni, bir Rum, bir Levanten, birer Aşkenaz, Sefarad ve Karay Yahudisi, biri annesi Yahudi, babası Müslüman ile üçü salt Müslüman dostumuzla büyük bir beş yıldızlı Metaxa’yı ortamıza almış, tatil haftasını noktalıyorduk.” (Robert Schild: Adada Çok Kültürlü Birliktekiler; PAROS Dergisi, İstanbul, Ekim 2017, S.144)
***
Bu yazı, Dr. Robert Schild’in ilk baskısı 2021 yılında, genişletilmiş ikinci baskısı 2023’te yayımlanan “Canlı Bir Etnografik Müze – Burgazadası” kitabından alınmış olup, köşeli parantez [ … ] içinde yer alan iki paragraf, bu dosya için ayrıca eklenmiştir…
Kitap Remzi, Pandora ve Kırmızı Kedi kitapçılarıyla www.adaliyayinlari.com web sitesinden edinilebilir.
https://www.avlaremoz.com/2023/09/26/adasal-yeganelikler-robert-schild/
İlk yorum yapan siz olun