Medeniyetler şehri unvanını sonuna kadar hak eden şehrimiz Hatay, dünyanın en eski yerleşim alanlarından biridir.
RÖPORTAJ: HANDE İPEKGİL
Şehrin tarihi M.Ö. 100.000’lere uzanıyor. Binlerce yıllık medeniyet eserlerini içinde saklayan ve koruyan kadim bir şehrimiz. Aynı zamanda da Türkiye sınırları içerisindeki en eski yerleşim yerlerinden biri. Üç büyük dinin buluşma noktası olan medeniyetler şehri Hatay hoşgörü, birlik ve beraberliğin de simgesi. “Medeniyetler şehri” olarak anılan ve birçok kültürel zenginliği barındıran Hatay, 6 Şubat’ta meydana gelen depremlerde en çok yıkıma uğrayan illerimizden biri oldu. Deprem sonrası basın mensubu arkadaşlarımızla gittiğimiz Hatay/ Antakya’da can kayıplarının yanı sıra tarihi-kültürel mirasın da yıkıldığını üzülerek gördük.
Ne yazık ki dünyanın en eski kiliselerinden biri olup camiye dönüştürülmüş, Müslümanlar için olduğu kadar Hristiyanlar için de önemli merkezler arasında yer alan tarihi Habibi Neccar Camii’den geriye sadece moloz yığını kalmıştı. Kentin önemli simgelerinden olan ve 16. yüzyılda Memlükler tarafından inşa edilen Ulu Cami, Musevi Havrası, Uzun Çarşı, Rum Ortodoks ve Antakya Protestan Kilisesi ve Hatay Meclis Binası yıkılmıştı. Sokaklarında dolaşırken kendinizi bir anda binlerce yıllık tarihe tanıklık ederken bulacağınız Antakya sokaklarında yürümeye devam ederken görebildiğimiz tek şey sağlı sollu enkazlardı. Kültürü, sanatı, edebiyatı, yemekleri, sosyal hayatı, doğal güzellikleri, gelenek ve görenekleri, mimari eserleriyle medeniyetler şehri Hatay maalesef yerle bir olmuştu.
Antakya tarih boyunca depremler yaşamış, sel baskınlarına uğramış, istila edilmiş, yakılmış, yağmalanmış ama her seferinde yeniden ayağa kalkmış. İnanıyorum ki Hatay ve diğer illerimiz de yeniden ayağa kalkacak.
Hatay neden önemli, Hatay’ın gizemli tarihinde neler var, Hatay’da kimler kutsal emanet arıyor gibi merak ettiğim tüm soruları kitaplarını severek okuduğum ve kendisinden pek çok şey öğrendiğim Araştırmacı Yazar/ Nükleer Enerji Mühendisi Erhan Altunay’a sordum. İyi okumalar.
-Hatay ve yöresini pek çok kez gidip görmüş, araştırmış biri olarak sizinle geçmişten günümüze Hatay’ı konuşalım istiyorum. Öncelikle, her yönden bakıldığında Hatay hem dünya için hem de Türkiye için büyük öneme sahip. Hatay’ın tarihinden biraz bahseder misiniz, Hatay tarihi boyunca nasıl değişimler geçirmiştir?
–Hatay’ın tarihini anlatmak aslında Anadolu’nun da Mezopotamya’nın da tarihine girmek demek bana göre. Paleolitik dönemden başlayan yerleşim izleri neolitik ve kalkolitik dönemlerde de devam etmiş; yani en eski dönemlerden beri burada insanlar yaşamış. Hatay, Anadolu’nun diğer yerleri gibi tunç çağı uygarlıkları açısından da çok zengin. Bölge Hitit ve Mısır arasında el değiştirdikten sonra yeniden Hitit egemenliğine girmiş ve sonunda M.Ö. 1200 yıllarında bugün Hatay’a adını verdiği düşünülen Sami kökenli Geç Hitit krallığı Hattena kurulmuştur; Hattena Hatay’ın özgün krallığı olmuş ve o dönem bütün halkları birleştirmiş, farklı kültürleri içinde barındırmıştır. İlginç değil mi; daha o zamanlardan Hatay’ın uygarlıkları birleştirici bir özelliği var.
Kısa dönemler Asur ve Urartu egemenliğinden sonra bölge Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın elinde geçmiş ve sonra da İskender’in eline geçti. Helenistik krallıklar zamanında MÖ 300’lerde Antakya’nın kurulduğu söylenir, daha önce kurulmuş olsa da bugüne kadar gelen ismini o zaman almıştır.
M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir.
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.
Her Anadolu şehri gibi Antakya da M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğuna katıldı; Roma dönemi Antakya için çok önemli bir olaya da sahne oldu. İlk Hristiyanlar Kudüs dışında ilk defa burada bir topluluk oldular ve yaygın deyişle “ilk kilise” burada kuruldu. Bu nedenden dolayı burası Hristiyanlık için büyük önem taşımaktadır. Zaten daha sonra da çok gelişmiş bir şehir olarak en önemli metropolitliklerden biri olmuştur.
Bizans ve Müslümanlar arasında el değiştiren şehir 1098-1268 yılları arasında da Haçlı egemenliğinde kalmış ve burada bir Haçlı krallığı var olmuştur.
Bundan sonra ise Türkler yerleşmeye başlamış ve Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı egemenliğine girmiştir. Sonrası da bir başka tarih.
Baktığımızda buranın baş döndürücü bir tarihi var. Kimler gelip kimler geçmiş diyor insan ama güzel olan her uygarlık bir iz bırakmış ve yaşatmış. Umarım deprem sonrası toparlanma döneminde de bu izler yok olmaz.
-Mustafa Kemal Atatürk, “Hatay benim şahsi meselemdir” ifadelerini neden kullandı? Bu şehri Türkiye topraklarına katabilmek onun için neden bu kadar önemliydi, bu süreçte neler yaşandı, Hatay ana vatana nasıl katıldı?
–Mustafa Kemal Atatürk büyük bir zekâ kuşkusuz; Hatay’ın Türkiye’ye katılması için hastalığına rağmen çok da uğraşmıştı. Kuşkusuz Atatürk stratejik ve siyasi önemini biliyordu bunun için çok uğraşmıştı ama Hatay her şeyin başında Kurtuluş Savaşı öncesi işgale uğramış ve işgalden kurtulamamış bir yerdi ve yeni Türkiye’de böyle bir yer olamazdı. Atatürk’ün Hatay’a olan ilgisi 1930’lardan çok öncedir; 15 Mart 1923 tarihinde Adana’ya gittiğinde karşısına bir Antakyalı kız çıkmış ve kendilerini kurtarmasını istemiştir, o zaman Mustafa Kemal Paşa “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” demiştir. Kırk asırlık demesi de ilginçtir, Türk Tarih Tezi’ni ilan etmeden yıllar önce Hatay konusunda bu teze paralele düşündüğü görülmektedir. Günümüzün kıymetini bilmek için gerçekten de işgal günlerini çok iyi bilmek gerek.
Biliyorsunuz İngiltere ve Fransa 19 Mayıs 1916’da Sykes-Picot Anlaşması diye bir anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmanın bir adı da Asia Minor yani Küçük Asya, daha doğrusu Anadolu anlaşması idi; bugün de etkisi süren bu anlaşma ile Osmanlı’dan kopacak toprakları paylaşan İngiltere ve Fransa Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmasını takip eden Kasım ayı başlarında Hatay, Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova bölgelerini işgal etmişlerdi. Buralarda hakimiyet kuran Fransızlar 27 Kasım 1918’de bir de İskenderun Sancağı’nı ya da Fransızcası ile Sandjak d’Alexandrette’i kurmuşlardı.
Şimdi burada bir duralım. Sancak dediğimiz yer neresi adı Osmanlıca olsa da Fransızların bugünkü Hatay’a verdikleri isim gibi düşünülebilir. Nüfusun çoğunluğunun Arap ve Türk olduğu bu bölgede Ermeni, Rum ve Yahudiler de yaşamaktaydı. Nüfusun böyle karmaşık olduğu bir yer Fransızların kontrolündeydi.
Kurtuluş Savaşı sırasında, özellikle de İstanbul’un işgali yüzünden İngiltere ile Fransa’nın ilişkileri kötüleşirken, Ankara ile Fransa ilişkileri de düzelmişti. İşte bu olumlu havada, 20 Ekim 1921‘de, Fransa ile Ankara Antlaşması imzalanmış, İskenderun Sancağı Suriye sınırları içinde kalmış olsa da Türklere ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu durum Lozan Anlaşması ile de devam etmiştir.
1936 yılında Fransa Suriye’ye bağımsızlık İskenderun Sancağı üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmişti. Bu durum Atatürk açısından kabul edilebilecek bir şey değildi. Sancağın Türkiye’ye bağlanmasını bekleyen Atatürk’ün neden bu durumu şahsi meselesi olarak gördüğünü çok iyi anlamak gerek; stratejik ve askeri önemi büyük bu Türk topraklarını bu kadar ucuza bırakmak olmazdı. Nitekim Atatürk, diplomasinin yetersiz kaldığı yerde askerî kuvvete başvurabileceğini hep ima etmişti. Ankara, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya resmî bir nota verdi ve Hatay’ın bağımsızlığını istedi. 1937’de Milletler Cemiyeti’nin Hatay’ın bağımsızlığını kabul etmesi ve seçimlerin yapılması ile 2 Eylül 1938’de bağımsız Hatay Devleti kurulmuş oldu. Tayfur Sökmen’in Cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek’in Başbakan olduğu bu devlet 29 Haziran 1939’da kendi iradesi ve Fransızların da kabulü ile Türkiye’ye katılmış oldu. 7 Temmuz 1939 tarihinde çıkarılan “Hatay Vilayeti Kurulmasına Dair Kanun” da bu durumu resmileştirdi. İskenderun Sancağı’na, “Sınırdaki Ay” anlamında Hatay ismini Atatürk’ün verdiği söylenir ama bence Atatürk bir Türk devleti kabul ettiği Hattena için bu ismi benimsemiş olabilir.
Burada Atatürk’ün diplomasi yeteneğine de hayran olmamak mümkün değildir.
Bu kararı kabul etmeyen tabii ki Suriye oldu. Ben uzun bir müddet Suriye’de kalmıştım, ilk dikkatimi çeken aradan yıllar geçse de Hatay’ın Suriye haritalarında, Suriye’ye ait gösterilmesi olmuştu. Suriye’nin bu amaçtan var geçtiğini düşünmüyorum o yüzden buradaki nüfus hareketleri ve özellikle de deprem sonrası yapılanma çok önemlidir.
-Türkiye’de son dönemlerde birbiri ardınca arkeolojik keşifler yapılmaya devam ediyor. Antakya’ da önemli emanetler olduğu söyleniyor, yapılan arkeolojik kazılar bu konuda çok önemli delilleri ortaya çıkarmış, bir kültür mozaiği olan Hatay ve çevresinde bugüne kadar neler bulundu, neler bulunabilir?
–Baktığımız zaman Hatay Hristiyanlık açısından büyük önem taşıyor, ilk önemi kuşkusuz daha önce de belirttiğimiz gibi ilk Hristiyanlık topluluklarının burada olması, ilk kilisenin burada kurulduğunun kabul edilmesi. Ancak buranın bir önemi daha var, Hemen Hatay yakınlarında İdlip’te eski Ebla kenti vardı. Ebla’da bulunana tabletlerde ise, Tevrat içinde bulunan isimlere rastlanmıştır.
Tarihin böyle olduğu bir yerde özellikle ilk Hristiyanlara ait eşya ve emanetlerin var olması buraya ayrı bir önem verilmesini sağlamıştır.
Hatay’da zengin bir arkeolojik buluntu çeşitliliğinin yanı sıra civar kültürlere ait çok önemli bulgular bulunmuştur. Zaman içinde Elba kültürüne yakın tablet, ilk Hristiyanlık ile ilgili emanet ve Haçlı dönemine ait eşyanın bulunması da şaşırtıcı olmaz.
-Binlerce yıllık geçmişe sahip, 13 medeniyete ev sahipliği yapmış, bütün dinleri barış içinde bir arada barındıran Hatay tüm dünyaya örnek olmuş bir şehrimiz. Yüzyıllardır yöre halkı birlik, beraberlik ve barış içinde yaşıyor. Sizce bunu nasıl başarıyorlar, gözlemleriniz neler?
–Biraz önce de belirttiğim gibi, Hatay’da tarihsel olarak çok önemli bir “bir arada yaşama” kültürü var. Baktığımız zaman Hattena Krallığında bile birçok farklı unsur birleşmiş bir devlet olmuşlar. Aslında Anadolu da böyle bir coğrafyadır, içinde birçok farklılığı uyum içinde barındırır.
Ne yazık ki, siyasi olarak bu farklılıklar her zaman bazı mihraklar tarafından çeşitli şekillerde ortaya konmuş, insanlar arasında yapay ayrılıklar yaratılmıştır. Örneğin İstanbul’da yüzyıllardır bir arada yaşayan Rum ve Ermeni halkları bir anda düşman olmuş ve bu süreç İstanbul’un bütün renklerini kaybetmesi ile sonuçlanmıştır. Hatay ise bu hoşgörü ortamını daha canlı tutmuş ve bu şekilde temiz kalmıştır.
Deprem sonrası da yapay anlaşmazlıklar çıkartılmadan, bu ortamın süreceğini umuyorum.
-Hatay’ın özellikle Antakya’nın sizin çok özel yerlerden biri olduğunu biliyorum. Bu yüzden yaşanan depremin sizde yaşattığı etkisini de merak ediyorum?
–Hatay’a ben defalarca geldim, gezdim, kültürü hakkında çalışmalar yaptım, bazı özel bölgelerinde araştırmalar yaptım. İnsan ister istemez bu şekilde şehirlerle gönül bağı kuruyor ve kendini oralı hissediyor. Hatay da benim için öyleydi. Deprem ne yazık ki insanlarımızı, tarihi eserlerimizi ve şehrimizi aldı götürdü. İnsan bu ani yokluğun karşısında çaresizliği ve anlamsızlığı daha çok hissediyor. Hatay’ın yeniden toparlanacağını biliyorum, pastanesinden ibadethanesine yeniden Hatay olacağına inancım sonsuz ancak bu olurken de dokuyu bozmamak, beton vandalizminin tuzaklarına düşmemek gerek.
-Depremde yaşadığımız can kayıplarına canımız yanarken, kentin önemli eserleri arasındaki bazı cami, kilise ve sinagoglar yıkılırken, kimi tarihi yapılar ise sarsıntıları az hasarla ya da hasarsız atlattığını gördük. Bu kadim, bu sihirli topraklar da bundan sonra neler olacak sizce?
–Hatay/Antakya en az 7 8 deprem görmüş bir şehir, defalarca yıkılmış, yeniden inşa edilmiş. İnsanlar her zaman kendi dönemlerinin hassasiyeti ile davranmışlar ve kutsallar bugüne kadar yaşamış. Bu sefer de aynı hassasiyetin gösterilmesi gerek. Kapitalizmin her şeyi homojenleştiren ve betona tapan kültürünün bu bölgede tarihi geçmişi ve dokuyu yok etmesi bir uygarlığın yok olması demek. Gönül ister ki, bu riskli bölge yerine farklı bir bölgede yerleşim olsun, tarihi eserler kalsın ve eski yerleşim bölgesi daha çok arkeolojik kazılarla bir arkeopark görünümü alsın. Biliyoruz ki eski yerleşimin olduğu yerde eski yapılar bir arkeolojik değer olarak duruyor ve çok sayıda turist çekebilecek durumda.
Burada tabii çok farklı bir dezenformasyon devreye giriyor ve bası kişiler görsel ve sosyal medyada arkeoloji bilimini hiçe sayarak, bu arkeolojik değerlerin ortaya çıkarılmasını bir ulusal güvenlik tehdidi gibi lanse ediyorlar. Bu tür yayınları dinleyenlerin bu tür bilgi çarpıtmalarına karşı uyanık olması ve bir ülkenin arkeolojik zenginliğinin önemini unutmaması gerek.
-Bu arada siz yaşanan sosyal medya dezenformasyonuna çok dikkat ediyor, doğru bilgiye önem veriyor, bu konuda sıklıkla uyarılarda buluyorsunuz. Afet zamanı ve sonrasında sosyal medyada çok sayıda bilgi kirliliğine, yanlış ve kötücül amaçla sosyal medya kullanımına da şahit olduk. Bu konuda neler söylersiniz, uyarılarınız neler?
–Günümüzde bazı televizyon kanallarının sansasyonel konuk arayışı ve bazı sosyal medya sitelerinin tıklanma karşılığı ücret ödemesi, bu yollara ilgi duyan bilgisiz kişilerin de seslerini geniş kitlelere duyurmasını sağladı. Bu tür kişiler bilgi eksikliklerini sansasyonel ve zaman zaman da akıldışı söylemlerle kapatmaya çalıştılar. Öte yandan pandemi ve deprem gibi felaket zamanlarının genel karakteristiği olarak insanların hurafelere ve sıra dışı bilgilere yönelmesi bu tür kişilerin popülaritesini arttırdı.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak da ortam büyük bir bilgi kirliliği ile doldu. Her türlü bilimsel düşünceyi hiçe sayan söylemler, mitolojiyi katleden açıklamalar sosyal medya kanallarını ve hatta televizyon programlarını kapladı. Göbeklitepe’yi uzaylıların laboratuvar olarak yaptığından, gelen bir gemi ile yapay deprem yaratıldığına kadar her türlü söylem ortalarda dolaşıyor.
-HAARP bu süreçte çok konuşuldu. HAARP’ın yapabilecekleri İklimleri değiştirmek, suni deprem yaratabilmek, insan bilincini kontrol edebilmek, se ve kuraklık oluşturabilme olarak sıralanmış. Sizden de dinlemek isterim HAARP nedir, ne işe yarar, HAARP teknolojisi ile deprem üretilir mi?
–Bu büyük bilgi kirliliği içinde hakkında en çok dezenformasyona maruz kalan konu HAARP. HAARP aslında atmosferin bir tabakası olan iyonosferin özelliklerini ve davranışlarını araştırmak ve buradan radyo iletişimini iyileştirmek için başlayan bir proje. Fizik bilimi açısından kullandığı frekansların ve enerji seviyesinin yer kabuğu hareketlerine neden olması ya da iklimi değiştirmesi olanaksız. Ancak fizik bilmeyen birçok kişi hiçbir somut veriye dayanmadan HAARP hakkında büyük bir bilgi kirliliği yarattılar. İşin ilginç yanı atıfta bulundukları bazı makaleleri de okudum, çoğu depremden söz etmiyordu, eden bir tanesi de çok destek görmeyen, bence dikkate alınmaması gereken bir teoriye atıfta bulunuyordu.
Aynı şekilde bir zamanlar 5G teknolojisinin de bilinç kontrolü yaptığı, virüs ürettiği de söylenmişti. Bu da aynı şekilde asılsız ve bilimsel dayanağı olmayan söylemlerdi.
Son olarak diyebilirim ki, bu büyük dezenformasyon sürecinde birileri sizin merakınızı kullanarak sosyal medyadan para kazanıyor ve arkalarında büyük bir bilgi kirliliği bırakıyor.
İlk yorum yapan siz olun