Sanatçı Ece Gökalp ile ilk işlerinden birini görüp, ona hayranlıkla mesaj atarak tanışmıştım. Fotoğrafın üzerine yaptığı çizimler, işlemeler, fotoğraf baskısının formlarıyla oluşturduğu dil; 2014’te yüksek lisans okurken işlerini gördüğüm anda bana verdiği heyecanı şimdi bile hatırlıyorum.
Dokuz yıldır Berlin’de yaşayan sanatçının son yıllarda üretimindeki değişimi gözlemlemek de benim adıma bir o kadar ilgi çekici. Yoğun araştırmaya dayalı fotoğraf serilerinde hem coğrafyaya hem de zamana yayılan bir çalışma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Çektiği bir fotoğraf, ‘gösterme’, bazen ‘belgeleme’ amacı taşısa dahi yalın bir şiirsellik de barındırıyor. Özellikle Ararat Dağı’nın yüzyıllardır nasıl anıtsallaştığına odaklanan ve etrafındaki anlatıları merkeze alan ‘Tek Bir Dağ Kadar Çok’ ve Türkiye’deki gölleri belgelediği ‘Kuruyan Göller, Kara Delikler’ adlı fotoğraf serileri araştırma sürecinin nasıl ilerlediğini gösteren iyi örnekler.
Amsterdam’da, FOAM adlı sanat mekânında Ara Güler’in ‘A Play of Light and Shadow’ adlı sergisi ile eşzamanlı, farklı katta açılan ‘After Anahit’ [Anahit’in Ardından] adlı solo sergisini duyduğumda, gidip göremeyecek olsam bile sanatçının yeni işlerine dair sorularımı ve onun yanıtlarını benim gibi sergiyi göremeyecekler için burada paylaşmak istedim. 23 Haziran’da açılan Amsterdam’daki iki sergi 3 Eylül’e kadar görülebilir.
Öncelikle, görmediğim bir sergi hakkında neredeyse değerlendirme yazısı yazabilecek kadar bilgi verdiğin için teşekkür ederim. Benim gibi şanslı olmayanlar için ilk olarak FOAM ve küratör Aya Musa ile çalışma sürecin ve dahil olduğun Kısmet programıyla ilgili biraz bilgi verebilir misin?
Sergi süreci, Kasım 2022’de FOAM Fotoğraf Müzesi’nin ana küratörü Claartje van Dijk’tan aldığım e-maille başladı. Bana ‘Kısmet’ isimli bir proje yürüttüklerini, amaçlarının Türkiye’den fotoğraf sanatının farklı yüzlerini Amsterdam’da sergilemek olduğunu anlattı. Ara Güler için büyük bir sergi üzerine çalıştıklarını, bana da müzenin FOAM 3H isimli alanında bir solo sergi teklif ettiklerini, serginin Ara Güler sergisiyle aynı gün açılacağını söyledi. Tabii ki çok şaşırdım. Onur duydum fakat bunun büyük bir sorumluluk olduğunu düşündüm. Nihayet tekliflerini kabul ettim ve kısa bir süre sonra Claartje’nin önerisiyle küratör Aya Musa ile sergi çalışmalarına başladık.
Yoğun araştırmaya, saha çalışmasına dayalı belgesel nitelikli fotoğrafların olduğu gibi fotoğrafı geleneksel formunun dışına taşırarak araçsallaştırdığın işlerin de yer alıyor. Çalışma metoduna, dert edindiğin konulara ve fotoğrafla ilişkine dair neler söyleyebilirsin?
Fotoğraf bir ifade aracı. Bir dil gibi. Yıllar içinde kullandığım bütün sanatsal üretim araçlarının içinde en yatkın olduğumu hissettiğim ve en akıcı konuştuğum dil. Fotoğraf benim için anı belgelemekle sınırlı değil. Ben görüntünün bir yüzey üzerinde sabitlenmesinin insanlığın gelişimine ne kadar büyük bir etkisi olduğuyla da ilgileniyorum; yani bizim algımız fotoğrafın icadından beri nasıl değişti, fotoğrafı ne amaçlarla kullandık, kurgu ya da değil, görüntüleri saklamak bizim için ne ifade ediyor gibi türlü sorular. Ben fotoğrafa gerçeği anımsatan imgeler bütünü olarak bakıyorum ve bunun ortaya çıkardığı kaydetme, yanılsama, manipülasyon, propoganda ve nice olasılığın fotoğrafla olan ilişkisini projelerimin merkezinde sorguluyorum. Ve her projede, projenin doğasına, sorguladığı şeylere ve bana anımsattıklarına göre farklı malzeme, tekniklerle bir görsel dil kurguluyorum.
‘After Anahit’ isimli serginin çıkış noktasının Ermeni mitolojisinde önemli bir yere sahip olan, doğurganlık, şifa, bilgelik ve su tanrıçası Anahit olduğunu isminden anlıyoruz. Türkiye’de gölleri araştırdığın süreçte yolun su tanrıçası Anahit’le nasıl kesişti?
Aslında projenin çıkış noktası 12 bin yıllık bir buzul gölü olan Dipsiz Göl’ün iki hazine avcısı tarafından 2019’da altın aramak maksadıyla boşaltılarak kurutulması haberi üzerine başladı. Araştırmanın ortalarında Anahit’le karşılaşmam sürpriz oldu. Aynı yılın öncesinde, arkeologlar Dipsiz Göl’e bir buçuk saat mesafede bulunan Satala’da (Sadak Köyü) Roma İmparatorluğu’na bağlı 15. Apollinaris Lejyonu’nun ana karargâhlarından birini ortaya çıkarıyor. Ardından, gölde altın saklı olduğu rivayeti iyice güçleniyor ve sonrası malumumuz. Ben bunu araştırırken, Satala’da 19. yüzyılda çok ünlü bronz bir büstün de keşfedildiğine denk geldim. Büst, keşfedilmesinden kısa bir süre sonra kaçakçılık yoluyla İtalyan koleksiyoner Alessandro Castellani’nin eline geçiyor ve o da uzun uğraşlarla büstü İngiltere’de British Museum’a satıyor. Büst, günümüzde, müzenin Roman İmparatorluğu kısmında ‘Afrodit’ ismiyle sergileniyor. Fakat internet sitesine baktığımda açıklama olarak “Afrodit veya Artemis kılığındaki Anahita’nın bir kült heykelinden bronz baş”, yazıyor.
Bu, bana çok tuhaf geldi. Bir heykel, başka tanrıçaların kılığına neden girsin ki? Kaldı ki birçok araştırmacıya göre büst, Ermeni Tanrıçası Anahit’e ait. Pers Tanrıçası Anahita’ya ya da Roma Tanrıçası Afrodit’e değil. Dolayısıyla bu iki olay, gölün farazi bir altın gömü uğruna yok edilmesi ve Anahit’in büstünün tarihî bir kurmacaya dahil edilmesi, yani bağlamından koparılması ve temsil ettiği değerlerin üzerinin kapatılması bana çok benzer geldi. Ben de Dipsiz Göl ve Anahit büstü üzerinden ekolojik ve kültürel mirasın benzer sebeplerle ihya edilmesini ve bunun Türkiye ve British Museum (dolayısıyla batının kültür ve sanat enstitüleri) adına ne söylediğini araştırmak istedim.
Seride özel tekniklerle oluşturduğun fotoğraflar çarpıcı görsel karakterlere sahip. Özellikle Anahit büstü için polaroidle uyguladığın teknik kendi hikâyesinden ayrı düşmesiyle de paralellik gösteriyor. Fotoğrafların formuna nasıl karar veriyorsun?
Sergide üç çeşit baskı yöntemi kullanıldı. Biri normal Fine Art baskı dediğimiz sistem, diğeri siyanotip ve sonuncusu Polaroid emülsiyon kaldırma (Polaroid emulsion lifting) denen özel bir teknik. Bu sergide oldukça soyut bir dil kurguladım ve anlatmak istediğim hikâyelere uygun teknikler seçtim. Mesela, sergide 36 adet siyanotip baskıdan oluşan bir yerleştirme var, Fırat Nehri’nin sularının fotoğraflarından oluşuyor. Anahit’e adanmış tapınaklar Hıristiyanlığa geçiş döneminde Roma İmparatorluğu tarafından yıkılmış, bildiğin gibi, yüzyıllar sonra bildiğin bütün Ermeni varlıkları da harabelere dönüşmüş durumda; bakımsızlık, istismar ve vandalizme terkedilmiş. Dolayısıyla zamanında Fırat’ın ve Munzur’un çevresinde Anahit’e inanan insanların yaşamlarından bana hayatı andıran tek şey bölgenin doğası, nehirlerin suyu. Anahit bereket, bilgelik ve su tanrıçasıydı. Siyanotip ile derin bir mavi renginde baskı elde ediyorsunuz. Pelür kâğıdına bu teknikle baskı yapmak da çok zor ve uzun süren bir süreç. Dolayısıyla üretim sürecini yavaşlatmış ve kendimi Fırat’ın suları ve Anahit düşünceleriyle iki haftayı aşkın süre geçirirken buldum.
Polaroid emülsiyon kaldırma tekniği de oldukça narin bir süreç. Bu özel teknik sayesinde polaroidin plastik tabanında henüz kuruyup katılaşmamış emülsiyon katmanını su içerisinde ayırabiliyorsunuz. Fotoğraf hemen parçalanmaya müsait bir hale geliyor ve sizin altına yerleştireceğiniz zemin üzerinde istediğiniz şekle girebiliyor. Emülsiyon katmanı çok ince olduğu için tamamen kontrol etmek çok zor, dolayısıyla fotoğrafla aranızda karşılıklı bir performans yaşanıyor. Ben, Anahit’in bu proje bağlamında bana ifade ettiklerini gösterebilmek için birçok teknik araştırdım fakat benim için bu kırılganlık ve akışkanlık aklımdakileri en iyi ifade eden yöntem oldu. Sırf Anahit değil, gölün etrafının da fotoğraflarını bu teknikle ürettim, çünkü o fotoğraflar da artık var olmayan ama varmış gibi algılamaya devam ettiğimiz bir göle ait.
Sergideki işlerin arkadaki anlatılarından dolayı politik olarak yüklü anlamlara sahip olsa da fotoğraflarında hiç insan görünmemesinin de etkisiyle görsel olarak şiirsel ve yer yer soyut bir anlatım tercih ettiğini söyleyebiliriz. Hatta kendini temsilen dağ fotoğrafını sergiye dahil ettiğinden bahsettin. Fotoğrafta figür ve figürle bilgi/duygu aktarımına dair yaklaşımın nedir?
Bu projeyi yaparken yok edilmiş ve yerinden edilmiş iki önemli aktörle çalıştığım için sahada hislerime güvenmeyi seçtim. Bildiğim, okuduğum şeylerden ve araştırmanın beni götürdüğü yerlerden hareketle, doğaya dair iki önemli varlık, Dipsiz Göl ve Tanrıça Anahit benim için o coğrafyaya olan etkileri ve artlarında bıraktıklarıyla var oldular. Mesela gölün etrafındaki gerçekten inanılmaz zengin flora, yüzyıllardır gölün suyundan besleniyordu. Ya da Anahit’e inanan Ermeniler, etraflarındaki doğadan ilhamla Anahit’in varlığını hissediyorlardı. Bu proje göle ve Anahit’e adanmış, onlara odaklanmış bir anıtsal deneyim benim için, dolayısıyla insanları dahil etmek istemedim. Projedeki ağır konuların içinde kendimi turist bir sanatçı olarak konumlandırdığımı o dağ manzarasıyla ve ondan bir önceki fotoğrafın altına yazdığım notla belirttim. Serginin tümüne uyduğunu düşündüğüm soyut bir anlatım yoluyla, bazı fotoğrafların altında bir araya geldiklerinde bir şiir oluşturan metinler yazdım. Genel olarak da fotoğrafta figür benim için karmaşık bir konu. Gerçekten bir bağ kurmadığım, iznini almadığım ve konuyla bağlantısını olmazsa olmaz bulmadığım projelerde portre çekmiyorum.
Bu sergiyi gelecekte Türkiye’de de görebilecek miyiz? Ayrıca, şu an başka bir proje üzerine çalışıyor musun?
Sergiyi Türkiye’ye taşıma planı şimdilik olmasa da ileride bu serginin orada da açılmasını çok isterim.
Şu sıralar, son yıllarda ara sıra üzerinde çalıştığım projeye odaklandım. Kısmen otobiyografik bir araştırma projesi. Mental hastalıklar bağlamında günlük yaşamın normal aktivitelerini önemli ölçüde bozan kronik hastalıklar ve durumlar olan ‘görünmeyen engeller’ ve bu engellerin kişiler üzerindeki etkileri, kişilerin toplumdaki var olma savaşları, mental hastalıkların tarihteki ve sanattaki yansımaları üzerine çalışıyorum. Foucault’nun ‘Ship of Fools’ metnini Rhein Nehri’yle bağdaştırmasından hareketle, projenin yeni aşamasını Rhein Nehri etrafında planlıyorum. Daha önceki aşamalarda Berlin’in ormanlarında ve psikosomatik kliniğinde çalışmıştım.
İlk yorum yapan siz olun