“Çalıştığım yayınevindeki Kürt iş arkadaşım sayesinde elde edebildiğim, Kürt tarihçisi Malmîsanij’in yazdığı ‘Cızira Botanlı Bedirhaniler’ adlı kitabındaki şemalardan birinde babam ile amcama kadar uzanan aile ağacını görünce gözlerime inanamadım: Babaannemin babası Ali Galip Paşa’nın damat olduğu Necib Bey, Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan’ın en büyük ikinci oğluydu. Necib Bey’in üç kızından biri Sariye hanımdı. Ali Galip Paşa bu Sariye hanımla evlenmişti. Bu evlilikten üç kızı olmuştu. Bu üç kızdan biri benim babaannem Nazire (Kardam) idi. Yani ben, Bedirhan Bey’in beşinci kuşak torunu oluyordum!”
Asurların ana vatanı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya’dır. Bu coğrafyadaki tarihleri binlerce yıl öncesine dayanır. Kilise tarihindeki bölünmeler nedeniyle birçok ayrı isimle anıldılar. Nasturiler de bunlardan biridir. M.S. 431’de toplanan Efes Konsili’nde, teolojik görüş ayrılıklarının hâkim olması nedeniyle bir kesim, Nastur’un İsa’nın doğası üzerine olan görüşlerinin reddedilmesi üzerine yeni bir yol çizdiler. Bu düşünceleri kabul edenler Nasturiler olarak adlandırıldılar. Kısaca Nasturilik, aynı etnik kökenden gelen halk arasında Hristiyanlığın çeşitli yorumlarına inananların kendilerine farklı bir yol çizmelerine verilen isimdir. Ayrıca Doğu ve Batı Kilisesi olarak da adlandırılırlar.
19. yüzyıl boyunca, Nasturiler İran-Urmiye ve Osmanlı topraklarının sınır bölgelerinde yaşamışlardır. Bu iki bölgede yaşayan Nasturilerin önemli bir çoğunluğu, Osmanlı topraklarında Van ve Hakkâri arasında aşiretler olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı ve aynı zamanda tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlardı. Bu bölgedeki nüfuslarıyla ilgili farklı rakamlar vardır. 75.000 rakamını telaffuz edenler olduğu gibi 150.000 rakamını verenler de vardır.
Sene 2007 olmalı. ”Assyrians, Kurds, and Ottomans” gibi birçok kitabın yazarı olan Hırmıs Aboona ve ben, Firodil Enstitüsü tarafından Londra’ya bir konferans için çağrılmıştık. Aboona, 1843 ve 1846’daki Nasturi katliamlarına; ben ise 1915 soykırımına odaklanacaktım. Aboona iki konuya vurgu yapmıştı. İlk nokta, Asur ulusal bilincinin yetersizliğiydi ve halkın aşiretler tarafından yönetilmesi önemli bir sorun teşkil ediyordu. Dışarıdan gelen saldırılara karşı birlikte hareket edemiyorlardı. İkinci nokta, on binlerce Asurlunun katledilmesi ve bu katliamlardan hesap sorulmamasyd. Bu, 1915 soykırımının alt yapısını hazırlamıştı. Sonuç olarak, Hakkâri bölgesindeki yerli Nasturi halk tamamen temizlenmişti. Demografi tamamen değişmişti. Nasturiler, on binlerce insanlarını, ayrıca mallarını ve topraklarını da kaybetmişlerdi. Hayatta kalanlar, başka diyarlara göç etmek zorunda bırakılmışlardı. Açıkçası, katliamı yapanlar kazançlı çıkmıştı.
Sağ kurtulanlar, 1914 yılı Ekim ayında Talat Paşa’nın Van valisine gönderdiği bir kararnameyle tehcir edildiler ve İran’ın Urmiye ve diğer bölgelerinde yeni bir hayat arayışına girdiler. Geri dönmek isteriler ancak, Musul Valisine, 1915 yılının Ekim ayında gönderilen telgrafta ‘Vatanlarına dönmesinler’ emri vermişti.
1900’lerde Hakkari’de bir grup Nasturi kadın (Kaynak: sosyal medya)Talat Paşa’nın Türkleştirme politikasını devam ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa da etnik temizliğe son noktayı koyarak Nasturilerin vatanlarına dönüşlerine izin vermedi. Hakkâri, on binlerce Asur’un yaşadığı bir yerdi, ancak bugün yerlilerinden yoksun. Orada sadece bazı kilise harabelerinin izleri bulunabilir. Sağ kurtulanların çocukları ise Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaletinde, Chicago’da, Avustralya’da ve Kanada’da yaşamlarını sürdürmektedirler.
Ardı arkası kesilmeyen sorular
2013 yılında Rusya’nın Saint Petersburg şehrinde tanıştığım ve dedeleri Hakkâri asıllı olan Petros Gwargis, bana yaşamındaki en büyük özleminin dedesinin ayak izlerini sürmek ve Hakkâri’yi ziyaret etmek olduğunu söylemişti. Bu amaçla iki defa Türkiye’ye gelmiş ancak her geldiğinde Hakkâri’ye gitmenin güvenli olmadığı söylenmişti. Haftalar önce kendisine haber gönderdim. Bedirhan Bey’in torunu Ahmet Kardam’la arkadaş olduğumu ve kendisiyle dedesinin Nasturilere katliamlarındaki rolü konusunda söyleşi yaptığımı söyledim. Bunun üzerine Petros Gwargis’in soruları arkası kesilmeyen bir şekilde devam etti. İlk sorusu “dedesi gibi mi düşünüyor?” oldu. Hayır.. ‘Ahmet Kardam katliamların soykırım olduğunu ve bunların asla olmaması gerektiğini söyledi’, dediğimde, çocuklar gibi sevindi. ‘Peki şimdi Hakkâri’ye gidebilir miyim’, ‘Oraya gitsem Kürtler beni düşman görürler mi’, ‘Çocuklarımı yanıma alırsam başımıza bir şey gelebilir mi?’ şeklinde soruların ardı arkası kesilmedi.
Dileğim, Ahmet Kardam’la yaptığım bu söyleşinin en azından Asurlar ve Kürtler arasında yapıcı bir diyaloğun oluşmasına vesile olması, bu yönde yapılacak bir tartışmaya katkıda bulunmasıdır. Agos’ta okuyacağınız bu yazı söyleşinin kısaltılmış bir bölümüdür. Söyleşinin tümü Seyfo Center sitesinden okunabilir.
Lütfen kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?
1945 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokulu Ankara’da bitirdim. Orta ve lise öğrenimimi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladım. 1964’te Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin öğrencisi oldum. 1969’da üniversitenin İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldum ve aynı bölümde ekonomi asistanı olarak çalışmaya başladım. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonucunda üniversitedeki görevimden ayrılmak ve Hollanda’da siyasi sığınmacı olmak zorunda kaldım. 1974 sonbaharında genel af ilan edilince Türkiye’ye döndüm. Çeşitli yayın evlerinde çevirmenlik ve redaktörlük yaptım. 1976’da Cumhuriyet Halk Partisi üzerine yaptığım bir çalışmam kitap olarak yayımlandı. 1980’de İstanbul’da yayımlanan Politika gazetesinde genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışmaya başladım. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra polis tarafından aranmaya başlayınca siyasi sığınmacı olarak Federal Almanya’ya gitmek zorunda kaldım. Batı Berlin’de yayımlanan Türkiye Postası gazetesinin genel yayın yönetmenliğini ve köşe yazarlığını yaptım.
1989 sonbaharında Türkiye’ye döndüm, havaalanında polis tarafından gözaltına alındım, Nisan 1991’e kadar, bir buçuk yıl tutuklu kaldım. 1993-1998 yıllarında bir kamuoyu araştırma şirketinin Ankara bürosu müdürlüğünü ve bilgi işlem merkezi sorumluluğunu yaptım. Bir arkadaşımla birlikte yazdığımız Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları başlıklı çalışmamız 1998’de yayımlandı. 1999-2008 yıllarında bir yayınevinde çevirmen ve yazar olarak çalıştım. Ünlü sufi Mevlana hakkında yazdığım kitap 2007’de yayımlandı. 2008’de emekli oldum. Osmanlı arşivlerindeki Bedirhan Bey’e ilişkin belgeler üzerinde yaptığım beş yıllık çalışmam iki cilt halinde yayımlandı (2011 ve 2013). Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve ilk başkanı Mustafa Suphi üzerine yaptığım dört yıllık çalışmam 2020’de yayımlandı. Eşimle birlikte, 2014 yılından beri İzmir’in Foça ilçesinde yaşıyoruz. Batı Berlin’de yaşayan bir oğlumuz ve iki torunumuz var.
Siz Bedirhan Bey’in torunusunuz. Kürt olduğunuzu, hem de Bedirhan Bey’in torunu olduğunuzu nasıl ve ne zaman öğrendiniz? Bunun sizin iç dünyanızda nasıl bir etkisi oldu, ne hissettiniz? Daha önce Bedirhan Bey hakkında ne biliyordunuz?
Her şey, baba-bir-anne-ayrı ablam Ekin (Kardam) Duru’dan aldığım 24 Aralık 1992 tarihli mektupla ve ekindeki Arap harfleriyle yazılmış bir defter ve bu defterin daktilo edilmiş transkripsiyonuyla başladı. Ablamın mektubunda yazdığına göre, Babaannemiz ölümünden kısa bir süre önce, yani 1974 -1976 arasında bir zaman, ablama bu zarfta gönderdiği el yazması defteri vererek, “Bu defterde aile büyüklerimizin biyografisi var, bunu sen sakla” demiş. Ablam, el yazması Arap harfleriyle yazılmış olduğu için okuyamadığı bu defteri başka evraklarını da içinde sakladığı bir kutuya atmış ve bir daha da dönüp bakmamış, ta ki bu mektubu kaleme aldığı 1992 yılına kadar. Arap harfleriyle yazılmış o defteri koyduğu kutudan çıkartıp transkripsiyonunu yaptırmış (Latin harflerine dönüştürtmüş) ve şimdi hem o defteri hem de Latin harflerine dönüştürülmüş halini bana yılbaşı hediyesi olarak gönderiyordu.
Defterin yazarı, babaannemin babası Ali Galip Paşa’ydı. Ben doğduğumda çoktan ölmüş olan, hakkında adından başka hiçbir şey bilmediğim babaannemin babası (yani babamın dedesi) Ali Galip’in 59 yıl önce (1933’te) yazmış olduğu bu soluk sayfalara dokunmak bile kendi başına yeterince heyecan vericiydi. Ama beni asıl heyecanlandıran, aile tarihine ilişkin hiç bilmediğim bir şeyi öğrenmem oldu: Ali Galip Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk nüvesi olan Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Türklerle iş birliği yapmış olan Bizans tekfuru Mihal Kosses’in sülalesinden geliyordu; yani Rum’du. Bu yetmezmiş gibi, 1882’de, Kürt Bedirhan Bey’in en büyük ikinci oğlu Necib Bey’in kızı Sariye ile evlenmişti. Yani babaannem baba tarafından Rum, anne tarafından Kürt’tü!
Türkçe de “Köse Mihal olarak anılan Michael Kosses’in kim olduğunu lise yıllarımdaki tarih derslerinden çok kabaca da olsa biliyordum. Fakat Bedirhan Bey hakkında bir Kürt beyi olması dışında hiçbir bilgim yoktu. Babaannem, babam ve amcam artık hayatta değillerdi; onlara soramazdım. Annem henüz yaşıyordu, ama kayınvalidesinin (babaannemin) ne babası ne de annesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Hatta, kocasının Kürt olduğundan bile haberi yoktu; benden öğrendi! Hayatta olan ablam Ekin ile kuzenim Nükhet, Bedirhan adlı bir Kürt beyi ile bir şekilde ilişkimiz olduğunu duymuşlardı ama hepsi bundan ibaretti. Bedirhan Bey kimdi, bizim onunla akrabalık ilişkimiz nasıl bir şeydi – hiçbir fikirleri yoktu.
Ahmet Kardam
O zaman fark ettim ki, aile içinde kendimi bildim bileli, babaannemin babası ve annesi hakkında hiçbir şey konuşulmazdı. Babaannem, babasının adının Ali Galip olup Abdülhamid’in paşası olduğundan çok ender söz ederdi, hepsi o kadar. Bedirhanî olan annesi Sariye hanımdan söz ettiğini hiç duymadım. Babamın adı da Ali Galip’ti. Demek ki ona dedesinin adını vermişlerdi; ama dedesinin adını bir kez olsun andığını duymadım; aynı şekilde, şimdi artık Kürt ve Bedirhan olduğunu bildiğim anneannesi Sariye Hanım ise sanki hiç var olmamıştı. Bu işte, ne olduğunu açığa çıkartmam gereken bir gariplik vardı! Babaannemin anne tarafından Bedirhanî olduğunu öğrenmiştim. Ama bu nasıl bir akrabalıktı? Dedesi Necib, Bedirhan Bey’in nesi oluyordu? Ben kimdim?
Bu sorunun yanıtını ancak 1998 yılında bulabildim. O tarihte çalıştığım yayınevindeki Kürt iş arkadaşım sayesinde elde edebildiğim, Kürt tarihçisi Malmîsanij’in yazdığı Cızira Botanlı Bedirhaniler adlı kitabındaki şemalardan birinde babam ile amcama kadar uzanan aile ağacını görünce gözlerime inanamadım: Babaannemin babası Ali Galip Paşa’nın damat olduğu Necib Bey, Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan’ın en büyük ikinci oğluydu. Necib Bey’in üç kızından biri Sariye hanımdı. Ali Galip Paşa bu Sariye hanımla evlenmişti. Bu evlilikten üç kızı olmuştu. Bu üç kızdan biri benim babaannem Nazire (Kardam) idi. Yani ben, Bedirhan Bey’in beşinci kuşak torunu oluyordum!
Hem yaşamına ve mücadelesine ait ilk ayrıntılı bilgileri bu Kürt tarihçisinin kitabından öğrendiğim Bedirhan Bey’e ilişkin arşiv belgelerine dayalı bir araştırma yapabilmek, hem de Bedirhanlarla olan ilişkimiz konusundaki aile içi suskunluğun sırrını çözebilmek en büyük arzum haline gelmişti. Ama bunun için kendimi emekli ederek tüm zamanımı bu işe ayırmam gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebileceğim maddi imkânlara ancak dokuz yıl sonra, 2007’nin sonunda kavuşabildim.
2008 yılında Osmanlı Arşivi’ne girerek Bedirhan Bey’e (1806-1869) ilişkin, Arap harfleriyle el yazması 800 sayfa kadar arşiv belgesine ulaştım. Bunların Latin harflerine dönüştürülmesi için hem neredeyse bir servet hem de 19. Yüzyıl Osmanlıcasını anlayabilmek için epey zaman harcayıp, beş yıllık bir çalışmayla iki cilt kitap yazdım: Birinci cilt Bedirhan Bey’in Osmanlı’ya karşı 10 yıllık direniş ve isyanı, ikinci cilt 22 yıllık sürgün yaşamı.
Bu çalışma sonucunda ailenin Bedirhan Bey konusundaki suskunluğunun sırrını da çözebildiğimi sanıyorum: Babaannemin dayısı, Bedirhan Bey’in torunu Abdürrezak, ailenin Osmanlıya isyan edip bağımsız bir Kürdistan için mücadele etmiş ünlü bir ferdiydi. 1906’da İstanbul Belediye Başkanını öldürttüğü iddiasıyla önce ömür boyu hapse mahkûm olmuş, 1910’da affedilince Rusya’ya iltica ederek Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’nın desteğiyle Osmanlı’dan ayrılıp bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla Rus ordusuyla birlikte hareket eden silahlı bir Kürt gücü oluşturmuştu. İttihat ve Terakki hükümeti onu yakalamak veya öldürtmek üzere Rusya’ya gizlice özel suikastçılar göndermiş, 1917 Sosyalist Devrimi’nin ardından Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine Osmanlı ordu mensupları tarafından Tiflis’te yakalanarak veya dönmeye ikna edilerek 1918’de Şam’a getirtilmiş ve orada zehirlenerek öldürülmüştü. Osmanlı İmparatorluğu dağılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, 1927’de, Mustafa Kemal’in mecliste okuduğu ünlü Nutkunda Bedirhanîleri rejim için bir tehdit olarak anması üzerine, babaannemin ailesinin (anne ve babasının, kendisinin ve eşinin), sonraki kuşakları koruyabilmek endişesiyle, ailenin Bedirhanî kökenlerini gizleyerek onları birer “Türk” olarak yetiştirme kararı aldığı sonucuna vardım.
Hoybun kongresi, 1927, Lübnan
Bu şekilde, ailemin baba tarafının, onları Kürt düşmanlığından koruyabilmek amacıyla, yeni kuşakların iliklerine kadar asimile edilip Türkleştirilmesine razı olmak zorunda kalmış olması beni derinden etkiledi ve çok öfkelendirdi. Ama en önemlisi, ben böylece, Türkiye’nin yaşadığı hukuksuzluğun, demokrasi ve temel insan hakları yoksunluğunun tarihsel kökenleri konusunda iliklerime kadar işleyen derin bir aydınlanma yaşadım.
Siz büyük dedeniz Bedirhan Bey’in gerçekleştirdiği Nasturi katliamını çok net bir şekilde Soykırım olarak değerlendiriyorsunuz. Bunu bize biraz açar mısınız? Ne tür olaylar meydana geldi? Yaptığınız araştırmalara dayanarak katledilen Nasturilerin sayısı ne kadardı?
Bedirhan Bey’in Nastur katliamı, biri 1843 yılında diğeri 1846 yılında olmak üzere, iki etapta gerçekleşir. Birinci etap 1843 Haziran ayında başlayıp ağustos ayının ortalarına kadar sürer.
İkinci etap üç yıl sonra, 1846 Eylül ayının son günlerinde başlayıp, Ekim ayı içinde sonlanır. Her iki saldırıda da Bedirhan Bey’in askeri gücü yaklaşık 10.000’dir. Birinci harekatta katledilen Nasturi nüfusu yaklaşık 10.000, ikinci harekatta ise bunun iki katı, yani yaklaşık 20.000’dir. Gabriele Yonan’ın belirttiğine göre, 19. yüzyılın ortalarında bu bölgedeki toplam Nasturi nüfusu 100 bin dolayındaydı. Eğer öyleyse, Bedirhan Bey’in bu iki katliam seferiyle Nasturi nüfusunun üçte birini yok ettiği anlaşılıyor. Bu bile, tek başına, bu katliamın bugünün kıstaslarıyla eksiksiz bir soykırım olduğunu söylemeye yeter. Ama kanımca, bu olayı “soykırım” yapan sadece yaşamını yitiren Nasturilerin sayısı değildir.
1843 yılındaki birinci katliam, Bedirhan Bey’in Nasturilere saldırmak için hazırladığı Kürt ordusunun ilk bölüğünün Diz bölgesine doğru hareketiyle başlar. On binlik Kürt ordusu, Bedirhan Bey’in askerlerine ilaveten Hakkâri beyi Nurullah’ın, Amêdiyeli İsmail Bey’in, Otaşı aşiretinin ve Tatarhan Ağa’nın askerlerini de içermektedir. Nasturilerin askeri gücü Kürtlerinkinden daha fazladır: 15 bin. Fakat Nasturiler arasında birlik yoktur. Bunun nedeni Patrik Mar Şamun’un İngiliz ve Amerikalı misyonerlerle iş birliği yapmasına ve misyonerlerin Nasturileri eski inançlarından döndürücü faaliyetlerine karşı duyulan tepkidir. Özellikle Thuma bölgesindeki Nasturiler arasında Mar Şamun’a karşı güçlü bir muhalefet vardır – o kadar ki, bu bölge katliam sırasında Kürtlerin tarafında yer alır. Nasturilerin Bedirhan Bey kuvvetleri karşısında yenilmelerinin nedeninin bu “bölünmüşlük” olduğu anlaşılıyor.
Kürt kuvvetleri ilk hedef olan Diz’e 6 Haziran 1843 günü varır. Büyük Zap suyunu geçerken güçlü bir dirençle karşılaşsalar da, sayıca daha az olan Nasturiler geri çekilir. Kürtler üç gün boyunca, çocuk, yaşlı, kadın, erkek ayrımı yapmadan Nasturilere ağır kayıplar verdirir. Diz, Patrik Mar Şamun’un evinin bulunduğu bölgedir, ama kendisi saldırı sırasında Aşita’da olduğu için katliamdan kurtulur. Fakat annesi ile erkek kardeşlerinden biri öldürülür; üç erkek kardeşi ile kız kardeşi esir alınır. Diğer iki kardeşi kaçarak canlarını kurtarırlar.
Kürt ordusunun Diz’e saldıran bu ilk birliği Bedirhan Bey ile Nurullah Bey’in getirecekleri takviye kuvvetlerini beklerken, alınan esirler Bohtan dağlarına götürülür. Bedirhan Bey Bohtan’dan Tiyari bölgesinin kuzeybatısına ilerlemekteyken, Musul valisi Mehmed Paşa da 800 kişilik bir Osmanlı birliğini Tiyari bölgesinin güneybatısına konuşlandırır. Bu birlik, Patrik Mar Şamun’a verilmiş olan yardım sözüne rağmen Nasturilere yardım etmeyip, bir tehdit ve şantaj unsuru olarak katliama seyirci kalır. O arada, bazı Kürt birlikleri de doğudan herhangi bir yardım gelmesin veya o tarafa kaçılmasın diye, Tiyari’nin doğusundaki geçitleri tutarlar. Böylece Tiyari Nasturileri kuzeyden Bedirhan Bey, güneyden de Mehmed Paşa kuvvetleri tarafından, doğuya da kaçamayacakları şekilde kuşatılmış olurlar. Aynı tarihlerde, Revanduz’dan hareket eden bir Kürt birliği de Bedirhan Bey ile Nurullah Bey’e yardımcı olmak, “din uğruna savaşmak” amacıyla Tiyari’ye doğru ilerlemeye başlar.
Tiyari’ye kuzeyden giren Bedirhan Bey’in ilk hedefi Çamba köyü olur. Katliamdan sağ kurtulup esir düşenler arasında Melik İsmail’in karısı da vardır. Melik ise savaşırken aldığı bir gülle yarasıyla, kalçası kırık olarak bir mağaraya saklanırsa da, Kürtler onu orada bulup sürükleye sürükleye Bedirhan Bey’in önüne getirdiklerinde bir kılıç darbesiyle bizzat Bedirhan Bey tarafından öldürülür.
Çamba’dan sonraki hedef, hemen güneydeki Serspidion olur. Köy yerle bir edilir, bahçe ve tarlalar mahvolur. Zap Suyu geçilip Mar Sava kilisesi ateşe verilir; büyük kemer ve duvarları yıkılır. Ardından Bedirhan Bey Zap Suyu boyunca güneye, Aşita’ya doğru ilerler. Yol üstündeki Minyaniş köyünde 12 aile dışında herkes katledilir.
Tiyarili Nasturiler Bedirhan Bey’i iki saat ileride karşılarlar. İki kuvvet arasında sabahtan ikindiye kadar süren savaş sonunda Nasturiler geri çekilip Zap suyunun öteki yakasına geçerlerken köprüyü yıkarlar. Zap suyunu küçük sallarla geçen Bedirhan Bey kuvvetleri kaçanlarla iki gün süren bir çatışmaya girerler ve sonunda Nasturiler bozguna uğrar. Aşita’dan ayrılırken, Zeynel Bey adında bir müttefikini bir miktar askerle birlikte Aşita’ya yönetici tayin eder. Katliam sırasında Nasturilerin dağlara sakladıkları veya emin yerlere gömdükleri elyazması kutsal kitaplar, onları gizleyen papazların çoğu öldürüldüğü için bir daha bulunamaz.
Aşita’daki katliamın haberi Lizan vadisi boyunca duyulmaya başlayınca, Aşita’nın güneybatısında, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu Lizan halkından bin kişi, ancak dağ keçilerinin tırmanabileceği yüksek ve erişilmesi neredeyse imkânsız bir platforma çıkarak kendilerini korumaya çalışırlar. Onları oradan güç kullanarak indiremeyeceğini anlayan Bedirhan Bey etraflarını kuşatarak beklemeye başlar. Erzak ve suları biten Nasturiler üç gün sonra teslim olmak zorunda kalırlar. Bedirhan Bey’den canlarının bağışlanacağı sözünü aldıktan sonra silahlarını teslim etmeye razı olurlar. Platforma girmelerine izin verilen Kürt kuvvetleri, Nasturilerin silahlarını toplayıp hepsini kılıçtan geçirmeye ve yorulunca da geri kalanları uçurumdan aşağı atmaya başlarlar.
Katliamın başladığı günlerde Aşita’da bulunan Patrik Mar Şamun yanına aldığı bir kardeşi ve Aşitalı papaz Abraham ve ailesi ile birlikte 27 Temmuz 1843 günü Musul’a ulaşır ve orada İngiltere’nin Musul konsolos vekili Rassam’a sığınarak Musul valisi Mehmed Paşa’dan Bedirhan Bey’in satmak amacıyla aldığı esirlerin serbest bırakılmasına, yağmalanan mal ve eşyaların iadesine ve hâlâ sürmekte olan katliamın durdurulmasına yardımcı olmasını ister. Vali Mehmed Paşa, Nasturilere yardımcı olabilmesi için Mar Şamun’un ve tüm Nasturilerin önce kendisine biat etmelerini şart koşar, ama Mar Şamun bu koşulu kabul etmez. İngiltere’nin Musul konsolosluğu da esirlerin yerlerine iadesini Musul valisinden talep eder. Fakat aldığı yanıt, “Bu konuda devletten herhangi bir emir gelmediği” şeklinde olur.
Anlaşıldığı kadarıyla, katliam 1843 Ağustos ayı ortalarına kadar sürer. Canlarını kurtarabilen Nasturiler yığınlar halinde güneydeki Musul’a sığınmaktadırlar. Fakat eğer yolları Berwari’den geçiyorsa, oranın beyi (ve Aşita’ya yönetici tayin edilmiş Zeynel Bey’in amcası) Abdülsamet Bey’in emriyle öldürülmektedirler.
Aşitalı Nasturiler, başlarına yönetici olarak bırakılmış Zeynel Bey’in zalim yönetimine karşı Kasım 1843’de ayaklanırlar. Bunun üzerine Bedirhan Bey Aşita üzerine tekrar asker sevk eder ve 500-600 dolayında nüfusu katlettirir.
Kendisiyle iş birliği yaptıkları için dokunmadığı Thuma bölgesi hariç, Bedirhan Bey’in Diz ve Tiyari bölgesinde yaptığı katliamın bilançosu çok ağırdır. Gabriele Yonan’a göre, bu bölgede Timur’un Moğol akınları sırasında bile bu kadar korkunç bir katliam yaşanmamıştır; Tiyari’deki toplam Nasturi nüfusun beşte biri katledilmiştir.
Austen Henry Layard’a göre, katliamın ölü bilançosu 10.000’dir. Çok sayıda kadın ve çocuk esir alınmış, bir kısmı esir pazarlarında satılmış, bir kısmı da hatırlı Müslümanlara hediye edilmiştir. Canlarını kurtarıp Musul’a yığılan Nasturiler arasında ise, bir süre sonra Tifüs salgını başlar, birçoğu da böyle ölür.
İkinci katliam nasıl gerçekleşiyor?
Üç yıl sonra, 1846’da, Bedirhan Bey Nasturilere yönelik ikinci bir katliam hareketine daha girişir. Birinci katliamın ardından Nasturiler arasındaki her türlü misyoner faaliyeti durmuştur. Patrik Mar Şamun bile bölgeye gidip ruhani işlevlerini yerine getirememektedir. Birinci katliam sırasında yaşanan felakete ilişkin bütün haberlerin kaynağı esas olarak Mar Şamun ve misyonerlerdi. Bu kaynak artık mevcut olmadığı için bu ikinci katliamın ayrıntılarına ilişkin bilgilerimizin kaynağı sadece, o tarihlerde Ninova harabelerinde arkeolojik kazılar yapmakta olan Austen Henry Layard’dır. 1846 Ağustosu sonlarında bölgeyi gezen Layard, üç yıl önceki katliamdan kurtulduklarına sevinen Thumalı Nasturilerin artık büyük bir endişe içinde, Bedirhan Bey’in Ramazan ayının bitimiyle birlikte kendilerine karşı bir saldırıya hazırlandığını öğrendiklerini görür. Kadınlar takılarını ve mutfak eşyalarını emin yerlere gömmekle, erkekler de silahlarını hazırlamakla, barut imal etmekle meşguldür. Baz yöresindeki Nasturiler de kilise kitaplarını ve eşyalarını saklamaya başlamışlardır. Musul’a giden yol Kürtlerin egemenliği ve kontrolü altında olduğu için dış dünyayla bağlantıları kopuktur.
Bedirhan Bey Ramazan’dan hemen sonra, 23-26 Eylül 1846 tarihleri arasında bir gün, 10 bin kişilik bir kuvvetle Tiyari dağlarından geçerek Thuma’ya saldırır. Yol boyunca önüne gelen aşiretleri talan edip haraca bağlar. Meliklerin öncülüğünde savaşan Thuma bir süre direnirse de sayıca üstünlük karşısında yenik düşer. Kimse ayırt edilmeden yeni bir katliam daha yapılır. Üç yüz kadar kadın ve çocuk Baz’a kaçmaya çalışırken kılıçtan geçirilir. En güzel köyler, bahçeleriyle birlikte yakılıp yıkılır, kiliseler yerle bir edilir. Hemen hemen nüfusun yarısı öldürülür. Bunlar arasında melik Kaşa Bodaka adlı papaz, Nasturi ruhban sınıfının en bilgili insanı Kaşa Oraha ve Kaşa Kana da vardı. Bedirhan Bey Thuma’dan çekildikten sora, nasılsa sağ kalmış birkaç köylü harap olmuş köylerine döndüklerinde, bu sefer de üzerlerine, gizlenmiş para ve altınların yerini bildiklerini düşünen Nurullah Bey çöker. Layard’ın deyişiyle, “bu güzel topraklar işte böyle yok edilir.”
Fransa’nın Musul konsolosluğunun İstanbul’a bildirdiğine göre, “Bedirhan Bey erkek, kadın ve çocuk 20.000’den fazla insan katletmiştir.”
Önce 1843’teki birinci katliam, ardından 1846 sonbaharında düzenlediği ikinci katliam, 1847 yılındaki yenilgisinin belirleyici vesilesi olur. Hem birinci ve hem de ikinci katliamın ardından İngiltere ile Fransa’nın Bedirhan Bey’in derhal tasfiye edilmesi konusunda Osmanlı üzerindeki ağır baskıları, Osmanlı yönetimini, tersi durumda belki de çok daha uzun bir süre göze alamayacağı bir askeri operasyona girişmek zorunda bırakır. Nasturi katliamlarının sonucunda, Bedirhan Bey’in liderliğinde yürüyen Kürt direnişi bütün Hıristiyan dünyasının hedef tahtası haline gelir. Bu durum Kürt hareketinin ezilmesi açısından Osmanlı yönetiminin eline arayıp da bulamadığı fırsatı verir.
Amerika’nın Chicago, Arizona ve Avustralya’nın bazı eyaletlerinde doğmuş ve kendilerini Hakkarili olarak bilen on binlerce Asuri’ye ve öteki kıtalarda yaşayan diğer Asurilere herhangi bir mesaj vermek ister misiniz?
Sevgili Asurlu kardeşlerime naçizane söyleyebileceğim şey şu olabilir:
Büyük dedem Bedirhan Bey’in atalarınıza yaptığı bu katliamın hesabını keşke doğrudan kendisine sorma imkânına sahip olabilseydiniz! O’nun hesabını vermek, galiba öncelikle, bana düşüyor. Bu hesaplaşmayı, yüzleşmeyi 12 yıl önce Bedirhan Bey üzerine yazdığım kitapta yapmaya çalıştım. Tıpkı şimdi olduğu gibi, yakaladığım her fırsatta bu yüzleşmeyi tekrarlıyorum.
Sayın Sabri Atman Bey yukarıdaki sorularını bana gönderdiği e-posta mesajında şöyle diyordu:
“Şundan emin olun, anne-babaları ve kendileri Chicago’da doğan, ancak “nerelisiniz” diye soruluğunda “Hakkariliyim” diyecek binlerce insan var. Bunlar hafızalarında bir Hakkâri’nin bir de Bedirhan Bey’in adını tutarlar. Bu durum kuşaktan kuşağa bu şekilde aktarılıyor. Oysa onlara, “dünya haritasında Hakkâri’nin yerini gösterin” diyecek olsanız, büyük bir çoğunluğu bunu yapamayacaktır.”
Bu satırların yüreğimi, ruhumu nasıl acıttığını bilemezsiniz!
Lütfen şunu unutmayalım: Hiçbir ulusun veya halkın tüm mensupları ne toptan “iyi” ne de toptan “kötü’dür. Bir kişinin veya grubun veya sosyal kesimin yapıp ettikleri mensubu oldukları ulusa veya halka mal edilemez, edilmemelidir.
Türkiye bugün hâlâ yüz yıl öncesinin sorunlarıyla boğuşuyor. O sorunlarla yüzleşmedikçe insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devletine sahip olamayacağız. Artık bu topraklarda maalesef ne Rumlar var ne Ermeniler var ne Asurlular var ne de diğer kadim halklar ve topluluklar. Ama onlarla –eğer daha fazla değilse bile– aynı derecede ezilmiş, katledilmiş, sürülmüş, asimile edilmeye çalışmış Kürtler var. Direniyorlar, yok edilemiyorlar; Türkiye’nin diğer ilerici, demokrat güçleriyle yan yana hak, özgürlük ve eşitlik mücadelesi veriyorlar. Türkiye’yi en temel hakların kazanıldığı, demokrasinin, hukukun ve eşitliğin egemen olduğu, geçmişiyle hesaplaşıp barıştığı bir ülke haline gelmesi için verilen bu zorlu çabaya lütfen elinizden geldiğince destek olun. Kürtlerin maruz kaldığı haksızlıklar, uğradıkları kırımlar karşısında sessiz kalmayın. İnancım o ki, hepimizin yüreğini yakıp sonraki kuşaklara miras bıraktığımız ateş bu mücadelenin başarıya ulaşmasıyla sönecek.
İlk yorum yapan siz olun