Eylül’dü… Ada bu vakitlerde daha tenha, daha dingin, daha sessiz… Keti (Proku Türker) Hanım ve Orhan (Türker) Bey’in misafiriydim o gün. İncir ağaçlarını, yaseminli bahçe duvarını geçip, Lozan Zaferi Caddesi’ne doğru ilerleyin, onları görmeniz işten bile değil. Az geriden kaldırıma çıkıp bakın, beyaz kapılı evi göreceksiniz. Orhan Bey ortancaları suluyor, Keti Hanım içerde kucağında kedisiyle kitap okuyordur. “İçeri” dediğim yer, aslında Heybeliadalıların çok iyi bildikleri bir zamanların meşhur Halk Eczanesi. Keti Hanım’ın hayatta belki de en aşina olduğu yer. Bu dükkândan içeri ilk girdiğinde, kırk günlük bebekmiş. Halk Eczanesi, Heybeliada’da Proku Ailesi ile özdeşleşmiş. Büyükbaba Anastas Proku, eski usul eczacılardanmış. Mesleğin inceliklerini Peralı Rum eczacıların yanında kalfalık yaparak öğrenmiş. Diploması yokmuş ama çeşitli bitkileri havanda döverek hazırladığı ilaçlarla şifa dağıtırmış. Oğlu Andon da babasının yolundan yürümüş. Proku’lara 1950’lerde eczacılık fakültesinden mezun Kiryakiça gelin gelmiş. Kiryakiça, Kadıköy Yeldeğirmenli, Moda’nın meşhur eczacılarından Melih Ziya Sezer’1in yanında yetişmiş, çiçeği burnunda bir eczacıymış. Aile elele vererek büyükbabalarının kurduğu Halk Eczanesi’ni kalkındırmışlar. 1950’lerden 1990’lara kadar Adalı olup da bu eczaneye girip çıkmayan kimse kalmamış. Eczanenin yeri günümüzde Türkerlerin yazı evi. Orhan Türker, sokağa bakan çalışma masasında notlarını gözden geçiriyor. Her ne kadar “Ben Modalı’yım. Ada’ya damat olarak geldim. Ada’yı esas Keti Hanım bilir” dese de otuz beş yıldır yaşadığı Heybeliada üzerine düşünmeye, üretmeye devam ediyor. Değil mi ki Modalılar Adalılar gibi yaşar… Hep birlikte Türkerlerin konuğu olalım. Bir fincan yetmez, kahvedanlığı acı kahveyle dolduralım.
Keti hanım, anne-babanızı Adalılar hâlâ büyük bir saygıyla anıyorlar. Çok sevilen bir çift olmanın ötesinde, mesleklerinde de çok başarılı eczacılarmış. Halk Eczanesi’ni nasıl hatırlıyorsunuz?
Bizim ailede büyükbabam, babam, annem hepsi eczacıydı. Şu an içinde bulunduğumuz eczaneyi ve üstündeki aile evimizi büyükbabam Anastas Proku 1955 yılında inşa ettiriyor. Eczaneyi de başlarda o çalıştırıyor. Mobilyaları dillere sezâydı, eczanenin içi çok değerli mobilyalarla dekore edilmişti. Aile evimiz üç katlı. Büyükbabam bir daireyi oğluna, bir daireyi kızına yaptırıyor. Oğlu Andon, benim babam. Annem Kiryakiça’nın da aileye katılması ile eczanenin şenlikli günleri başlıyor. Hatırlıyorum, büyük küçük herkes buraya uğrardı. Paşa ailelerinden, yoksul Rum balıkçıya kadar Ada’da herkesin çok sevdiği bir dükkândı. Eczanemiz 1992 yılının Eylül ayına kadar Heybeliadalılara hizmet verdi. 1992 yılında devrettik. Eczanemizi devrettiğimiz hanımefendiden tek ricamız, antika mobilyaları korumasıydı. Bu rîcamız karşılık bulmadı. Mobilyaların hepsi satıldı. Bu beni hâlâ çok üzer. Bu eczane, Heybeliada’nın adeta hafızasıydı.
“İstanbul Adaları içinde en erken Türkleşen Heybeliada oldu.”
Orhan Bey, kitabınızda2 “Türkler, Adalı olamamanın sancısını yaşıyorlar” diye bir tespitiniz var. Adalıların bellek mekânlarının korunmaması, değerinin bilinmemesi bu tespitinizle ne kadar ilişkili?
Bütün bu evleri inşa eden insanlar, bugün bu ülkenin dışında yaşamak zorunda bırakıldı. Yerlerine gelenlerin büyük bir kısmı, hazır buldukları dört başı mâmur yapıları devam ettirmekten acizdiler. Geldikleri yerlere benzetmeye çalıştılar. Ada’ya sonradan gelenler arasında en yoğun nüfus Karadenizlilere ait. Eskiden Adalı yaşam tarzına özenme vardı. 1950’li yıllarda gelenler, uyum sağlamaya çalışırdı. Örneğin… Heybeli’de bir dönem askeriyenin hem lise hem de akademi kısmı vardı. Üst düzey subayların eşleri, kızları kendi sosyal çevresini, yaşam tarzını yaratmıştı. Türk ailelerin sınıfsal katmanlarının en tepesinde askeriye vardı, onlar yazları Heybeli’delerdi. Rumların ise balıkçısı da vardı, doktoru da vardı. Ada’da Rum toplumunun sınıfsal yapısı katman katmandı. Yahudi ve Ermeni toplumlarında da aynı katmanlı yapıyı görebilmek mümkündü. Yani zengini de vardı fakiri de vardı. Doktor Fundopulos, Doktor Kriton Dinçmen, Diş Hekimi Todori Karayiannidis, Stavro Güçlü gibi isimler Ada’nın önde gelen Rumlarındandı. Ruhban Okulu’nun hocaları çok yüksek insanlardı. Gençliklerinde Ada’da okurken buralı genç kızlarla tanışıp, evlenmişler. Adalı olmuşlar. Hatta öyle ki, bu cemaatler içinde çok yoksul olup, sırf çocukları kendi cemaatlerinden birileri ile evlenebilsin diye birtakım yardımlarla Ada’ya yazlığa gelenler vardı. Diyelim ki çok küçük bir evi kiralayabilmiş. Olsun, sonuç olarak kiralayabilmiş. Kızı akşam arkadaşlarıyla Rıhtım’a inebilecek, yaşıtlarıyla tanışabilecek… Ada’nın böyle bir yapısı da vardı. İstanbul Adaları içinde en erken Türkleşen, Heybeliada oldu. Bunun iki nedeni var: Harp Okulu ve Sanatoryum. İkisi de Türk nüfusu Ada’ya çekti. Örneğin Tepe Mahallesi sanatoryum çalışanlarının yaşadıkları mahalledir. Hastane kapansa bile çalışanlar o mahallede kaldı.
Orhan Bey, kitabınıza verdiğiniz isim Ada’daki dönüşümü özetler nitelikte. Siz önemle Rumluk, Heybeliada’yı yani “Halki”yi günümüzden ayırıyorsunuz. Hatta öyle ki, “Bundan sonrası için hikâyesi anlatılacak bir Halki değil, Heybeliada vardır” dediniz. Peki Rumlar için Ada’nın en parlak dönemi ne zamandı?
Bildiğimiz anlamda Halki, 1964’ten sonra bitti. Rumlar çok sevdikleri Adalarında 1964’e kadar mutlu yaşadılar. Heybeliada Rum Okulu, 1980’de kapandı. 1923/1924 ders yılında, iki yüz yetmiş beş öğrencisi varmış, 1978/1979 ders yılında bu sayı, yediye düşmüş. 1950-1955 arası Heybeliada Rumları için oldukça iyi bir dönem. Neşeli, mutlu günler geçirmişler. Yunanistan’ın tanınmış şarkıcıları Sofia Vembo ve Kaluta Kardeşler Sofianos Gazinosu’na gelirlerdi. Onları dinlemek için yer bulunmazdı. Hatta kimisine Ada öylesine yetermiş ki burada doğup, İstanbul’a hiç gitmeden ölen Rumlar vardı. Daha eskiye gidersek, Rumlar için en parlak dönem Sultan Abdülhamid Dönemi. Bu dönem, genel olarak Rumların altın çağıdır. Sultan Abdülhamid, Rum bankerlerle çalıştı, saraydaki en yakın doktorları, eczacıları Rum’du. İstanbul Rum cemaatinin eğitim ve dini kurumlarının bütün büyük eserleri, Abdülhamid zamanındadır. Taksim Aya Triada Kilisesi, Kadıköy Aya Triada Kilisesi, Zapyon Lisesi, Fener Kırmızı Mektep, Zoğrafyon Lisesi, Kentriko Lisesi, Galata Rum Okulu, Arnavutköy Taksiyarhis Kilisesi, Büyükada Yetimhanesi… Hepsi Abdülhamid dönemindedir. Yedikule’de, Karamanlı Rumlarının kilisesinin çan kulesinde bir kitâbe var: “Sultanımız Abdülhamid Han döneminde yapılmıştır” yazar. Abdülhamid, kendi döneminde Rumlar tarafından sevilen sayılan bir padişahmış.
1964-1965 Yunan uyrukluların sınır dışı edilmelerinden önce, bir büyük olay daha var: 6-7 Eylül 1955 Pogromu. Heybeliada olaylardan nasıl etkilendi? Keti Hanım, aileniz o gün Ada’da mıydı?
Evet, Ada’dalardı. 6-7 Eylül 1955 Pogromu, Rumların toplumsal hafızasında kapanmayan bir yara. Neyse ki Büyükada’daki tahribata benzer büyük çapta olay yaşanmamış. Bahriye Mektebi’nin varlığı caydırıcı olmuş, olayları frenlemiş. Heybeliada Rum cemaatinin sıklıkla kullandığı Ayios Nikolaos Kilisesi’nin çanını çıkarıp, yere atmışlar. Günümüzde de aynı çan kullanılır, sesi hâlâ çatlaktır. Karşı kıyıdan mavnalarla gelen bir grup, Ruhban Okulu’na çıkmaya kalkışmış. Tacettin Paşa adında bir amiral vardı. Bizim eczaneye de sık sık uğrar, babamla sohbet ederdi. Çocuktum ama kulağımla ondan dinledim. Mavnalarla gelenleri görünce askerlerine emir vermiş. Çapulcuları tek tek yakalatmış, geri püskürtmüş. Ruhban Okulu’nu didik didik kontrol ettirmiş, o tarafa kaçanları da toparlatmış. Bizim eczanemiz neredeyse hasarsız kurtulmuş. Vitrin camına taş atmışlar. O cam kırılmış. Annemin anlattığına göre, eczanemizi koruyan Ada’nın bekçisiymiş. Büyükada ise Heybeli kadar şanslı değildi. Oradaki tahribat günlerce, aylarca konuşuldu.
Ada’nın “martılar”ı, Ada’nın “karıncalar”ı
Keti Hanım, Ada mutlu günlerinde nasıldı? Günlük hayat nasıl geçerdi?
Adalıların en büyük rutini, İstanbul’dan dönecek eşleri karşılamaktı. Akşamüzeri kadınlar giyinir süslenir, iskeleye inerdi. 18.30’da sahildeki gazinolar, işten gelen beyleri karşılamaya inmiş kadınlarla dolardı. Eşler beklenirken gazinolarda limonata, gazoz, kahve içilirdi. 19.20, Galata Köprüsü’ndeki iskeleden kalkıp, ekspres olarak gelen Paşabahçe veya Fenerbahçe vapurlarını karşılama vaktiydi. Eşlerle birlikte evlere dönülür, akşam yemeğine oturulurdu. Rumlar ve Ermeniler akşam yemeğini ailecek evde yerler, Yahudiler sahildeki gazinolarda bir şeyler atıştırıp öyle eve dönerlerdi. Yahudi kadınları eve gidip sofra kurmazlardı. Genel anlamda Yahudi kadınları dışarda olmanın hiçbir fırsatını kaçırmazlardı. Diyelim ki zeytinyağlı fasulye yapacak… Sahildeki gazinoda ayıklar, eve döner alelacele düdüklü tencerede pişirir… Yemek pişer pişmez de yüzmek için denize koşarlardı. Buna mukabil, Burgaz ve Büyükada’da daha varlıklı Yahudi aileler otururdu. Onları sokakta görmek mümkün değildi. Ada’nın kalburüstü Türkleri, askeriyeyle ilişkisi olanlardı. Çoğunlukla Gemici Kaynağı Sokak’ta otururlardı. Kendi dünyalarını yaratmışlardı. Orduevinin içinde sinemaları bile vardı. Rum ailelerle pek içli dışlı değillerdi. Askeriye mensuplarının Ada’da doğup büyümüş çocukları, Rum çocuklarla daha çabuk kaynaşırlardı. Aileler, gençler arasında evlilikler olur diye endişelenmekten birbirleriyle samimi olmazlardı. Yine de zaman zaman önlenemeyen evlilikler olmuştur. Rum kızları, üniformanın içindeki delikanlıları pek beğenirlerdi. Yazsa, “martılar çıktı”, kışsa, “karıncalar çıktı” derdik. Martı, yazın giydikleri beyaz üniforma; karınca, kışın giydikleri siyah üniformadan dolayı denirdi. Askeriye mensuplarının Rum kızlarla evlenmesi yasaktı. Buna rağmen evlilikler yapılır, aşkı uğruna kariyerini bırakanlar olurdu.
Bu mutlu günler sürerken Rum cemaati nasıl eğlenirdi? Özel olarak mekânları var mıydı?
Heybeliada Kültür Derneği’nde eğlenilirdi. Gençler Dernek’e gider, genellikle pinpon, tavla, satranç oynarlardı. Hafta sonu çaylar, partiler, film gösterimleri olurdu. Bütün amaç gençleri orada tutmaktı. Yeter ki kendi toplumundan biriyle tanışıp, evlensin. Heybeliada’ya sıklıkla amatör tiyatro grupları gelirdi. Özellikle yine Rum cemaatine ait olan Arnavutköy Kültür Derneği bu konuda çok iyiydi. Arnavutköy’ün oyunu geldiği zaman yer bulunmazdı. Halki Palas’ta geceler düzenlenirdi. O gecelere çok şık katılırdık. Bizim terzimiz Madam Olga’ydı. Kızıyla hâlâ arkadaşız, hayatına Yunanistan’da devam ediyor. Diş doktoru Todori Karayiannidis’in teyzesi Madam Margarita ve babaannesi Madam Marta da önemli terzilerdendi. Erkek terzileri ayrıydı. Onların dükkânları olurdu. Kadın terzileri ise ya eve gelirler ya biz onların evlerine giderdik. Akşam yemekten sonraki eğlence sinemaydı. Saat 21.00’da sinemalar başlardı. Dört sinema vardı: Ayyıldız, Zafer, Yeni Sinema ve bir de adını hatırlayamadığım sinema daha. Zaman zaman bu sinemalara tiyatro ve konserler de gelirdi. Mesela Mavi Işıklar, Berkant, Rana-Selçuk Alagöz… Onları hep Heybeliada sinemalarında dinledim. Sinemaya gitmeyen Halki Palas’ın oradaki kır gazinosunda eğlenmeye giderdi. En son bir tane gazino kalmıştı, Ethem’in Yeri. Daha da eskilerde Çam Limanı’nda da üç-dört tane kır gazinosu vardı. Mehtap olduğu zamanlar, genellikle faytonla ada turu yapılır, Çam Limanı’nda mehtap izlenirdi. Bazen sandalla da mehtap izlemeye çıkanlar olurdu. Denize sabah girilirdi. Kayalıklardan midye çıkaranlar olur, onu pişirip keyif yaparlardı.
“Adalılık bir yaşam tarzıdır.”
Aslında bir anlamda kendi içinde dönen bir ekonomik yapıdan da söz ediyoruz. Orhan Bey, sizin bu konuda derinlemesine bir çalışma yaptığınızı biliyoruz ama kısaca söz etmek gerekirse Ada’daki meslek gruplarından hangilerini anabiliriz?
Çok haklısınız! Heybeliada’da 1960’lara kadar olan dönemde kendi içinde dönen bir ekonomi mevcut. O yıllarla kıyasladığımızda, bugün Heybeliada’nın kendi kendine yetmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Marketler ve sahildeki gazinolar dışında iş yeri yok. Hastane kapandı, Papaz Okulu kapandı, Deniz Harp Okulu’nun yüksek kısmı Tuzla’ya taşındı. Günümüzün Adalıları, her sabah 06.00-08.00 arası vapurlarla İstanbul’a, çalışmaya gidiyor. Artık ekmek İstanbul’dan çıkıyor. Halbuki 60’lara kadar ekonomi burada kendi içinde dönüyor. Çok geniş bir meslek kolu var: fırın, nalbur, erkek berberi, kadın berberi, kadın terzisi, erkek terzisi, bahçıvan, balıkçı, saka, lokantacı, meyhaneci, garson, yapı ustası, demirci, eşekçi, faytoncu, oduncu, kömürcü… Üstelik bu mesleklerin hemen hepsi Rumların elindeydi. Lokantacılık, meyhanecilik, pastanecilik kesinlikle Rumların elindeydi. Lokantacı Grigori, Turşucu David, Berber Yani (ki İsmet İnönü’nün berberiydi) onun büyükbabası Fırıncı Yani, simit fırıncı Marko… Fırınlara yemek tepsileri götürülürdü. Baharın, bayramların, pazar günlerinin öğlen yemeği kuzu budu ve patatesti. Bu yemek evde pişmezdi, fırınlara gönderilirdi. Dondurmacı Bulgar’dı. Adalılar vişne kaymak severlerdi, bu ikisi klasikti. İstanbul’daki çiçek mezatları için çiçek yetiştirenler vardı. Heybeli’nin çiçeği mimoza ve yasemindi. Kesme çiçek dedikleri sümbül, nergis, frezyalar, glayörlerin mevsiminde üretimi yapılırdı. Yaseminleri çam iğnesine geçirip patlıcana geçirir, vapurda satarlardı. Haftada üç defa İstanbul’a çiçek götürülürdü. Yazın pavuryacılar, ıstakozcular, tarakçılar, istiridyeciler çıkardı. “Pazar günü misafirim var, yarım gaz tenekesi istridye getir” sesleri duyulurdu. Çarşıdaki balıkçıların köşesine Yahudi lakerdacı gelirdi. Bu şenlikli yapı, 1964’e kadar sürdü. Özellikle balıkçıların çoğu Yunan tebaalı oldukları için Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı. Zaman içinde Ada’nın Yahudi nüfusu Büyükada’ya kayınca, lakerdacı da Büyükada’ya gitti. Birkaç yıl önce orada vefat ettiğini duyduk.
Keti Hanım, siz en eski Adalılardan olarak Heybeliada’nın güzel günlerini yaşamışsınız. Sizin zamanınızda “Adalı olmak” ne anlama gelirdi?
Adalılık bir yaşam tarzıdır. Kapalı bir yaşamdır. Herkes birbirini tanır. Akrabalık ilişkileri ile kurulmuş geniş aileler vardır. Eski Adalıların kendine özgü lakapları vardı. Kimse soyadı ile anılmaz, bu lakaplarla tanınırdı. Herkes kendi lakabını benimser, kimse bundan dolayı incinmezdi. Örneğin sağa sola fazla bakıyorsa Oynak Marika, ayağı aksıyorsa Topal Mehmet… Bilgi ve kültürle özdeşleşen lakaplar da vardı. Sonbahar başlar başlamaz yağmur yağma olasılığına karşı bir beyefendi devamlı trençkot ve şemsiye ile dolaşırdı. Onun lakabı İngiltere Başbakanı’ndan mülhem Chamberlain’dı. Adamcağızın adı unutuldu, lakabı kaldı. Ada’da yabancı biri uzun süre kendini saklayamaz. Hemen kimdir, nedir, nereden gelmiştir sorgulanır. Adalılar’a özgü belli başlı davranışlar vardır. Örneğin sahilde gazinoda otururken sırtını denize dönmeyen Adalı’dır. Günümüzde Adalar’ın yeni modası akülü araçlar. Akülü aracınız olabilir ama korna çalan Adalı değildir. Adalı olma hâli bütün kimlikleri eşitler. Yahudi, Hıristiyan, Müslüman diye kimseyi ayırmaz. Diğer taraftan, Ada’nın kendine özgü yaşam kuralları, zorlukları vardır. Bu kurallara uyum sağlayabileni kucaklar. Eskiden ulaşım konusunda büyük zorluk çekilirdi. Hava şartları daha farklıydı. Ada evlerinin bir kısmında sarnıç veya kuyu vardı ama su Anadolu Yakası’ndan tanker ile gelirdi. Bu tankerler ilk lodosta gelemez olurdu. Üç gün susuz kaldığımızı hatırlarım. Su tankerinin adı KOŞAR’dı. Yolunuz gözlerdik, “Koşar geldi, Koşar gelecek…” Koşar, Maltepe’den tankerine su doldurur, bir Büyükada bir de Heybeliada seferi yapardı. Yazın Büyükada’ya iki sefer yapılırdı. Heybeliadalılar bu duruma çok içerlerlerdi, “Hep Büyükadalıları tutuyorsunuz. Onlara iltimas geçiyorsunuz” derlerdi. En fakirin evi bile pırıl pırıldı, beyaz sabun kokardı. Basamaklar, kapı tokmakları bile parlatılırdı. Akşamları kapı önünde oturulur, sohbet edilirdi. Ada’nın kadınları tedbirli yaşamasını öğrenmişti. Çaylık ikramlıklar, kahve yanı ikramlıkları hep hazır tutulurdu. Acısıyla tatlısıyla mutlu yıllardı…
“Heybeliada Rumcası farklıdır”
“Adalılık” bütün kimlikleri eşitler miydi sahiden?
1970’li yılların başına kadar, evet! Bu döneme kadar Rumlar çoğunlukta, Müslümanlar azınlıktaydı. Türkler, Rum yaşam tarzına, kültürüne, diline uyum sağlamıştı. Hemen herkes Rumca’yı ve Rum adetlerini bilirdi. Nüfus dengesi 1964-1965’ten sonra değişti, tersine döndü. Buna karşılık Ada’nın yerleşik Türkleri derdini anlatacak kadar hâlâ Rumca bilirler. Üstelik Heybeliada’ya özgü bir Rumca var. Heybeli Rumcası ağız olarak farklıdır. Günümüz Rumları bunu bilmez ama eski Heybeliadalı bir Türk, Heybeli Rumcasını bilir. Heybeli’ye yerleşenler gruplardan biri de karşı kıyılardan (Maltepe, Pendik…) gelen Romanlar. Altı veya sekiz aile olarak gelmişler. Heybeli’de Rumlaşmışlar. Yıllar içinde Rum gibi yaşamaya başlamışlar. Kimin kim olduğunu, sadece eskiler hatırlıyor. Zamanında kaydı tutulmuş ama sonra bu kayıtlar yanmış. Günümüzde hemen hepsi Yunanistan’da yaşıyor. Onlardan Adalı Rumlara geçmiş ritüeller vardı. Örneğin yemin ederken, “Ateş yaksın seni” (Fotia na se kapsi!); “Vallahi” diyeceğine “Ateş adına” (Ma tin fotia) derlerdi. Bu tarz yeminler Hıristiyanlıkta yoktur. Bir de son yıllarda Heybeliada’ya Süryaniler yerleşmeye başladı. Yazları Rum kilisesini onlar da kullanıyorlar.
Peki sonradan Adalı olunur mu?
K.T. Bir jenerasyonda Adalı olmak biraz zor. Eskiden birkaç jenerasyon isterdi. Günümüzde bunun bir önemi yok. Ada’nın bir özgünlüğü kalmadı. Kalmaması için elden ne geliyorsa yapıldı. Bütün dünya köyünü, kasabasını “slow city” yapmak için çaba gösterirken, biz hâlihazırda öyle olan yerin kıymetini bilmiyoruz.
O.T. Ben otuz küsur yıldır Ada’da yaşıyorum ama kendime Adalıyım diyemem. Yine de isterim ki buraya gelen herkes, yaşadığı yerin farkında olsun, kıymetini bilsin.
1 Melih Ziya Sezer (2 Eylül 1932-29 Haziran 2022) Adı, Moda semtiyle birlikte anılan eczacı. Kadıköy Moda’daki 1902 tarihli Yeni Moda Eczanesi’ni babasından devralarak, uzun yıllar eczacılık yapmıştır. Geniş bir klasik müzik arşivine sahip olmanın yanı sıra, keman çalar, şiir yazardı. Vefatıyla birlikte Moda’da bir dönem kapandı.
2 Orhan Türker, Halki’den Heybeli’ye, Sel Yayınları, 2008
İlk yorum yapan siz olun