Nuray Sancar, Emekçinin Kitaplığına bu hafta Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanına dair yazdı.
Nuray SANCAR
Antakya’nın Suriye sınırı yakınında bulunan, Ermeni köyleriyle çevrili bir yerdi Musa Dağı. 1915 yılına kadar bu köylerde sessiz sedasız yaşayan halk, Osmanlı İmparatorluğu’nu içine çeken tarihsel olayların, büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlerin ortasında kendisini zorlu bir eşikte bulmuştu. Gecikmiş kapitalizmin hırslı Türk burjuvalarını temsil eden İttihat Terakki’nin, zamanı kendi lehine çevirmek için çıktığı çılgın koşu, dünyanın ateşten tarihinde cereyan etmekteydi. O hırs, paşaların başını yemeden önce dokunduğu her yeri ve herkesi tahrip edecekti.
Alman Yazar Franz Werfel’in romanı tam da böyle bir zamandan Ermenileri ilgilendiren bir kesittir. Sayısız mensubunu tehcirde kaybeden Ermeni halkının hazin ama yürekli öykülerinden birini anlatır Musa Dağda 40 Gün.
Romanın başında, Paris, Londra ve New York’ta şubeleri olan bir ticarethane kurucusu, Ermeni burjuva Avedis, kardeşi Gabriel Bagratyan’ı İstanbul’a çağırmaktadır. Çünkü Avedis ağır hastadır ve son defa görmek istediği kardeşinin şirketi devralmasını istemektedir. Çok zaman önce Avrupa’ya yerleşen ailenin küçük oğlu Gabriel, eşi Fransız Juliette ve oğulları Stepan, ağabeylerinin kazancına borçlu oldukları konforlu hayatlarını bırakarak İstanbul’a geldiklerinde Avedis’i bulamazlar; İstanbul’un havası ona iyi gelmediği için doktorları tarafından Lübnan’a gönderilmiştir.
Avedis’in peşinden Beyrut Limanına çıktıklarında Bagratyanlar Balkanlar ve Galiçya’daki ilk çarpışmalarla Birinci Dünya Savaşı da başlamıştır. Fransa’ya dönüş mümkün değildir artık. Bir süre Beyrut’ta kaldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu Fransa ile karşı cephelerde yer aldığı için eve dönmek, dönülse bile savaştaki bir ülkede kalmak güvenli olmayabileceğinden Musa Dağ’ın eteğinde bulunan Yoğunoluk köyüne, baba evine geçmek zorunda kalır aile. Avedis de ölmüştür artık.
Bu zorunlu konaklama; Fransa’da Sorbon’da okumuş, 1908 Devrimi sırasında Jön Türklerin yurt dışı örgütüne katılmış, 1907 Kongresi delegesi, Taşnak Partisi üyesi, felsefeyle meşgul, Bilim İnsanı Gabriel’i ve eşi Juliette’i hayal bile edemeyecekleri gelişmelerle yüzleştirir.
ADIM ADIM YAKLAŞAN
Ermeni köyünde günlük hayatlarını sürdürürken unuttuğu dilini yeniden keşfeden Gabriel, yeni öğrenen oğul Stepan ve yöreye alışmaya çalışan Juliette için, ne zaman biteceğini bilmedikleri bu ‘geçici’ yerleşim, Franz Wertfel’in olağanüstü anlatısında son derece canlı bir tablodur. Köyün ileri gelenleri ve yoksul sakinleri, orada tıpkı Bagratyanlar gibi takılıp kalmış yabancılar, Gabriellerin evine sığınmış tehcirden kaçan bir aile… yaklaşmakta olanın tedirginliği içindedirler.
Bu arada İstanbul’daki Ermeni aydınların tutuklanması ve Gaziantep bölgesinden Der Zor’a doğru sürgünlerin başlamasıyla ilgili haberler de gelmeye başlamıştır. Bir gün Bagratyanların kimlik ve pasaportlarını teslim etmesi istendiğinde bile, her kötü duruma iyimser bir mazeret bulmaya hazır insan zihni için bunun da makul bir gerekçesi vardır: Asker kaçaklarına karşı bir önlem olabilir. Ya da diğer Ermenilerin başına gelenin kendilerinin başına gelmeyeceğini düşünmeyi tercih etmek gibi.
Olan bitenin ilk farkına varan Gabriel’dir yine de. Karısını ve oğlunu güvenli bölgeye taşımaya harcadığı çabanın bir karşılığı olmaz, tehlike her yerdedir. Günlerce at sırtında köy köy dolaşan, Musa Dağı adım adım tarayan, stratejik haritalar çizen Gabriel bu kıskaçtan çıkış için bir yol arar durur. Onun soyut düşünmeye yatkın kafası bir zamanlar üniformasını giydiği Osmanlı ordusundan edindiği askeri yetenekle birleştiğinden bir plan yapmakta zorlanmaz.
ÇÖLE DOĞRU YALIN AYAK
Bu arada Ermeni kilisesinin ruhani liderinin İstanbul’daki İttihat Terakki paşalarıyla yaptığı görüşmelerden de bir sonuç alınamamıştır. Kısa zamanda biteceği öngörülmesine rağmen bir yılı doldurmuş olan ve daha ne kadar süreceği de belli olmayan Birinci Dünya Savaşı’nın ateşi içinde Talat ve Enver Paşaların yönetimindeki parti iktidarı Ermenileri Osmanlı topraklarından sürmeye kararlıdır.
Peki neden?
Frantz Werfel bunun başlıca nedeninin gelişmiş Ermeni iktisadı olduğunu yazar. Doğuda hayvancılık ve tarım, batıda sanayi, kuyumculuk, ticaret, bankacılık vb. birçok alanda Ermeni tüccar ve burjuvalar Osmanlı iktisadının kilit noktalarında bulunurlar. Ermenilerin Anadolu’dan gönderilmesi İttihat Terakki gericiliği tarafından temsil edilen Türk burjuvazisinin sermaye birikimini güçlendirmeye yarayacaktır. Bir de Müslüman Türk milliyetçiliğini güçlendirerek ulusal birliği sağlamaya.
Nitekim tehcir yolculuğuna çıkarılan Ermeniler yanlarına sadece taşıyabilecekleri kadar yük alabileceklerdir. Evleri, eşyaları ve tüm maddi varlıkları geride kalır. Uzun yolculuğa yaya çıkarılan Ermeni kafileleri güçsüz ve hasta olanların ayıklanmasıyla başlangıçtakinden daha az nüfusla hedefe doğru giderler. Yağma, talan, şiddet altında ülkelerini terk etmek zorundadırlar. Çünkü emir yüksek paşalarındır!
DİRENİŞİN HARİTASI
Musa Dağlı köylülerin önünde iki seçenek vardır; ya direnecekler ya da uysal bir kuzu gibi tehcire rıza göstereceklerdir. Bir kısmı direnmeyi bir kısmı tehciri tercih eder. Bagratyan’ın ve arkadaşlarının örgütlediği direniş büyük bütün gerekli malzemelerin Musa Dağ’a çıkarılmasıyla başlar. Gabriel’in zaman içinde oluşturduğu harita zaten direniş mevzilerini, lojistik alanları, nöbet yerlerini, dağı kale gibi saracak olan istihkamı önceden hazırlamıştır.
Bütün erzağın, yiyeceklerin, lüzumlu eşyaların topluluğun ortak malı olduğu bir komündür dağ artık. Oradaki hayatın bir disiplin içinde geçmesi için çadırlara kurulu okullarda öğretmenler ders vermeye devam eder. Geleneksel ve kutsal Ermeni yemekleri yapılıp dağıtılır, kilise törenleri devam eder, kampta kalan herkesin tanımlanmış görevi, vardiyaları, nöbet değişimleri vardır. Özel mülkiyet alışkanlıklarından vazgeçerek varını yoğunu topluluğun ayakta kalmasına hasretmek de bıçak sırtındaki hayatın dayattığı bir zorunluluktur.
***
Musa Dağ köylülerinin direnişi, hayatta kalanların hatıraları ve bölgeden toplanan kanıtlarla Werfel tarafından yeniden canlandırıldı. Yazar kitabı yayımlandıktan bir süre sonra, romanında anlattığı felaketin bir benzerini bizzat yaşayacaktır Almanya’da. Sürgünlerin arasına onu da dahil eden faşizm döneminden bize kalan, kitapları oldu. Roman filme de alındı. Böyle insanlık trajedileri “bir daha asla” yaşanmasın diye okumak, izlemek, hafızayı tazelemek şarttır.
İlk yorum yapan siz olun