İskilip ile Çorum arasında uzanan yol inşa edilirken Kızılırmak üzerinde yapılan ilk köprü ahşaptı, üzerinden geçen birkaç kişi aynı anda hapşırsa yıkılma tehlikesi geçirebilecek gibiydi, ama Feramuz Efendi için önemli bir yapıydı.
Bir yeri bir yere, herhangi bir şeyi herhangi bir şeye bağlayan her şeyi sevdiği gibi, köprüleri de zaten severdi. Anlaşılamayan, açıklanamayan, bağlantıları kurulup nedenleri bilinemeyen hiçbir şeyi kabullenemez, anlamsız tesadüflerden hiç hazzetmezdi. Köprülere düşkünlüğü doğaldı dolayısıyla ve nehrin Çorum yakasında yüksekçe bir mevkiye bir iki saat önceden yerleşip açılış merasimini başından sonuna izlemesinin nedeni de buydu. Yoksa bu köprüye özel bir sevgi besliyor değildi.
O güne kadar değildi. O gün Feramuz Efendi’nin sonsuz sevgisini kazandı İskilip köprüsü.
Köprünün tam orta yerine merasim için kurulan yüksekçe kürsüye çok sayıda devlet erkânı çıkıp bu mühendislik ve marangozluk harikasını mümkün kılan devlete ve Mustafa Kemal Paşa’ya coşkun bir sevgiyle teşekkürlerini sundu. Yaklaşık iki saat sonra köprünün son konuşmacı olarak kürsüye çıkan mimarı Muğlim Kalfa dağılmaya başlayan kalabalığa hitaben merasimin son üç beş kelimesinden ikisi olarak “zati yük” ifadesini kullandı.
Feramuz Efendi bu ifadenin anlamını bilmiyordu, hiç duymamıştı. Ve duymadığı için lûgatına dahil etmemişti. Kafasının arkasına hiç ummadığı bir anda bir top güllesi çarpmış gibi oldu. Sendeledi, düşmemek için yanındaki adamın sol koluna tutunmaya çalıştı; adam Feramuz Efendi’nin bu hamlesine anlam veremeyip aniden geri çekildi. Adama tutunamayan Feramuz Efendi dizlerinin üzerine düştü. Yere doğru iniş daha tam sonuçlanmamışken vücudun bazı başka kısımları kalkmaya ve Muğlim Kalfa’nın peşinden koşmaya başladığı için sırt kasları alışık olmadıkları bir şekle girmeye çalıştı. Feramuz Efendi korkunç bir çığlık attı. Tutunmaya çalışıp tutunamadığı adam köprünün bu tarafına bir daha hiç geçmeme yeminleri ederek korkuyla öbür tarafa doğru kaçmaya başladı, İskilip ucuna gelene kadar da durmadı.
“Muğlim Kalfa, Muğlim Kalfa.”
Elleri ve dizleri çamur içinde, acı çektiği yüzündeki ifadeden belli olan, elli yaşlarındaki garip adama cevap vermenin doğru olup olmadığını bilemeyen mimar sadece bir “Ne var?” bakışı baktı.
“Zati yük ne demektir üstadım?”
Mimar rahatladı. Acı çeken adam hem zararsızdı hem de kolayca cevaplayacağı bir soru sormuştu.
“Taşıyıcı bir yapı parçasının kendi ağırlığı. Niye sordunuz beyefendi?”
“Önemli değil, önemli değil. Kaleminiz var mı?”
Feramuz Efendi çamurlu elleriyle iç cebinden küçük bir bloknot çıkarmış, bir eliyle onu tutarken diğer eliyle ceplerini karıştırıyor ve beyaz ceketinin her yanını çamurluyor ama kalem bulamıyordu. “Taşıyıcı bir yapı parçasının kendi ağırlığı” cümlesini kelimesi kelimesine hatırlayabileceğinden emin değildi.
Muğlim Kalfa karşısındaki adamı giderek sevimsiz bulmaya başlamıştı.
“Hayır efendim, kalemim yok ve olsaydı da şu çamurlu ellerinize teslim eder miydim o kalemi, bilmiyorum.”
Feramuz Efendi “Allah Allah!” dedi ve mimarın yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı evine doğru yürümeye başladı. Yolu uzundu. “Taşıyıcı bir yapı parçasının kendi ağırlığı” kelimelerini yüksek sesle hiç ara vermeden tekrarlayarak eve vardı, kapıyı sabırsızlıkla açıp mutfakta ilk bulduğu kağıt parçasına önce “zati yük”, sonra da zati yükün bizzat bir mimarın ağzından alınmış açıklamasını yazdı.
Lûgatına yeni bir kelime eklemenin verdiği mutlulukla ikinci katın balkonuna çıktı, göz görebildiği kadar Dodurga ve Oğuzlar’a doğru uzanan nohut tarlalarına baktı. Karısının evde olmadığını fark etmemişti bile. Fark etmediği için nerede olduğunu merak da etmemişti.
İskilip köprüsüyle köprünün mimarını düşünüyor, farkında bile olmadan kendisine yaptıkları müthiş iyiliğe hayret ediyordu.
Daha birkaç saat önce, açılış merasimini izlemek için yola çıkarken lûgatın artık aslen tamamlanmış olduğunu düşünüyordu. Belki Z harfinin en sonuna ekleyeceği iki üç kelime kalmıştı, o kadar. Yirmi beş yaşında yazmaya giriştiği, yüzyılın ilk yılından bu yana 28 yıldır emek verdiği, hayatını adadığı lûgatı bitirmiş, bunun sarhoşluğunu birkaç hafta boyunca yaşamıştı. Ama yavaş yavaş ayılıyordu. Şimdi ne yapacaktı? Taşranın uzun kış günlerini nasıl geçirecekti? O kocaman, o bomboş saatleri neyle dolduracaktı?
Cevapsız kalmalarından çok korktuğu bu soruların cevabını Muğlim Kafa ve yaptığı köprü bir ağızdan vermişlerdi. Cevap “zati yük” idi.
Bu ifadeyi bilmediğine göre, bilmediği daha pek çok ifade ve kelime olabilirdi. Lûgatın bittiğine öyle kolayca karar vermemeliydi. Aranmalı, araştırmalı, okumalı, düşünmeli, kelime avcılığına devam etmeliydi. Çok görülebilirdi, ama o kadar da çok değildi 28 yıl. Milyonlarca kişinin konuştuğu bir dil için keşke olsa da 28 değil 280 yıl ayırabilseydi.
Balkondan nohutlara bakarken kararını verdi. Bitmemişti lûgat. Çalışmaya devam edecek, bugüne kadarkinden de daha çok çalışacaktı.
* * *
Ve çalıştı. Durmadan çalıştı. Merasim günü bitti diye düşündüğü lûgat tam üç yıl daha sürdü. Son bölüme eklenen zekerrüd, zergelend, zeybubet, zıbır, züberiye gibi kelimelere ek olarak, diğer harflerin altına da çok sayıda kelime eklendi. Bakındıkça, eşelendikçe yeni kelimeler buluyor, bulamadığında uyduruyordu.
Vicdanıyla mantığı, namusuyla hırsı bu meseleyi uzun uzun, günlerce gecelerce tartışmış, sabahlara kadar hem kendisi hem vicdanıyla namusu hem mantığıyla hırsı uykusuz kalmıştı. Sonunda anlaşmışlar, saçma sapan kelimeler uydurmanın yanlış, makul kelimeler uydurmanın doğru olduğuna karar vermişlerdi. Bu karara Feramuz Efendi bir sınırlama getirmişti: Ancak üç gün arka arkaya yeni bir kelime bulamadığı durumlarda uydurma hakkı olacaktı. Uydurduğu kelimelerin zaman içinde kabul göreceğinden, halkın bu kelimeleri kullanacağından, bağrına basacağından emin olduğu için vicdanen müsterihti.
Her sabah erkenden kalkıyor, önceki gün yazdıklarını gözden geçiriyor, beğenmezse düzeltiyor, beğenirse yazmaya devam ediyordu. Genellikle beğeniyordu. Yazılacak kelimeleri bitirdiğinde çalışma odasının bir köşesinde kocaman bir yığın hâlinde duran İstanbul gazetelerinden birini alıyor, ambalajından çıkarıp okumaya başlıyordu. Farkındaydı, İstanbul dışında da gazeteler yayınlandığını biliyordu, ama bu lûgat İstanbullu’nun konuştuğu dilin lûgatı olacaktı. Çorumlu’nun ne konuştuğu, Çorum’un köylüsünün ne söylediği, hangi kelimeleri kullandığı hiç ilgilendirmiyordu Feramuz Efendi’yi. Hayır, her sabah İstanbul gazetelerini okuyor, öğle yemeğine kadar engin ve dipsiz denizlere dalan bir inci avcısı gibi lûgata dahil edilmemiş kelimeler arıyordu.
Öğle yemeğinden sonra iki saatini asıl işine, nohut ticaretine ayırıyordu. Bu iki saati feda etmek zorunda olması ona derin bir haksızlık ve acımasız bir işkence gibi geliyordu. Haksızlıktı, çünkü ömrünü kelimelere adamış, her şeyini dil bilgisine vakfetmiş bir kişinin her gün iki saatini değil iki dakikasını bile baklagillere ayırması haklı ve doğru olamazdı. İşkenceydi, çünkü sadece nohuttan değil, sadece leblebiden değil, kuru baklagillerin ve kuru baklagillerle yapılan yemeklerin bütününden nefret ediyordu.
Çaresi yoktu ama. Babasının vakitsiz ölümüyle 23 yaşında kendisine kalan nohut işini ertesi yıl çeşitlendirerek fındık ticaretine atılmaya çalışmıştı. Karadenizli bir askerlik arkadaşıyla ortak olmuş, çokça parayı Giresun’a göndermiş ama kendisi gitmeye üşenmiş, bir yıl kadar debelendikten sonra yatırdığı paranın hepsini kaybetmiş ve tekrar nohutçuluğa dönmüştü. Ne var ki, kendisi pek kimseye anlatmamakla birlikte fındık macerası duyulmuş ve Çorum Hububat-Bakliyat Borsası’nda rakiplerinden biri “Fındık Feramuz” diye dalga geçtikten sonra bu ifade kantarcılar, çuvalcılar, kamyoncular vasıtasıyla o kadar yayılmış, o kadar yaygınlaştırılmıştı ki, Feramuz adını Fındık’tan bağımsız olarak kullanan kalmamıştı. Adının fındıkla ilişkilendirilip nohutla ilişkilendirilmemesinden kendisi de şikâyetçi değildi. Para kazanmak için nohut dışında yapacak bir şey bulabilse yapacaktı, ama bulamıyordu, nohutçuluğa mahkûmdu.
Bu mahkûmiyeti günde iki saate indirmiş olmak maddî durumunu etkilemiyor değildi. Babasının zamanında önemli bir gelir sağlayan nohut Feramuz Efendi’yi ancak geçindiriyordu. Geç yaşta evlenmesi, yoksul bir ailenin Feramuz Efendi’den çok daha genç olan, Feramuz Efendi’yle hiç ilgilenmeyen ve bunu belli etmekten de çekinmeyen kızıyla evlenmesi, evlilikleri süresince karısının hiçbir isteğini yerine getirememesi… Bütün bunları nohut ticaretinden yeterince para kazanamamasına bağlıyor, ama bu bağlantıyı kurmanın pratik sonucu ticarete daha çok zaman ayırmak değil baklagillerden daha çok nefret etmek oluyordu. Karısının kendisini aldattığını bilse, büyük ihtimalle bunu da nohuta bağlayacaktı.
Günlük ticarî işlerini tamamladığında hızla evden çıkar, atına atlar ve babasının yaptırdığı ev şehrin kenarında, hemen hemen dışında olduğu için atına bindikten bir iki dakika sonra dağ denebilecek yüksekliklere ulaşamayan yeşil ve insansız tepelere varır, hedefsizce dolanırdı. Feramuz Efendi bu gezintileri ticaretin kötü kokusunu üzerinden atmak ve lûgat hakkında uzun uzun, rahatsız edilmeden düşünmek için yapardı, ama ikinci karısından doğan iki oğlan ile bir kız ve bunların dünyaya getirdiği on dört torun gözüyle bakıldığında bu gündelik at gezileri hayatta yaptığı tek anlamlı ve başarılı işti. Çocuklarıyla torunlarına bıraktığı ve iki kuşağın fazlaca çalışmaya gerek duymadan iyi hâlli bir yaşam sürdürmesini sağlayan bütün arazileri at sırtında giderken görüp satın almıştı. Onlar o tepelere zaten bu amaçla çıktığını sanıyordu; lûgattan hiçbirinin haberi bile yoktu, nohutçuluğu ise biliniyor ama “fındık” lakabının da etkisiyle pek ciddiye alınmıyordu. Bu arazilerin zamanla değerleneceğini daha o yıllarda tahmin ettiği zannedildiği için aile içinde, özellikle de genç torunları arasında efsanevî bir tüccar olarak düşünülüyordu. Böyle düşünüleceğini bilse ne kadar mutsuz olacağı, çocuk yapmaktan bile vazgeçebileceği tahmin edilebilir, ama bu mutsuzluğu tadacak kadar uzun yaşamadı.
Arazilerin zamanla değerleneceği Feramuz Efendi’nin aklından bile geçmemişti. Çorum genişledikçe şehre dahil olmaya başlayan toprakların alındıktan elli yıl sonra inanılması zor fiyatlara ulaşacağını hayal bile edemezdi. Nohuttan, tarımdan, topraktan nefret eden bir adamın bunları hayal etmesi garip olurdu zaten. Onun tek derdi, torunları için para kazanmak değil, kazandığı paranın çalınmasını engellemekti. Toprak çalınamaz, evde bir kutuda duran para kolayca çalınabilirdi.
Biliyordu, çünkü hayatında en çok değer verdiği, hayır, tek değer verdiği şey çalınmıştı.
* * *
Köprü açılalı üç yıl olmuş, lûgat nihayet bitmişti.
Sabah her zamankinden de erken kalkmış, akşamdan hazırlayıp bıraktığı “zükûret” ve “zürû” kelimelerini lûgata eklemiş, karşılıklarını “erkeklik” ve “ekilmiş tarlalar” olarak yazmış, arkalarına kocaman bir nokta koymuştu. Çok uzun zamandır planladığı bir noktaydı bu. Koyduktan sonra bağırmayacak, odanın ortasında zevkten tepinmeyecek, ortalığı velveleye vermeyecekti. Giyinecek, hazırlanacak, haftalardır tek kelime konuşmadığı karısına bile haber vermeden kalkıp İstanbul’a gidecekti. Canı ne kadar isterse o kadar zaman kalacak, 31 yıldır yazdığı lûgatın her gün dile getirildiği şehirde sesleri dinleyecek, kendisi hiç konuşmadan konuşulanlara kulak verecekti. Hiç gitmemişti İstanbul’a. Hep istemişti, defalarca plan yapmıştı, fakat bir yanda lûgat, bir yanda nohut, izin vermemişlerdi gitmesine.
Gitmiş, üç hafta kalmıştı. Ve dönüşünde lûgat yerinde yoktu!
Başka hiçbir şey çalınmamıştı. Demek ki olağan bir hırsızlık vakası değildi bu. Zaten yüzlerce sayfalık bir el yazmasını hangi hırsız alırdı? Niye alsındı? Taşımaya değer miydi o kadar kâğıt?
Feramuz Efendi o akşam yattı ve üç hafta yataktan çıkmadı. Çok az uyudu, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp düşündü. Nerede olabilirdi lûgat? Kim almış olabilirdi? Karısından başka suçlayabileceği kimse yoktu, ama karısını da niye ve neyle suçlayacağını bilemiyordu. Satı Hanım kocasının lûgat yazdığından bile haberi olmadığını, o odanın kapısını bile açmadığını, zaten lûgatlarla hiç mi hiç ilgilenmediğini söylüyor ve konu kapanmayı reddettikçe daha da öfkeleniyordu.
Lûgatın başına ne geldiğini bildiği için öfkesine çok hafif, çok sınırlı bir suçluluk duygusu da eşlik ediyordu, ama kolaylıkla bastırabiliyordu gereksiz bulduğu bu duyguyu. Öfkesini bastırmak ise çok daha zordu. Feramuz Efendi’yle aralarında çok uzun zamandır, hatta evliliklerinin ilk gününden beri karı koca ilişkisi bir yana dursun, makul bir insan ilişkisi bile yoktu. Adamın kendisiyle niye evlendiğini, dokunmayacağı, konuşmayacağı bir kadını alıp şehrin kıyısındaki bu eve niçin kapattığını bilemiyor, anlayamıyor ve her düşündüğünde çileden çıkıyordu. Ne kendisinden yirmi yıl büyük olmasına, ne vaktinin çoğunu ipe sapa gelmez bir işe harcamasına, ne de parasızlığına itirazı vardı. Bunlar anlaşılır şeylerdi, olabilirdi. Tam istediği gibi bir koca bulacak değildi elbet. Kendisini mesut edecek, edip etmediğini düşünüp tasalanacak bir adamla evlenemeyecekti elbet. Bu kadarını tanıdığı bütün kadınlardan öğrenmişti, biliyor ve kabulleniyordu, beklediği de buydu. Ama bu kadar da değil.
Feramuz Efendi’nin İstanbul’a gittiği günün akşamı sevgilisi için evde mükemmel bir yemek pişirmişti. Kocasının aksine, Bilal Bey nohut yemeklerine düşkündü. İki ayrı çorba, ayran aşı çorbasıyla yüksük çorbası, arkasından sebzeli nohut köftesiyle söbelek dolması ve nar ekşili nohut salatası yemişler, sonra ilk defa yan yana yatıp sabaha kadar kalkmamanın keyfini çıkarmışlardı.
Öğlene doğru kalktıklarında, Satı Hanım dirseğiyle sevgilisinin kaburgalarını zannettiğinden daha sertçe dürtmüş, “Gel bak sana ne göstereceğim” demişti. Kalkmışlar, ama Bilal Bey evin içinde çıplak dolaşmayı hayal bile edemediği için tam kalkarken yatağın ucundaki donunu kapmaya çalışmış, onu kaparken ayağını çarşaftan kurtaramamış ve Satı Hanım’ı da üstüne çekerek sırtüstü yere düşmüştü. İkisinin de içinden gülmek gelmiş, gülmemişler, yerde göz göze gelmiş ve konuşmadan bir dakika öylece yatmışlardı. O an bilmiyorlardı ve daha sonra zaten bir daha akıllarına gelmeyecekti, ama ikisi de hayatlarının en mutlu dakikasını geçirmişlerdi.
Yatak odasından çıktıklarında Satı Hanım tam karşıdaki odanın kapısını açmış, arkasına dönüp “Gel, gel,” demiş, yerdeki gazete yığınlarına bir tekme atıp masanın başında durmuştu. Büyük boy, ahşap bir hediyelik leblebi kutusunun kapağını kaldırıp “Bak,” demişti.
“Ne bu?”
“Kocamın uğraşıp durduğu saçmalık.”
“Seninle ilgilenmeyip bununla ilgileniyor ha?”
“Evet, ama bununla ilgilenmese benimle mi ilgilenecekti sanki?”
“O kadarını bilemem, ama intikam saati geldi bence!”
“Ne intikamı?”
“Senin intikamın! Ben şimdi bu kutuyu alıyorum, yarın bizim orada leblebi fırınına atıyorum.”
Satı Hanım’ın gözlerinin içi güldü. Sonra kahkaha atmaya başladı, “Hay aklınla bin yaşa!” diye bağırdı.
Feramuz Efendi’nin lûgatı ertesi gün Bilal Bey’in babasına ait leblebi müessesesinin nohut kavurma fırınında yandı. En eskisi otuz bir yıllık kupkuru sayfalar iki üç dakikada kül oldu, kilolarca yaş nohutun leblebiye dönüşmesine katkıda bulundu. Leblebilerin lezzetine özel bir katkıları olup olmadığı ise bilinemedi.
* * *
Satı Hanım’la Bilal Bey ancak üç yıl sonra evlenebildiler. Kocasını terk ederek ailenin namusunu lekelediği için Satı Hanım’ın hiçbir yakını üç yıldır kendisiyle konuşmuyordu, hiçbiri nikâhta hazır bulunmadı. Bilal Bey’in ailesi ise Satı Hanım gibi bir kadınla beraber olduğu için kendisiyle ilişkiyi kesmişti, nikâhtan haberleri oldu, ama olmamış gibi davrandılar.
Sevgililer kendilerini hem boğan hem dışlayan ortamdan kurtulmak için İstanbul’a göçmeyi düşünmüş ve planlamışlardı. Sonra ya inatları tuttu, kaçar gibi gitmeyi kendilerine yediremediler, ya da büyük kentte sıfırdan başlamak, tümüyle yabancı oldukları yerde yeni bir hayat kurmak gözlerini korkuttu. Göçmediler.
Haziran ayında evlenmeye karar verdikleri günlerde Bilal Bey nohut piyasasında bir soyadı heyecanı yaşandığını fark etti. Ay sonuna doğru yeni bir kanun çıkacak, herkes bir soyadı seçmek ve seçtiği adı hayat boyu kullanmak zorunda olacaktı.
“Kanunun yürürlüğe girdiği gün kıyalım nikâhı,” dedi Bilal Bey, “Evlendiğimiz gün hem bizim için hem memleket için önemli bir gün olsun. Evlendirme Dairesi’nden çıkar Nüfus İdaresi’ne gideriz.”
Memleket çok da umurunda değildi Satı Hanım’ın, ama ha 2 Temmuz ha başka bir gün, niye itiraz etsindi ki!
“Tamam, öyle yapalım,” dedi, “Ne olacak adımız, düşündün mü bir şey?”
“Düşünmek de neymiş? Çoktan karar verdim hepsine.”
“Verdin ha? Neymiş?”
“Soyadımız Entürk olacak. İlk oğlumuz Zafer, ilk erkek torunumuz Muzaffer. Kızların isimlerini bilmem, onları da sen seçersin artık.”
Roni Margulies şair, çevirmen, sosyalist. Sosyalist İşçi ve Serbestiyet’te yazıyor. Yayınlanmış eserleri: Rer Rind Bilir (Remzi, 1991), Gün Ortasında (Korsan, 1992), Mağrur Olma Padişahım (YKY, 1994), Bilirim Niye Yanık Öter Ney (YKY, 1996), Uzaklıklar (Adam, 2000), Elsa (Adam, 2000), Saat Farkı (Adam, 2002), Apollo Yılları (YKY, 2010), TK1980 (YKY, 2006), Ya Seyahat! (Notos, 2011), Gülümser Çocukluğum Ardımdan (Adam, 2000), Şiir Yahudilik Vesaire (Kanat, 2004), Kalpsiz Dünyanın Kalbi (Kanat, 2009), Bugün Pazar Yahudiler Azar (Kanat, 2006), Larda Yüzen Al Sancak (Kanat, 2007), Telgrafçiçeği (Toplu Şiirleri) (Everest, 2014), Ornitoloji (Everest, 2017), Sen Kalk da Ben Yatam (Everest, 2015), The Terrible Turk (Everest, 2016), Ailem ve Diğer Yahudiler (Everest, 2018), Türk’ün Hizmetçisi: Türkiye’de Azınlık Olmak (Everest, 2020), Dur Yolcu Dur ve İşe! İngiliz Edebiyatından Mizah Şiirleri (Derleyen ve çeviren) (Sözcükler, 2022).
İlk yorum yapan siz olun