Ada, sadece çocukluk yazları Büyükada’da geçen benim için değil, genel anlamda çocuklukla özdeşleşen bir yer. Çocukken adaya gelince bambaşka bir hayat tarzına geçmiş olurduk. Okul kapanınca adaya çıkar -bazen karne elimde deniz otobüsüne binerdim- açılmadan hemen önceye kadar inmezdik. Kolumu kırıp acilen Kartal’a indiğimiz yaz hariç, çocukken yaz ortası İstanbul’a indiğimi anımsamıyorum. Bahçe hortumuna takılıp düşmüştüm; sakar bir çocuktum.
Şehirde her yere arabayla gider, sokakta yalnız gezemezdik. Oysa adada çocuklar serbestti. Plaja, futbol oynamaya veya arkadaşımın evine kendi kendime gidebilirdim. Bu özgürlüğü sağlayan en önemli araç ise elbette bisikletti. Aynı yaşta onlarca çocuk hep beraber hareket ederdik bisikletlerle. Bir yere gidiliyorsa topluca gider, en yakın demirlere üst üste sayısız bisiklet kilitlerdik. Cumartesileri döner yemeye iskelede buluşulunca- çoğunlukla saat akşam 8’de – saat kulesinin demirlerine kilitlerdik kalın tekerli, renk renk bisikletlerimizi. Yürümek aklımıza bile gelmezdi sanki.
Çocukların tek başlarına faytona binmeleriyse söz konusu olamayacak bir lükstü. Fayton ailece binilen bir araçtı. Yeniyol’da oturan babaannemlerde yenilen yemekten dönüyorsak ancak iskeleden Maden’e faytonla dönebilirdik. Çoğunlukla bisikletle Maden’in sonuna, Aya Nikola plajının yanında Yıldırım’a giderdik. Yıldırım her ne kadar merkeze uzak olsa da gitmek kolaydı. Sadece bir yokuş çıkıp bol bol inerdik. Dönüş ise biraz daha zordu. Birincisinde Reşat Nuri’nin evi olan üç dik yokuş art arda küçük bedenlerimizi imtihana sokardı, fire verenler de biraz soluklanmak için ya çapraz çıkar ya da pes edip bisikletlerini yürütürdü. (Nedense o evin kapısındaki Reşat Nuri Güntekin’i anlatan plaket artık yok!)
Bu yokuşlar ada ulaşımının bir başka önemli yapıtaşına da alan açıyordu: faytona asılmak. Yokuşun başında sağda ve solda beklerdik fayton geçmesini, hatta ilk gelecek fayton üzerinde hak talep edilirdi. Fayton geçerken arka koltuğunun yanlarındaki metallere tutunurduk. Böylece az pedal çevirerek yokuşları çıkardık. Faytonlar bu yokuşları çok hızlı çıkardı. Arabacılar en dik olan ilk yokuşta ya da atların yorulmaya başladığı ikincide kırbaçlarını hoyratça savururdu. Bu savurmalardan biz de payımızı alırdık bazen… Veya kıl payı kurtulurduk. Faytoncular arabayı ağırlaştıran bu tembelliğimizden hoşlanmayıp dikiz aynasında bizi görünce laf etmeye başlar, kırbaca uzanırlardı. O noktada faytonu bırakmak gerekirdi. Ancak çok usta bisikletçiler yan demirlerden değil de eğilerek, gidonun üstünden, faytonun tam arkasındaki demirlere tutunabilirdi. Orayı faytoncunun görmesi mümkün değildi. Ben bunu yapacak kadar usta olanlardan değildim.
Bisiklet sadece ulaşım değil, eğlenceydi de. Gün içinde sıcak güneşin altında, o kadar çok bisiklet sürmemize rağmen plaj çıkışı ya da sabah erkenden bazen ada çevresinde tura da çıkardık. Küçük tur (7 km kadar) sık, büyük tur (13 km kadar) ise sadece kendine güvenince yapılan bir gezintiydi. Yaşımız büyüdükçe büyük turda durup kayalardan denize girmek de popüler bir aktivite haline geldi.
Büyük tur gibi Aya Yorgi’ye çıkmak da daha nadir bir işti. Her yazda bir defaya mahsustu. Belki iki. Ben sabah kalkmaya üşenenlerden olduğumdan yine akşamüstü olurdu bu tırmanış. O yüzden biz varana kadar genelde kilise kapanmış olurdu. Çoğu sefer kilise içerisindeki parıl parıl altın ve gümüş ikonalarını görmezdik. Manzarayı seyreder, belki çay içerdik. Asıl mesele yukarda ne yapıldığı değil Aya Yorgi’ye çıkmış olmaktı. Oranın yokuşu ancak yürüyerek çıkılan cinstendir, bisikletler aşağıda kilitlenir. Diğer yamaçtan çıkınca varılan tarihi Rum Yetimhanesine patikalardan yapılan yürüyüş aynı şekilde değişiklik olsun diye, seyrek yapılan bir aktiviteydi. İçine girilmezdi zaten, ancak dışarıdan seyredilirdi.
Adanın ormanlarından bisikletle veya yürüyerek geçerken artık İstanbul’da pek kalmamış yeşil bir bolluğun içinde olduğum hiç mi hiç o çocuk aklıma gelmezdi. Çoğunluğu orman olan bir adada olmamıza rağmen ormanın kendisiyle pek bir ilişkimiz yoktu. Patikalardan gezmeler gündelik hayatın parçası değildi. Ormanların faydasının farkında olmadan adadan ayrılırdık; nefes alan, dumansız ve egzozsuz bir yerde aylarımızı geçirmiş olurduk.
Ancak çevremizdeki doğa sadece çamlar ve ince uzun mızrak gibi selviler değildi. Farklı hayvanlar da gündelik hayatımızın parçası oluverirdi yazın. Adanın ırgatları atlardı. Faytoncular genelde onlara çok sert davranırdı. Kırbaçlar havada şaklatılıp kahverengi parlak deriden sektiğinde gözlerimiz kaçmak isterdi. Bazen yokuş aşağı dönerken, en çok da karakolun önünde, ayağı kayan atlar düşerdi. Kendisi hemen kalkamazsa ayaklanması zor işti. Atlar adanın öyle ayrılmaz bir parçasıydı ki, at boku kokusu çocukluğumun imza kokusu haline gelmişti. Tüm çiçeklerine, çamlarına, denize rağmen adanın tek ve tartışmasız baskın kokusu buydu: at boku. O sarı parçalar atların arkasındaki torbalardan fırlayıp asfaltın içine işler, yer ederdi. O kadar ki başka bir yerde at boku kokusunu duysam hemen bir nostalji bastırır.
Ada hayvanları bu yorgun atlarla sınırlı değildi. Bir de Lunapark’taki (adı Lunapark olan yerde benim yaşamımda hiç de öyle bir şey yoktu) eşekler vardı. Oraya uzun süre – en azından benim ailemde – Eşekler denirdi. Ben küçükken eşekleri çok severmişim ve babam sık sık beni eşeğe bindirirmiş. Büyüdükçe eşeklere gitmez olduk ama Aya Yorgi’ye çıkacaksak ya da Büyük veya Küçük turdaysak onları görürdük. Daha atlar ve faytonların kaldırılması konuşulmazken birden önce eşekler kaybolmuştu. Durdukları ufak ahırın çevresindeki duvar ve çit hala sağlam ama çatısı yok. Kapısı yıkılmış. Artık oranın zamanında Eşekler olduğunu bilmeyen kimse oranın ahır olduğunu bile anlamaz herhalde.
Gece karanlığında, atlar ve eşekler uykudayken, biz çocuklar için artık geç olduğu zaman kirpiler peyda olurdu. Şehirde hiç kirpi görmezdim. Sanki İstanbul’dan zamanında köpeklerin Sivriada’ya sürüldüğü gibi, kirpiler de şehirden defedilmiş, adada sürgün hayatına başlamışlardı. Asfaltın sokak lambasından mahrum kuytularında karşıdan karşıya geçerlerdi. Işıksız köşelerden beliren ada kirpileri özellikle bizim eve çıkan dik merdivenlerde karşıma çıkardı. Tatlı yüzlerine bakmak için önlerine eğilirdim. Yabancı hissettiği anda hemen sırtını diker, o delici kıymıklarla gözdağına başlardı. Ama yüzü yine tatlı kalırdı.
Kirpiler geceyi beklerken sabahın efendisi martılardı. Adanın insanları gibi martıları da şehirlilere göre daha çığırtkan olurdu. Sanki horoz gibi erkenden ve bizi bilirmişçesine uykunun en tatlı anında koro halinde ötmeye başlardı martılar. Günün başka saatlerinde daha sessiz sakin takılırlarken sabah herkes rahatsız olana kadar susmak bilmezlerdi. Gün içinde plajda yürüyen agresif martılar ve bazen tellerde bekleyen kargalar masalardan ve hatta insanların elinden ekmek ve sandviçleri alıp gitmenin ustası olmuşlardı.
Düzenli değil ama her yaz birkaç sefer karşılaştığımız bir diğer tanıdık salyangozdu. Tabi şehirde de olur salyangoz ama nedense adanın yaz yağmurunu daha çok sever, ordu gibi kalabalık meydana çıkarlardı. O kadar ki eve çıkan merdivenleri hiçbirine basmamaya çalışarak çıkmak güç olurdu.
Tabii kedi ve köpekler de adada mukimdi. Bir yaz belediyenin vapur iskelesine astığı poster, ada köpeklerini çok iyi özetlemişti. Uzaklaşan bir vapura uzaktan bakan bir köpek vardı. Kendine ve yazın sahiplenip bırakanlara soruyordu: Kışın ben ne yapacağım? Herhalde bu terk edilen, istenmeyen köpeklerdi. Tur yolunu mesken edinip biz bisikletli çocukların peşinden havlayan, işte bu köpeklerdi. Bisikletin tekerleriydi herhalde köpeklere kafayı yedirten.
Yaz boyu sadece bisiklet vardı altımızda. Araba diye bir kavram birkaç aylığına ortadan kalkardı. Havada da izi yoktu. Ancak çöp kamyonu geçtiği zaman o metal canavarları hatırlardık. Arkasında fena bir koku bırakırdı. Damacanadan buzdolabına çoğu eşya tek atlı faytonla taşınırdı. Bir de geceleri yerleri yıkayan tanker kamyon vardı. O asfalta işleyen tezekleri sökmeye uğraşıp tam da yapamadan paydos eden bir alet. Onu ancak sabahlara kadar oturup kağıt oynama ve gece geç saatlerde büfeye oturma yıllarında tanıdık.
Sayılı araba gibi insanlar da hep tanıdıktı. Esnaf zaten sabitti ama bir de plajda, çay içerken, yolda giderken görülenler – onların da her biri bilindikti sanki. Bu tanıdık suratların bir ortak özelliği çoğunun Yahudi olmasıydı. Çocukken adada sanki herkes Yahudi gibi gelirdi. Annemin veya dedemin çocukluğundaki ada Ermeni, Rum, Yahudi ve Müslümanlardan oluşan karma bir alan olarak kulağıma çalınmıştı. Benim çocukluğumdan hatırladığım ada ahalisi ise yalnızca Yahudilerdi. Bizden gayrı yalnızca esnaf vardı, onlar da neredeyse tamamen Müslümandı. Adada birbiriyle karşılaşmadan yaşayan yazlıkçı Rum, Ermeni ve Müslüman çevreler olduğunu ancak büyüdükçe öğrendim ve ufak ufak Yahudi olmayan adalı arkadaşlar da edinmeye başladım. Yine de genel anlamda adada kapalı bir Yahudi toplumunda yaşıyordum. Plajda herkes birbirinin akrabasıydı.
Köpekler, kediler, kirpiler, martılar ve kargalar hala var. Salyangozları bir süredir görmedim. Eşekler tarihe karıştı, atlar ve faytonlar ise nostalji oldu. Ancak tek tük tur yolundaki ahırda emeklilik yıllarını geçirenler kaldı. Bisikletler de azaldı. Elektrikli arabalar – markadan aldığı ismiyle yukiler – ve neredeyse tamamen aküyle giden elektrikli bisikletler yolları ele geçirdi. Artık bisikletleri sadece binmeyi bilmeyen turistler kullanıyor. Onları seçmek çok kolaydır. En dik yokuşları bile birin birinde, yani en küçük viteste çıkmaya çalışırlar. Bütün eforlarını sarf edip yine de azıcık ilerlemekten yorgun düşünce de inip bisikleti ellerine alırlar. Adada tanıdık simalar da zamanla azaldı. Eskiden bir yer tarif ederken ‘şunların evi’ dediğim yerlerin hepsi ‘şunların eski evi’ haline geldi. Bütün değişimlere rağmen şimdi çocukluğunun yazlarını adada yaşayanlar da benim tattığım özgürlüğü hissediyordur umarım.
Büyükada, 2023.
Kapak fotoğrafı: Melis May Sarfati, 2015 Tuzlu Su temalı İstanbul Bienali’nden, Büyükada
İlk yorum yapan siz olun