İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Son sözümüzü söylemedik daha’: Soykırımın izleri, sokakların sessizliği

Manuşyan’dan bize kalan ‘fazla’ üzerine hep birlikte düşünmekten vazgeçmemek gerektiğine inanıyorum. ‘Son sözümüzü söylemedik daha’ ve bu sözü ancak kolektif bir çabayla, ittifaklar kurarak bulacağız.

Dr. Özgür Sevgi Göral*

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, 18 Haziran 2023’te (1) Misak Manuşyan’ın ve yoldaşı, partneri, direnişçi Mélinée Manuşyan’ın naaşlarının Fransa’nın “ulusal kahramanları”nın anıt mezarlarının bulunduğu Panthéon’a defnedileceğini duyurdu. Tarihçi Annette Wieviorka ise Misak Manuşyan’ın önce Fransız politikasında sonra da hafıza sahasında bilinir olmasını, ironik bir biçimde, Nazilere ve işbirlikçi Fransız devletine borçlu olduğumuzun altını çizer.

Wieviorka’ya göre Manuşyan’ı ve Manuşyan grubunda silahlı direniş örgütleyen partizanları esasen, işgal altındaki Fransa’da Nazilerin bastırdığı “Kırmızı Afiş” vesilesiyle öğreniriz. (2) Kırmızı Afiş, Paris bölgesinde anti-faşist silahlı direnişi örgütleyen Direnişçiler ve Partizanlar – Göçmen İşçi Grubu (Francs-Tireurs et Partisans – Main-d’Œuvre Immigrée, FTP-MOI) üyesi 23 partizanın idam edilmesi kararının propagandasını yapmak için hazırlanır. Afişin üzerinde, içlerinde Manuşyan’ın da olduğu ve hepsi göçmen, kimi Polonyalı kimi Macar kimi İtalyan 10 partizanın isimleri, kökenleri ve Nazilere toplam kaç saldırıda bulundukları vardır. Fotoğraflarıyla birlikte takdim edilen partizanların önderi olarak Misak Manuşyan şöyle tanıtılır: “Manuşyan, Ermeni, çetenin şefi, 56 saldırı, 150 ölü, 600 yaralı”.

Manuşyan üzerine yaptığı konuşmada tarihçi Wieviorka bir noktayı daha belirtir. Manuşyan’ın da içinde olduğu Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) direniş ordusu olan Direnişçiler ve Partizanlar – Göçmen İşçi Grubu’nun anti-faşist silahlı direnişteki çok önemli rolü, Soğuk Savaş yılları boyunca bizzat FKP tarafından pek vurgulanmaz. İlk kez, İspanyol, Polonyalı ve İtalyan işçilerin ekonomik nedenlerle Fransa’ya göç ettiği 1920’ler boyunca, FKP’nin göçmen işçilerin anadilinde yaptığı yayınlarla kendi içinde örgütlediği bu birimler, Nazi işgalinde silahlı bir özel direniş ordusuna dönüşerek anti faşist direnişin de belkemiğini oluşturur. Wieviorka, Soğuk Savaş yıllarında bu partizan grubun adının sınırlı geçmesinin FKP’nin politik çizgisinin gereği olduğunu söylüyor; 1945 sonrası FKP her şeyden önce yurtseverdir, Fransız’dır. Ulaşmak istediği politik hedef, savaş sonrası yeniden inşa sürecinin güçlü bir örgütü olmaktır.

Partinin lideri Thorez, Moskova dönüşünde yaptığı bir konuşmada bunu sarih bir biçimde belirtir: “Üretmek, bugün sınıf görevinin, Fransızların görevinin en yüksek biçimidir. Düşmana karşı silahımız dün sabotajdı, silahlı eylemdi, bugün gericiliğin planlarını bozmak için silahımız üretim olacaktır.” (3) FKP’nin üretken, çalışkan, fabrikada işini yapan Fransız işçi tahayyülü içinde Manuşyan’ın izleri giderek silikleşir. Bu enternasyonal mirası vurgulamak isteyenler de parti içinde azınlıkta kalır. Yine de, 1950’lerde Manuşyan’ın anti-faşist hafızası kısmen su yüzüne çıkmaya başlar. 1950 yılında 20. Paris’te bir sokağa “Manuşyan Grubu” adı verilir. Ardından, 1955’te Louis Aragon, Manuşyan grubu için “Hatırlamak İçin Dörtlükler” (Strophes pour se souvenir) şiirini yazar, bu şiiri Léo Ferré 1961’da “Kırmızı Afiş” isimli bir şarkı olarak seslendirir. (4)

1906’da Adıyaman Besni’de doğan, Ermeni Soykırımı’nda (5) ağabeyi dışında tüm ailesi katledilen, devrimci ve şair, marangoz ve partizan Misak Manuşyan’ın ve göçmen komünist işçilerden oluşan partizan grubunun adının Fransız hafıza sahasında daha sık duyulması Mosco Boucault’nun çektiği “Emekli Teröristler” (Des terroristes à la retraite) belgeselinin 1985’te gösterime girmesiyle olur. Soykırım sonrası, önce ağabeyiyle birlikte Suriye’de bir yetimhaneye gönderilen ardından ilk başta Marsilya’ya sonra da Paris’e geçerek Fransa’ya yerleşen Misak Manuşyan, 90’lardan itibaren Fransız hafıza sahasında sıkça anılan bir figür haline gelir. Bu sene ise, Misak Manuşyan ve Mélinée Manuşyan’ın naaşları Panthéon’a defnedileceği duyuruldu. Duyuruda Macron, Misak Manuşyan’dan şöyle söz ediyor: “Eşsiz cesareti, tüm sınırları aşan vatansever ruhu, eşi Mélinée’ye yazdığı ve Alman halkından nefret etmediğini belirttiği son mektubunda ifade ettiği sakin kahramanlığı, Cumhuriyetimiz için özel bir ilham kaynağı oluşturuyor.” (6)   

Macron’un Manuşyan’ı [ve grubunu] anma biçimi, ilk anda kulağa hoş gelse de, aslında belirli bir politik yaklaşımı temsil ediyor ve Manuşyan’ı milli anlatının içine yerleştiriyor. Manuşyan’ın ve yoldaşlarının yazdığı mektuplarda, öldürülmeden önce bıraktıkları notlarda Fransa ya da Fransa Cumhuriyeti gibi kavramlar pek de geçmiyor; çoğu kendini enternasyonalist, komünist gibi sıfatlarla tanımlıyor, hiçbiri Fransız vatandaşı değil ve barış, özgürlük, kurtuluş gibi kavramlarla kendilerini ifade ediyorlar. (7) 

Macron’un Manuşyan için kullandığı “sakin kahramanlık” terimi özellikle dikkat çekici çünkü faşizme karşı yaptıkları sabotajlarla ve yürüttükleri silahlı mücadeleyle hatırlanması gereken partizanları sakin olarak tanımlamak epey zor. Felsefeci Pierre Tevanian Manuşyan’ı, ölümünden sonra, Fransız milli anlatısının bir parçası ve “Fransa aşkı” nedeniyle ölmüş birisi olarak resmetmenin, onun politik mirasını ve tarihsel tecrübesini tahrif etmek anlamına geldiğini söylüyor. Üstelik bu resmetme biçimi sadece Manuşyan’ın tecrübesini tahrif etmekle kalmıyor, ikili bir hareketle aynı zamanda Fransa’yı da Manuşyan’ın âşık olduğu yer olarak tanımlıyor. Fransa’yı, çok büyük bir kısmı sessizce Alman faşizmiyle işbirliği yapmamış, çok sistematik bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yokmuş ve anti-faşist direnişçiler aslında bir avuç değilmiş gibi tarif ediyor.

Devrimcinin, partizanın, militanın ya da mücadele eden kişinin öldürüldükten sonra hafızasını seyreltme, ehlileştirme, radikal içeriğini soğurarak resmi ve milli hikâyenin bir parçası haline getirme Macron’un Manuşyan anmasına has değil elbette, bu yaklaşımın devlet anmalarının neredeyse tamamında geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle “milli panteonun” bir parçası haline gelmiş ve devlet tarafından hafızası millileştirilmiş pek çok figürün siyasal mirası, radikal içeriği benzer bir şekilde seyreltilerek massedilir. Örneğin Martin Luther King’in siyasi mirasının ve hafızasının ABD tarafından resmi olarak tanınarak içerilmeye başlamasından sonra nasıl yorumlandığına bakarsak, King’in siyasi pozisyonunun, sınıf ilişkileri ve yoksulluğun önemini, ırkçı kapitalizmin sistemik yapısıyla etkisini ve siyah toplum için öz-örgütlenmenin hayati niteliğini vurgulayan unsurlarının dikkatle silindiğini görürüz. Böylece Martin Luther King’i anarken öne çıkarılacak çok daha farklı kavramlar bulunabilecek olmasına rağmen King siyah radikal hareketin liderlerinden biri olarak değil, mutedil ve kurallara uyan bir demokrat olarak anılır. (8)

Misak Manuşyan’ın doğduğu ve 1915 Ermeni Süryani Soykırımı’nın gerçekleştiği yer Türkiye’de resmî ideoloji soykırım inkârı konusunda hala ısrarcı, inkarın değişen yeni dilleri olsa da inkâr sürüyor. Bu katı inkarın büyük ölçüde çatlatılamadığı, bundan 10 yıl önce sokakta yapılabilen Ermeni Soykırımı anmalarının artık ancak kurumların içinde yapılabildiği, en temel demokratik eylem biçimlerinin bile yasaklandığı bir Türkiye’yi düşünürsek Fransa’nın Manuşyan’ı anma biçimini eleştirmek “lüks” kalmıyor mu? En nihayetinde bir devrimcinin siyasi mirasının ve hafızasının devlet tarafından tanınması olumlu değil mi? Bu ve benzeri sorular arttırılabilir; bana kalırsa, benzer bir mantıkla, bu soruların tamamı Türkiye’nin hafıza sahasının aciliyeti üzerine de sorulabilir.

En temel hakların bile bazen kullanılamadığı bir ülkede Manuşyan’ın Panthéon’a nakledilmesinden yola çıkarak Ermeni Soykırımı anmalarını hatırlamak anlamlı mı? İşçi sınıfına çok büyük bir saldırının olduğu ve buna karşı örgütlü ses çıkarmanın giderek zorlaştığı bir zamanda soykırımın tanınmasını gündem yapmak mümkün mü? Sokak eylemlilikleri bu derece sönümlenmişken, inkarın bu kadar yapısal ve güçlü olduğu bir coğrafyada soykırımı anma ısrarının ne gibi bir faydası olur? Manuşyan’ın anti-faşist, göçmen ve enternasyonalist siyasi mirasının nasıl hatırlanacağı üzerine derinleşen tartışma ile Türkiye’de soykırım anmalarının açtığı alan ve bugün yapılamamasının siyasi anlamları üzerine yapılacak bir politik tartışmanın aslında benzer bir yere işaret ettiğini düşünüyorum:

Giderek sağa kayan bir merkezin olduğu, “faşizmin anaakımlaştığı ve anaakımın faşistleştiği” (9), Kürt düşmanlığının, ırkçılığın ve yabancı/göçmen düşmanlığının sürekli körüklendiği, mizojininin ve LGBTİ+lara yönelik nefretin pompalandığı ve işçi sınıfının tüm kazanımlarına topyekûn bir saldırının sürdüğü bir zamanda “demokratik eylem”in, “sokak eylemi”nin ve “hafıza jestlerinin” anlamı nedir? Neo faşizmlerin heyecanlı ve çok fazla duygulanımı harekete geçiren sesinin yanında giderek sönükleşen bir hak, hukuk, eşitlik ve hatırlama çağrısı ne işe yarar?

Bu sene yaptığım araştırmada bu sorulara cevaplar verebilmek için kimi ipuçları bulmaya çalıştım. Türkiye’de Ermeni Soykırımı anmalarının sokak eylemleri olarak yapıldığı zamanda oluşmuş birikim üzerine düşünerek soykırımın tanınması mücadelesinin aldığı farklı şekilleri, bu mücadelenin Türkiye’nin diğer politik hareketleriyle ilişkisini ve bugün bu anmaları yapamıyor olmanın politik anlamlarını analiz etmeye çalıştım. Bu araştırmaya neden başladığımı düşünürken yürüttüğüm araştırmanın kendime de bir hatırlatma çabası anlamına geldiğini fark ettim. İstanbul’da, üzerinden çok zaman geçmemiş bir geçmişte, soykırım anmaları sokakta yapılabiliyordu. Elbette siyasi zamanın akışıyla kronolojik zamanın akışı bir değil ve anmalara bakan pek çok çalışma, haklı olarak, o zamanın Türkiye’sinde kabaca “demokratikleşme” diyebileceğimiz bir aksta farklı beklentilerin olduğu bir dönem yaşandığına, iktidarın politik programında başka şeyleri öne çıkardığına ve Avrupa Birliği uyum sürecinin makro düzeydeki etkisine dikkat çekiyorlar. Bence en az bunlar kadar önemli başka bir faktör, soykırım anmalarının Türkiye’de pek çok farklı politik hareketin çok geniş bir repertuarla sokakta olduğu, sokak eylemliliklerinin farklı politik hedeflerle gerçekleştirilebildiği bir zamanda yapılabiliyor olması.

Türkiye’de Ermeni Soykırımı anmaları, soykırımın hemen ardından İstanbul’da Ermeni cemaatinin kendi çabasıyla düzenlediği ilk yıllardan sonra, önce İnsan Hakları Derneği’nin, özellikle de İHD – Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un öncü mücadelesiyle sonrasında da Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Karşı Dur De girişiminin çabalarıyla, 2010 yılından itibaren 24 Nisan’da İstanbul’da farklı eylemlerle başlandı. Bu anmaları düzenleyenlerin profilini 3 farklı grupta tanımlayabiliriz:

Soykırımı adıyla ve tazmin, telafi ve geçmişle hesaplaşmanın somut taleplerini vurgulayarak anan, “hafıza militanları” olarak adlandırdığım politik tanımın ve taleplerin ifade edilmesini önemseyen eylemciler; mutlaka soykırım demeden de kavramı ima ederek ve soykırım sürecinde olanları kısmen ifade ederek anmaların yapılabileceğini ve böylesinin daha kapsayıcı olabileceğini ileri süren sol ve liberal düşünceden entelektüeller; soykırımı “ortak acı” olarak çerçeveleyen, ancak tarafların hepsinin acıları vurgulanırsa bu konunun konuşulabileceğine inanan ve önemli olanın meselenin konuşulabilir hale gelmesi olduğunu iddia eden ılımlı muhafazakarlar.

Bu farklı anma yaklaşımlarında tartışma konusu olabilecek pek çok farklı yan var elbette ancak benim dikkatimi çeken şey, inkarın bu kadar güçlü olduğu bir coğrafyada “mesele soykırımın adıyla anılması değil” yaklaşımının yarattığı politik tehlike. Ermeni Süryani Soykırımı’nı adıyla anmak sadece soykırımın kendisine dair bir entelektüel ve politik tutuma işaret etmiyor aynı zamanda inkarın soykırımın sürmesini sağladığını, soykırımın etkilerinin bugünde ve şimdide devam ettiğini ve ancak belirli tanıma, tazmin ve telafi taleplerinin yaygın tartışılmasıyla ve kabulüyle inkarın çatlatılabileceğini bize hatırlatıyor. (10)     

Öte yandan bu farklı anma biçimlerinin bir arada yapılmasının, barındırdığı tüm tartışmalara, çatışmalı karşı karşıya gelişlere ve bazen sürtüşmelere rağmen, belki aslında bunlar nedeniyle, çok önemli bir entelektüel ve politik alan açtığına inanıyorum. Hafıza sahası dediğimiz ama aslında geçmişin farklı işlenme biçimlerinin bugün’ün ve şimdi’nin politik iklimiyle ilişkilendiği bu alanda, eklektik olmanın kimi alanlar açabileceğini düşünüyorum. Anmaların açıklamalarının diline ve kullandıkları kelimelere bakan bir söylem analizi elbette çok anlamlı ama tüm bu anmaların oluşturduğu toplam çatışmalı politik birikime bakmak, kullanılan yöntemleri yeniden düşünmek ve buradan sonuçlar çıkarmayı da gözardı etmemek gerekir. Örneğin görüşme yaptığım herkes soykırımla ile ilgili toplamda önemli bir entelektüel ve politik birikimin oluştuğu konusunda hemfikirdi ancak “masaya bir solcu, bir Müslüman, bir liberal ve bir demokrat oturup tartıştıyoruz” yaklaşımıyla yapılan panellerin katılımcıların kendi politik çevrelerinde köklü bir değişiklik yaratmakta başarısız olduğu konusunda da neredeyse hemfikirdi. Genç kuşak eylemciler, verdikleri mücadeleye daha eleştirel baktılar ve en çok da ittifaklar kurmanın, farklı politik hareketlerle bağlar kurmanın önemini vurguladılar.

O nedenle, sokak anmaları yapmayı zorlamaktan hiç vazgeçmeden bu dönem aynı zamanda soykırımın tanınması mücadelesinde işlemeyen etkinlik biçimlerinden vazgeçmek ve yerine işleyen yeni formlar kurmak için değerlendirilebilir. Soykırımın tanınmasının, Talin Suciyan’ın ifadesiyle söylersek “soykırımsonrası inkâr habitusu”nun (11) çatlaması için hangi politik hareketlerle, yerel inisiyatiflerle, taban örgütleriyle ilişkiler kurulabileceği üzerine kafa yorulabilir. Soykırımın tanınması mücadelesinin, Osmanlı-Türkiye işçi sınıfının geçmişteki ve bugünkü enternasyonal yapısının tanınması aracılığıyla açtığı politik imkanlar üzerine çalışılabilir. 20. yüzyıl boyunca faşizme karşı dövüşenlerin, faşizmi geriletenlerin ve nihayetinde onu yenenlerin enternasyonalistler, göçmenler ve vatansızlar olduğu hatırlatılabilir. Hep sağ kalanları ya da katledilenleri merkez alan anlatılar (12) yerine inkarın mekanizmalarının nasıl işlediği, inkarın yapısal ayaklarının nasıl iş gördüğü üzerine çalışmalar yapılabilir. Soykırımı araçsallaştırmadan ama soykırımın tanınması mücadelesinin sadece Türkiye’deki azınlıklarla bir “dayanışma” eylemi olarak değil de Türkiye’de “ortak bir arada yaşam” perspektifinin nasıl gerçekleştirileceğine dair politik bir programın kalbine yerleştirilerek düşünülebilir, bu programın hangi hareketlerle ittifak halinde oluşturulabileceğine yoğunlaşılabilir. (13) 

Soykırıma dair yazılı açıklama yapan ya da herhangi bir biçimde soykırımı anan kurumların temsilcilerine Türklüğe hakaret iddiasıyla davaların açılmasıyla ittifaklar kurmanın hayati olduğu zamanlardan geçiyoruz. Soykırımın bugün‘de ve şimdi‘de nasıl sürdüğüne dair çok önemli çalışmalar yapan Nor Zartonk İnisiyatifinden Norayr Olgar Misak Manuşyan’ı anlattığı yazısında siyasi hatırlamanın önemini çok güzel anlatmış: “Bugün bize Manuşyan ve yoldaşlarından geriye kalan sadece onların adlarının verildiği sokaklar, dikilen büstleri, haklarında yazılmış kitaplar, şarkılardan daha fazlası. Bir araya gelen 23 göçmen partizanın bize bıraktığı birlikte yaşama umudu ve enternasyonalist mücadele. Manuşyan ve yoldaşlarının cesareti ve kararlılığı Gezi’den Kamp Armen’e, Lice’de, Nusaybin’de, Sur’da katliamlara karşı mücadele eden Kürt halkıyla dayanışarak büyüyecek ve yaşayacaktır.” (14) 

Manuşyan’dan bize kalan “fazla” üzerine hep birlikte düşünmeye, bunun üzerine derinleşmeye çalışmaktan vazgeçmemek gerektiğine inanıyorum. Görüşme yaptığım bir eylemcinin söylediği gibi, “Son sözümüzü söylemedik daha” ve bu sözü ancak kolektif bir çabayla, ittifaklar kurarak, mevcut ittifaklarımızı genişleterek bulacağımız emin olduğum tek şey neredeyse.

* Cambridge Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi ve Cambridge Dinlerarası Program tarafından düzenlenen ve Calouste Gulbenkian Vakfı tarafından finanse edilen Türkiye-Ermenistan İlişkileri araştırma projesinin araştırmacısı   

Bu yazıda ifade edilen görüşler yazara aittir ve Calouste Gulbenkian Vakfı’nın görüşlerini yansıtmamaktadır.


(1) 18 Haziran 1940’ta General Charles de Gaulle Londra BBC Radyosuna Fransız halkını direnişe çağıran ünlü konuşmasını yapar. Bu nedenle bugün Fransa’da Nazi karşıtı direnişin anıldığı bir gün haline gelir. 
(2) France Inter, podcast kaydı, “Missak Manouchian, au nom des autres“(Misak Manuşyan, başkaları adına), 25 Şubat 2023, https://www.radiofrance.fr/franceinter/podcasts/autant-en-emporte-l-histoire/autant-en-emporte-l-histoire-du-samedi-25-fevrier-2023-7362639 
(3) Christian Stoffaes, Le rôle du Corps des Mines dans la politique industrielle française : deux siècles d’action et d’influence, “Réalités Industrielles”, Kasım 2011, s. 57. 
(4) Şarkıyı dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=1nqyPVPDtcY 
(5) 1915’teki büyük kırımı aslında Ermeni Süryani Soykırımı olarak tanımlamak doğrudur, yazıda bunu politik olarak vurgulamak nedeniyle zaman zaman bu terimi kullanacağım ancak özel olarak 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmalarını incelediğim için çoğunlukla Ermeni Soykırımı terimini kullanacağım. 
(6) 18 Haziran 2023’te yayımlanan açıklamanın tamamı için bkz. https://www.elysee.fr/emmanuel-macron/2023/06/18/ceremonie-du-18-juin-2023 
(7) Pierre Tevanian, Manouchian n’est pas un héros de « roman national », les mots sont importants, 18 Haziran 2023 https://lmsi.net/Manouchian-n-est-pas-un-heros-de-roman-national   
(8) Andrew J. Douglas, Jared A. Loggins, “Prophet of Discontent. Martin Luther King Jr. and the Critique of Racial Capitalism“, University of Georgia Press, 2021 
(9) Ugo Palheta, “La Nouvelle Internationale Fasciste“, Textuel, 2022. 
(10) Soykırım anmalarını değerlendiren pek çok çalışma var, tüketici bir biçimde hepsini bu yazıda anmam mümkün değil, yararlandığım üç çalışmayı işaret edeceğim sadece: Talin Suciyan, Toplumsal Anma Pratikleri Şekillenirken, Bölüm II: İstanbul 24 Nisan 2015, Azad Alik, 21 Haziran 2015, https://azadalik.com/2015/06/21/toplumsal-anma-pratikleri-sekillenirken-bolum-ii-istanbul-24-nisan-2015/ ; Egemen Özbek, Yeni bir Hatırlama Kültürü ve Ermeni Soykırımı Anmaları, Birikim, no. 392, Aralık 202: 60 – 69; Adnan Çelik, “Geçmeyen Bir Geçmişle Yüzleşmenin Zorlukları: Ermeni Soykırımı ve Kürt Müdahil Öznelliğinin Dönüşümü”, Birikim, no. 392, Aralık 2022: 34 -52. Soykırım teriminin kullanımına dair 2013’te yazdığım bu yazı pek çok açıdan eskise de politik olarak kabaca buna yakın düşünüyorum: Özgür Sevgi Göral, “Ermeni Soykırımını Tanımak”, Özgür Gündem, 25 Nisan 2013, https://www.academia.edu/6604017/Ermeni_Soykırımını_Tanımak 
(11) Talin Suciyan, “Armenians in Modern Turkey: Post-Genocide Society“, Politics and History, 2016.
(12) Bu anlatıların incelikli eleştirileri için bkz. Umut Tümay Arslan, Kesik’in Açtığı Yerden: Kat Kat Notlar, Altyazı, 27 Mart 2015 https://altyazi.net/yazilar/elestiriler/kesikin-actigi-yerden-kat-kat-notlar/ , Nora Tataryan Aslan, Facing the Past. Aesthetic Possibility and the Image of “Super-Survivor”, Journal of Middle East Women’s Studies,17:3, Kasım 2021, 348 – 365.
(13) “İttifak” kavramının önemini ve kimi durumlarda “dayanışma” kavramı yerine kullanılmasının neden şart olduğunu anlatan önemli bir yazı için bkz. Nazan Üstündağ, “Dayanışmanın bazı sorunlarına dair”, Yeni Özgür Politika, 12 Nisan 2023, https://www.ozgurpolitika.com/haberi-dayanismanin-bazi-sorunlarina-dair-175436 
(14) Norayr Olgar, Manuşyan, “23’ler ve Nazizme karşı mücadele”, Avlaremoz, 24 Ocak 2016.

https://www.gazeteduvar.com.tr/son-sozumuzu-soylemedik-daha-soykirimin-izleri-sokaklarin-sessizligi-haber-1625094

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın