Alper Eliçin
Bölüm 2: Gedikpaşa-Kumkapı-Kadırga
Geçen hafta yazımı Gedikpaşa’daki Tiyatro Caddesi’nde bırakmıştım. Kaldığım yerden devam ediyorum.
Gedikpaşa da İstanbul’un en kadim semtlerinden biridir. Güneyinde Kumkapı, kuzeyinde Beyazıt, batısında Yenikapı, doğusunda ise Kadırga semtleri yer alır. Semt adını Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı ve donanma komutanı Gedik Ahmet Paşa’dan alıyor. Gedik Ahmat Paşa’nin bu semtte yaptırdığı külliye bugün artık maalesef yok. Zaman içerisinde yok olup gitmiş.
15 ve 16. Yüzyıllarda, semt ahalisinin çoğunluğunu Rumlar ve Ermeniler oluştururmuş. Ermenilerin Fatih Sultan Mehmet tarafından, olası bir Rum isyanına karşı bir denge unsuru oluşturmaları için, Bursa’dan getirtildiğine dair bir değerlendirme var. Bir başka anlatıya göre ise, Ermeniler 17. yüzyıl Celali isyanları sırasında Anadolu’dan kaçarak bu bölgeye yerleşmişler. Belki de iki anlatı da doğrudur ve değişik zamanlarda yaşanmıştır.
Gedikpaşa, bitişik nizam ahşap evlerden oluştuğundan, pek çok büyük yangın geçirmiş. Zaten o dönemlerde yangın İstanbullu’nun korkulu rüyasıymış.
Konunun uzmanı değilim ama, bence İstanbul’un tarihi, yapılaşma açısından üçe ayrılabilir. Özellikle Doğu Roma döneminde taş yapıların ağırlıklı olduğu kent, yine Doğu Roma ve Osmanlı dönemlerinde yaşadığı şiddetli depremler nedeniyle, 17.-19. yüzyıl arasında bitişik düzende ahşap bir mimariyle adeta yeniden inşa edilmiş. Ancak, bu kez de büyük yangınlarla mücadele etmek zorunda kalmış.
Anneannem, çocukluğunda annesiyle bir misafirlikteyken yangın haberi aldıklarını, Fatih’teki evlerine döndüklerinde ne evi, ne de mahalleyi bulabildiklerini, devletin yer göstermesi sonucu Laleli’ye taşındıklarını anlatırdı. Ortaokul ve lisedeki tarih hocam Cahide Hanım da, ahşap evlerin tahtalarını birleştiren çivilerin, yangınlarda ısınma sonucu genleşerek yüzlerce metre uzağa kurşun gibi fırladığını, başka semtlerdeki evlerin çatılarını tutuşturduğunu ve bu şekilde yangınların kentin değişik bölgelere yayıldığını anlatırdı.
Üçüncü dönem diye tanımlayabileceğimiz günümüzde ise, kent bir beton yığınına dönüşmüş durumda ve şiddetli bir depremi hazırlıksız olarak beklemekte. Bu nedenle, kentin bu eski mahallelerinde dolaşırken, zaman zaman ölümcül bir hastalığı olan bir akrabamı son kez ziyaret ediyormuşum hissine kapıldım ve üstüme bir hüzün çöktü.
Gedikpaşa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda tiyatronun doğuş ve gelişiminde de önemli bir yeri olmuş. İstanbul’da Türk asıllı oyuncuların sahneye çıktığı Gedikpaşa Tiyatrosu (Tiyatro-i Osman) sayesinde kültürel bakımdan canlı bir yöre olmuş. Güllü Agop tarafından 1859’da inşa edilen bu tiyatro, 1884’te, yani Sultan II.Abdülhamit döneminde, özgürlükçü fikirleri gündeme getiren piyesler de sahneye konulduğundan, bir gecede yıktırılmış. Bulunduğu sokak ise, Cumhuriyet’in ilanından sonra, Tiyatro Caddesi olarak anılmaya başlamış. İşte Beyazıt’tan Kumkapı’ya doğru indiğimiz yokuş bu meşhur Tiyatro Caddesi’ydi.
Gedikpaşa’nın bir başka özelliği ise, binlerce Ermeni ve Rum kunduracının bu bölgede zanaatlarını icra etmesiymiş. 1960’larda bu işi Müslüman ustalar devralmış. Ancak, kunduracılık bir türlü zanaatkarlıktan sanayileşmeye geçemediğinden, günümüzde Vietnam, Kamboçya ve Çin’den ithal ayakkabılar ile yaşamımızı devam ettiriyoruz.
Tiyatro Caddesi’nin Marmara’ya bakan doğu ucu Kumkapı. Kumkapı’yı İstanbullular ve İstanbul’a gelen turistler, balık restoranları ve meyhanelerinden bilirler.
Ancak, Kumkapı’nın tarihi de ilginçtir. Adını aldığı Kum Kapısı, Yedikule’den doğuya, Ahırkapı yönünde ilerlendiğinde, deniz surlarındaki beşinci kapıymış. Yakın dönemlere değin bu semtte de yoğun olarak Ermeni kökenli vatandaşlarımız yaşarmış. Ayrıca İstanbul Ermeni Patrikhanesi de bu semtte.
İstanbul Nişantaşı British High School’da öğrencisi olup, daha sonra Ermeni patriği olan ve 2019’da vefat eden II. Mesrob Mutafyan’ı teyzem çok ender de olsa patrikhanede ziyaret eder, hocası olarak büyük hürmet görürdü.
Teyzemin bir diğer tanınmış öğrencisi ise Hrant Dink olmuş. 1678’de kurulan bir Ermeni ruhban okulu olan Üsküdar-Bağlarbaşı’ndaki Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde okuyan Dink’in çok zeki bir öğrenci olduğunu sık sık dile getiren teyzem, öldürülmesine çok üzülmüştü. O zaman 84 yaşında olmasına rağmen, kalabalıkta ezilme riskini de göze alarak cenazesine gittiğini hatırlıyorum.
Kumkapı’dan sonra doğu yönünde, Kadırga’ya doğru yürümeye devam ettik. Biraz sonra yolun sol tarafında Aya Kiryaki Rum Ortodoks Kilisesi belirdi. İlk yapımı 1730’muş. Bugünkü yapı ise 1894’ten kalma. Kilise Roma döneminde paganlığı bırakıp Hıristiyan olan, bu nedenle de topluca öldürülen zengin bir ailenin kızı olan Azize Kiryaki adına inşa edilmiş.
Bu semtlerde pek çok Ermeni ve Rum kilisesi daha var. İncelemek için ara sokaklara dalmanız ve bol zaman harcamanız gerekiyor. Biz ise Kadırga Limanı Caddesi boyunca yürüyüşümüze devam ettik ve Kadırga semtinin merkezi olan Kadırga Meydanı’na ulaştık.
Kadırga Meydanı eskiden Marmara Denizi’nin bir parçasıymış. Burada Doğu Roma İmparatorluğu’nun en eski limanlarından biri yer alıyormuş. Ancak, zamanla kullanılamaz hale gelmiş olacak ki doldurularak meydana dönüştürülmüş. Meydanın kuzeydoğu ucunda Sokollu Mehmet Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırttığı ve 1571’de yapımı biten cami, medrese ve tekkeden oluşan bir külliye yer alıyor.
Meydanın doğusunda, Sultan Selim tarafından oğlu adına yaptırılan bir çeşme ve Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan bir karakol binası var. II. Beyazıt zamanında, vezirlerinden biri tarafından yaptırılan Kadırga Hamamı ise bugün hala faal ve ağırlıklı olarak yabancı turistlere hizmet veriyor.
Meydanın çevresinde Ali Ağa Camii ve bir sıbyan mektebi de bulunuyor. Kadırga Parkı olarak da anılan meydanın ortasında ise III. Ahmet’in kızı Esma Sultan tarafından yaptırılan bir çeşme ve üstünde merdivenle çıkılan bir namazgah bulunuyor. Yani meydanın dört tarafı, hatta ortası, tarihi eserlerle dolu ve ne yazık ki pek çok İstanbullu’nun tanımadığı, bilmediği bir yer.
Kadırga’da görülecek yerler bunlarla da bitmiyor. Tüm bu anlattıklarımdan daha önemli bir tarihi eser ise Küçük Ayasofya Camii. Doğu Roma İmparatoru 1. Jüstinyen ve karısı Theodora tarafından 527-536 yılları arasında yaptırılmış. II. Beyazıt zamanında camiye dönüştürülmüş. Bu ikili haftaya değineceğim Nika isyanının hedefi olan imparator ve imparatoriçe.
Ancak, bu dönüştürme işlemini yapan haremin en kıdemli kişisi, yani Dar-üs-saade Hüseyin Ağa’nın yaşamı talihsiz bir şekilde sona ermiş. Vergi yolsuzluğuyla suçlanan Hüseyin Ağa’nın II.Beyazıt kellesini istemiş. Vergi yolsuzluğu ne kadar doğru ne kadar harem entrikası bilinmiyor. Bostancılar kellesini kesmeye kalkınca, caminin içerisine kaçmış ama sonunda yakalanıp, caminin avlusunda kafası kesilmiş. Rivayete göre, bostancıların şaşkın bakışları arasında kesilen kellesini koltuğunun altına alıp bir süre yürüdükten sonra yığılıp kalmış. Mezarı da hemen yığıldığı yere yapılmış. Mirasçıları bugünlerde lehlerine sonuçlanan bir miras davası nedeniyle gündemde.
Bölgede Sultanahmet’in hemen altında sahile kadar uzanan, erişimi pek kolay olmayan Bukoleon Sarayı’nın kalıntıları da var. Sahil yolundan ön cephesi kısmen görünen bu sarayın sahildeki bazı iç bölümleri Osmanlı döneminde Sirkeci Garı’na demiryolu getirilirken yıkılmış. Bir diğer bölümü ise sahil yolu yapılırken yine Menderes’in gazabına uğramış. Ana gövdenin temelleri de Sultanahmet Cami’nin altında kalmış. 1600 yıllık olan sarayın geriye kalan kısmı şimdi İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore ediliyor ve 2023 sonunda bir açık hava müzesi olarak açılması bekleniyor. Ancak çok merak edenler için bir de not düşeyim; çalışmalar esnasında da, ayda bir kez İBB rehberli turlarla burayı ziyaret etmenize olanak tanınıyor.
Kadırga’dan Sultanahmet’e doğru yürümeye devam edip, son rampaya geldiğimizde, oval mimarisiyle ilginç bir yapıyla karşılaştık. Bu yapının adı Sphendon Duvarı…
Yukarıdaki temsili resimde at nalı şeklinde görünen hipodromun en dip noktası burası.
Bildiğiniz gibi, Osmanlı döneminde At Meydanı olarak anılan, bugün ise Sultanahmet Meydanı olarak adlandırdığımız yer, Doğu Roma’nın hipodromuymuş. Zamanla yıkılmış ve büyük oranda da toprak altında kalmış. Hipodrom inşa edilirken, alanın bir bölümü tam düz olmadığından güneybatı ucuna bir duvar inşa edilmiş ve eğim toprakla doldurularak düzlenmiş. Yirmi beş adet hücreden oluşan ve tonozlarla örtülü bu yapı, bugün hala ortada ve günün birinde restore edilmeyi bekliyor.
Osmanlı döneminde yapının üzerine İstanbul’un ilk sergi binası inşa edilmiş. Daha sonra İstanbul İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi olarak kullanılan bina bugün Marmara Üniversitesi’nin İşletme Fakültesi tarafından kullanılıyor.
Rampayı çıktıktan sonra, Sultanahmet Camii’nin arkasındaki Arasta’yı ve ortasından girilen, yine pek çok İstanbullu’nun bilmediği, Mozaik Müzesi’ni görmeye karar verdik. Ancak, sabahtan beri aralıksız yürüdüğümüzden ve sonunda bir yokuş da çıkmış olduğumuzdan, biraz dinlenme ihtiyacı hissettik. Dar bir sokakta bizden başka kimsenin olmadığı bir mekanda dışarıda oturarak dört çay ısmarladık. Çaylar, Ajda adı da verilen, ince belli biraz irice bardaklarla geldi. Sıra borcumuzu ödemeye geldiğinde çay başına 35 TL ücret istendi. Faturayı getiren de pişkin pişkin sırıtarak ‘vallahi bizde fiyat bu’ dedi.
Sonuç: Sultanahmet civarında Fatih Belediyesi’nin sosyal tesisleri veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Beltur Café’leri dışında su bile almayın. Çay, Fatih Belediyesi Sosyal Tesisleri’nde 10, Beltur’larda 8 TL. (Mart 2023 itibarıyla) Tabii taksiye filan da binmeye kalkmayın. Gerçi Türkçe konuştuğunuzu duyunca, büyük bir olasılıkla zaten onlar da sizi almayacaklardır.
(devamı haftaya)
İlk yorum yapan siz olun