Lang’ın Türkiye’de Ermeni mirasına dair izleri takip ettiği fotoğraf seçkisinde kilise, ev ve manastır yıkıntılarını, birbiriyle bağdaşmayan iki farklı zamanın mimarisinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan hibrit yapıları ve rahatsız edici bir sükûnet taşıyan doğal ortamları görebiliyoruz. Özellikle Ermeni mirasına dair fotoğrafları gördüğümde kendime sorduğum ilk soru, bu yıkıntı hâlinde bırakılmış ve zaman içinde donmuş mimari yapıların taşıdığı hikâyelere dair bilgimin neden bu kadar kısıtlı olduğuydu.
Andréas Lang’ın ‘Kırık Hatıralar’ başlıklı fotoğraf sergisi 18 Nisan’da Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in küratörlüğünde DEPO’da seyircilerle buluştu. Sergi 14 Temmuz’a kadar izlenebilir. Lang’ın fotoğraflarıyla karşılaşmam sergi hakkında bir yazı yazmaya davet edildiğim için daha öncesinde oldu. Birkaç ay boyunca bu fotoğrafların gölgesinde yaşayıp içlerindeki saklı hikâyeleri dinlemeye, anlamaya çalıştım.
Lang’ın Türkiye’de Ermeni mirasına dair izleri takip ettiği fotoğraf seçkisinde kilise, ev ve manastır yıkıntılarını, birbiriyle bağdaşmayan iki farklı zamanın mimarisinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan hibrit yapıları ve rahatsız edici bir sükûnet taşıyan doğal ortamları görebiliyoruz. Özellikle Ermeni mirasına dair fotoğrafları gördüğümde kendime sorduğum ilk soru, bu yıkıntı hâlinde bırakılmış ve zaman içinde donmuş mimari yapıların taşıdığı hikâyelere dair bilgimin neden bu kadar kısıtlı olduğuydu. Bu yapılar zamanında canlı bir sosyal hayatın varlığının ispatı olan ve o zamanın ruhunu şimdiye taşımaya hâlâ gayret eden kalıntılardı. Ancak ben ve belki benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş birçok Ermeni’nin bu yıkıntı hâlindeki yapılarla veya etrafındaki yaşantıyla ilgili bilgisi kısıtlıydı. İstanbul’da Ermeni bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ve ilköğretim eğitimime bir Ermeni okulunda devam etmiş olmam, az da olsa kültürel mirasla ve sanatla ilgileniyor olmam, Lang’ın objektifinden bir sergi alanına taşınan mekânları tanımam için yeterli değildi. Vakur bir duruşla kalmak ile yıkılmak arasında duran harabe hâlindeki kiliseler, manastırlar ve evler iç dünyamda bir karşılık bulmakla birlikte hikâyeleri eksikti, hatta çoğu zaman yoktu.
Sergideki en çok sevdiğim fotoğraflardan biri, Diyarbakır’daki Surp Sarkis Kilisesi’ne ait. Diyarbakır’a defalarca gitmiş olmama rağmen bu kilisenin ve etrafında olması gereken binaların ne hikâyesini duydum, ne de bu yıkıntı hâlini gördüm. Lang’ın sergi broşürüne de taşınan bu fotoğraf üzerinden bu binanın ihtişamına ve hüznüne kapılmamak mümkün değildi. Kendi ailemin içinde fısıltılar ve geçiştirmeler hâlinde arka planda anlatılan ama bir türlü şekil alamayan hikâyelere denk düşen bir hissi bu fotoğrafta görebiliyordum. Ayrıca, bir topluluğu kucaklayan canlı bir yaşam alanını takip eden yağma, terk edilmişlik ve unutulmaya yüz tutmuş bir varoluşun izlerini de taşıyordu fotoğraf. Azıcık araştırınca, bu eski kilisenin aynı zamanda bir okul olarak kullanılmış olduğunu, 1894-95 olaylarında yakıldığını, 1915 sonrasında ise “kilise ve okullara el koyanlar tarafından çeltik fabrikası, deve ahırı, tahıl ambarı gibi birçok farklı işlevde” (Evrensel, 19 Kasım 2019) kullanıldığını öğrendim. İlgi çekici bir diğer fotoğraf da, bir yol kıvrımını gösteren, sağında dev gibi bir kayanın uzandığı, Sincan yakınlarında Stanoz isimli bir köye ait. Çok yakın zamanda Hrant Dink Vakfı’nın titizlikle yürütülen çalışmalarından biri olan KarDes uygulamasında Boğos Natanyan’ın anlatısında gördüğümüz üzere, Stanoz köyü 1870’lerde “şifalı ve güzel kokulu suları ve lezzetli balıkları olan bir nehrin kıyısına kurulmuş 450 hanelik bir köy” olarak tarif edilmiş.
KarDes uygulaması, iki ayrı zaman diliminden seçtiği, birbiriyle örtüşmekten çok uzak iki fotoğrafın kesişimini paylaşmış. Artık o yörede akan bir nehir yok. Haneler ve köprü de yok olmuş. Sıfır noktasında bir doğa görüntüsü var. Sosyal ve mekânsal ölümle birlikte hikâyeler de yok olmaya mahkûm. Geçmişte ve geçmiş hikâyelerle yaşamak ağır bir yük, ancak bu gündelik hayat akışının yok olmasıyla gelen kopukluk insanı âdeta parçalanmış bir kumaşı tamir etme ve parçaları birbirine tutturma dürtüsüyle dolduruyor.
© Andréas Lang: St. Sarkis harabeleri, Diyarbakır 2021
Lang, yakın zamanda DEPO’da yaptığımız bir konuşmada, sergideki fotoğrafları sezgilerinin onu yönlendirmesine izin vererek çektiğini söylüyordu. Önce bir mekânın, harabenin çağrısına kulak veriyor, daha sonra hikâyesini tamamlıyordu yaptığı araştırmalarla. Kendini ‘görsel arkeolog’ olarak konumlandıran bir fotoğraf sanatçısı olarak takip ettiği güzergâh ve yaptığı seçimler anlaşılırdı. Ben kendimle, bu mekânı tanımama, hikâyelerine vakıf olamama konusunda bir hesaplaşma yaşarken, karşıma ırkçılık alanında çalışmaları olan, Jamaika doğumlu Amerikalı sosyolog Orlando Patterson’ın kullandığı ‘doğuştan yabancılaşma’ (natal alienation) kavramı çıktı. Lang’ın fotoğraflar üzerinden seyircilere taşıdığı imgeler bizlere bu bölgelerde kurulu bir sosyal düzenin olduğunu gösteriyordu. Bu bölgede yaşayan Ermenilerin düzenli bir gündelik hayat akışından koparılıp alınması söz konusuydu. 1915 ve sonrasında yaşanan kırılmanın bir sonucu olarak sosyal hayat da bölgedeki tarihî binalar gibi zaman içinde donup kalmıştı. Sosyal ölümün götürülerinden en önemlileri, köy yaşamı anlatılarının, aile hikâyelerinin, o topluluğun toprağı ekip biçmeyle ilgili önemli deneyimlerinin, Ermenicenin o yöredeki kullanımının, bayram kutlama pratiklerinin, ekonomik ve kültürel mirasın bir kuşaktan diğerine aktarılamaması olmuştur.
Parrhesia Kolektif olarak 2023 yılının başlarında başladığımız Kavar edebiyatı (Ermeni köy edebiyatı da diyebileceğimiz, İstanbul dışında, özellikle de Ermeni nüfusu yoğun olan bölgelerde ortaya çıkan edebiyat. ‘Kavar’ kelimesi ‘iklim’ ve ‘ülke’ anlamını da taşıdığı için, sadece ‘köy’ ya da ‘taşra’ olarak çevirmemeyi, kelimenin orijinalini kullanmayı tercih ediyoruz) okumalarımızda Hamasdeğ, Mıntzuri gibi yazarların Ermeniceye aktardıkları köy yaşamının canlılığını, toprakla ve canlılarla kurulan saf ilişkiyi takip etme fırsatımız oldu. Lang’ın fotoğraflarında gizil duran hikâyeler benim için Kavar edebiyatı metinleri üzerinden şekil almaya başladı. Sosyal ölüme karşılık olarak bir tür canlılık hissini hayal ettiren bu okumalar sosyal pratiklerin kesilmesiyle yaşadığımız eksiklik hissini tamamen gidermese de, yabancılaştığımız mekânlarla diyaloğa girmemize alan açtı.
Patterson doğuştan yabancılaşmış bireyi tarif ederken, kişinin kendi tarihini reddetmeye ya da unutmaya zorlanan, geleneklerine katılmaktan ya da onları bilmekten alıkoyan ve onları unutmaya koşullandıran bir toplumda doğmuş olduğunu hatırlatır. Mirassızlığın mirasını devralan bu birey, varoluşsal bir evsizlik hâlini deneyimler. Kavar edebiyatı okumalarımız Lang’ın fotoğraflarıyla buluşunca, hâkim anlatılar içinde kendine yer bulamayan hikâyeleri, kesintiye uğrayan mirası tekrar canlı hâle getirdi. Köy edebiyatı yazarlarının kullandığı sade dil ve gündelik hayat hakkında verdikleri ipuçları, Ermenilerin geçmişte kaybolmaya terk edilmiş yaşantısını günümüze taşımak için bir köprü görevi gördü.
not: 26 Haziran akşamı yapacağımız Kavar Edebiyatı okuma ve tartışma grubumuza katılmak isteyenler e-posta adresimizden bize ulaşabilirler. Oturumlar Ermenice yapılmaktadır.
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/28755/kirilmis-hafiza-ve-dogustan-yabancilasma
İlk yorum yapan siz olun