İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Öncelik toplumların hayatlarına destek olmak olmalı’ -nehna

Muteber Yılmazcan Simonetti dört dönemdir Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi Genel Koordinatörlüğünü yürütüyor. Yakın zamanda aralarında depremde kaybettiğimizi Antakya Yahudi Toplumu lideri Şaul Cenudioğlu’nun da olduğu birçok otokton azınlık toplumunun liderleriyle yaptığı röportajların yer aldığı “Az” adlı kitabı yayınlandı. Kendisiyle yeni kitabı, azınlık toplumlarının sorunları ve deprem sonrası bu sorunların nereye evrildiği konusunda söyleştik.

Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu

Muteber sen de Mersinlisin. Mersin’de yıkım olmasa da Mersin hem depremden hem de deprem sonrası süreçten oldukça etkilenmiş bir şehir. Sen depremi nasıl haber aldın? Ailen etkilendi mi?

Evet Anna, aynı şehirde doğup büyümüşüz seninle…

Benim küçük bebeğim olduğu için geceleri haliyle sık sık uyanıyorum. Dolayısıyla deprem haberi bana anında sabahın o saatinde ulaştı ama hiç kimse gibi ben de o an işin ciddiyetinin boyutlarını anlamamıştım. Yine de o saatte Mersin’deki akrabalarıma, yakın arkadaşlarıma, Hatay’daki, Mardin-Midyat’taki tüm vakıf başkanlarımıza ve cemaatlerden dostlarıma, Adıyaman’daki metropolitliğe, kısacası depremi hisseden bölgelerdeki tüm tanıdığım insanlara anında mesaj attım. Ertesi gün işin vahametinin boyutlarını idrak etmeye başladım. Mersin’de yıkım olmamıştı ama çok büyük korku vardı. Hatay’da mesajımın ulaştığı dostlardan gelen haberler ise beni İstanbul’da alarma geçirdi çünkü o noktada hala ne sosyal medyaya ne basına tablonun acı boyutu yansımamıştı.

Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisinin Genel Koordinatörlüğü görevini uzun yıllardır sürdürüyorsun. Öncelikle bilmeyen okuyucularımız için Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi nedir bize kısaca anlatabilir misin?

2008’de çıkan Vakıflar Kanunu hükmünce Cemaat Vakıfları üç yılda bir olmak üzere vakıflarını Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Meclisi’nde meclis üyesi olarak temsil etmesi üzerine bir temsilci seçiyor. Bu görevi cemaatler arasındaki centilmenlik anlaşması gereğince en çok vakfı olan Rum cemaatinden başlayarak Ermeni, Yahudi cemaatlerinden seçilen temsilciler yürüttüler. Şu anda da Süryani cemaatinden seçilen temsilcimiz bu meşakkatli görevi yürütüyor. Ben ise ilk temsilciden bugüne çalışmaktayım.

Muteber Yılmazcan, Cemaat Vakıfları Temsilcisi Can Ustabaşı ve Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Fadi Hurigil’le birlikte Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, 2021
Görevin sebebiyle birçok vakıf başkanıyla da uzun yıllardır temastasın. Deprem haberi geldiğinde onlarla hemen temas kurabildiniz mi? Cemaat Vakıfları ofisinin bu konuda temasları oldu mu depremin ilk günlerinde?

Evet, elbette ki! Dediğim gibi ben sabahın o saatinde beklemeksizin hemen herkese yazdım. Oradakilere nasıl olduklarını sordum, buradakileri duruma dair bilgilendirdim. İstanbul başkanlarımızın olduğu whatsapp grubunda hızla ‘nasıl yardımcı olabiliriz’ konuşulmaya başlandı. Her cemaat ayrı ayrı hızla yardımlarını organize ederek gerçekleştirdiler. Depremden sonraki birkaç gün tahmin edemeyeceğin bir telefon trafiğim oldu. Sabahtan akşama kadar onlarca kişiyle telefondaydım. Gerçekten herkes canla başla çalıştı.

Son kitabın cemaat vakıf başkanlarıyla görüşmelerden oluşuyor. Aslında sen bu liderlerle uzun yıllardır temastasın. Depremde Antakya Yahudi cemaat başkanı Şaul Cenudioğlu’nu ve eşini kaybettiğimizi düşündüğümüzde burada gerçekleştirdiğin röportajlar da tarihe bir not niteliğinde. Öncelikle bu kitap fikrinin nasıl ortaya çıktığını sorayım? Hangi tarihler arasında yaptın röportajları?

Kitabı bu vesileyle konuşacağım hiç aklıma gelmezdi. Beni bu hadise o kadar yaraladı ki Anna! Şaul Başkan gerçekten çok kıymetli bir insandı. Hatay’daki o kadim toplumların geleceğini düşününce kalbim ayrıca bir acıyor…

Söyleşileri 2021’de pandemi döneminde online olarak yaptık. Çok saygı duyduğum bazı cemaat büyüklerimiz tarafından bana sık sık Rum’undan, Gürcü’süne tüm bu kadim toplumlarla eşit seviyede yakınlığa sahip birkaç kişiden biri olduğum hatırlatılır olmuştu. 2020 yılı Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi yıllık raporu için birtakım vakıf başkanlarımızdan pandemi dönemine dair mülakatlar istemiştik. Bana gönderilen bu mülakatlar bende bu kitap fikrini oluşturdu. Türkiye’nin azınlık olarak adlandırılan toplumlarıyla ilgili birçok muteber çalışma mevcut ama tüm toplumların ileri gelen yöneticilerinin bir arada olduğu, kendilerini kendi ağızlarından anlattıkları herhangi bir çalışma bulunmuyor. Dolayısıyla, “Neden tarihlerini, yaşadıklarını, güncel durumlarını vs. kendi sözleriyle yazıya dökmüyoruz?” diye düşündüm ve bu fikrimi o dönemin temsilcisi ve önceki dönemler temsilcilerimizle paylaştım. Hepsi her zaman olduğu gibi beni kuvvetle desteklediler. Böylece bende bu işe giriştim ve ortaya senin de ifade ettiğin gibi tarihe not niteliğinde bir çalışma çıktı. Elbette ki bu çalışmayı değerli kılan ben değil, söyleşi yapmayı kabul eden, sorulara samimiyetle cevap veren başkanlarımız ve vakıf yöneticileridir. Zaten sanıyorum İlber Ortaylı Hoca’nın da büyük bir jest yaparak kitaba sunuş yazma nezaketini göstermesi bundandır.

Her ne kadar görevin de olsa özellikle bazı vakıf başkanlarıyla konuşmak, onları açık bir şekilde sorunlarına dair konuşturmak kolay değil. Tabii bu durumu yaşadığımız coğrafya ve azlıkları düşünüldüğünde anlayabiliyorum ama röportajlar sırasında zorluk yaşadığın liderler oldu mu?

Hiç! Söyleşiler boyunca tek bir kişiyle bile en ufak bir soruda tıkanıklık yaşamadım. Beni de zaten en çok mutlu eden husus bu oldu. Demek ki gerçekten yıllardır çalıştığım ve çok değer verdiğim bu isimlerin güvenini sağlamışım. Hiçbir soruyu sorarken, “Ya acaba beni yanlış anlar mı?” diye düşünmek durumunda kalmadığım gibi hiçbir cevapta da genel geçer ve yuvarlama bir yanıt almadım.

Hatta ve hatta karşılıklı güven o dereceydi ki söyleşileri yazıya döktükten sonra kendilerinden teyit almak için mail atacağımı söylediğimde birçoğu gerek olmadığını söyledi. Ama tabi ben yine de hepsiyle teyitleştikten sonra kitabı baskıya gönderdim çünkü sen de sık sık söyleşi yapan ve de veren biri olarak iyi biliyorsun ki bazen sözlü ifade ettiklerimiz yazıya döküldüğünde aslında ima etmediğimiz bambaşka anlamlar kazanabiliyor. O yüzden ben her zaman sözlü ifadenin yazıda tam karşılığını bulduğundan emin olmak isterim. Bu konuda hassasiyet gösteririm.

Antakya Musevi Havrası’nda Şaul Cenudioğlu ve Cemaat Vakıfları 3. dönm temsilcisi Moris Levi’yle birlikte, 15 Mayıs 2018
Şaul Bey ile yaptığın röportajda Şaul Bey Antakya’da ne kadar az sayıda kaldıklarından bu sayının geleneklerine göre ibadet yapmaları için yeterli olmadığından bahsediyor. Şaul Başkanı ve toplumdaki konumunu bize nasıl anlatırsın?

Şaul Bey ile yıllar içinde birçok kez bir araya gelme şansına sahip oldum. Her şeyden önce onunla ilgili bir gözlemimi paylaşmak isterim ki kendisi daima güler yüzlü, herkesin sevdiği ve saydığı, “abi” diye hitap edilen tam bir eski toprak centilmendi.

Şaul Bey’in kitapta yer alan söyleşisinde kendisinin de ifade ettiği üzere Antakya’daki Yahudiler Mizrahi olarak adlandırılan Arap Yahudiler idi. O bölgede 2500 yıllık bir geçmişe sahipler. Şaul Bey, değerli eşi ve orada bulunan diğer birkaç kişi bu kadim toplumun köklerinin bulunduğu topraklarda yaşayan son temsilcileri idiler.

Uzmanı olmadığım konularda konuşmayı pek tercih etmemekle birlikte Şaul Bey’in kitapta aktardıklarını referans göstererek Musevilikte Tevrat’ın okunması için 10 yetişkin erkeğin olması şartı vardır. Antakya’da ise 7-8 erkek kaldıkları için pandemi dönemine kadar İstanbul Yahudi cemaati bayramlarda Antakya’ya insan desteği sağlıyordu. Fakat hoş bir tesadüfle sohbetimizi gerçekleştirdiğimiz 2021 yılı Roş Aşana Bayramı’nda ilk defa olarak Antakya’da bayramlarını sinagogda kutlayamamışlardı. O günü özel yapan başka bir durum ise Şaul Başkan söyleşimiz için Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin sekreteryasındaki bilgisayarı kullanmış, oradaki Rum çalışanlar kendisine bağlantı için teknik destek vermişlerdi.

Herkesin daima ifade ettiği gibi Hatay böyle bir yerdi… Ben buna şahit oldum; gerçekten Yahudi, Hristiyan, Sünni, Alevi ayrımı olmayan herkesin birbiriyle dost olduğu örnek bir kentti.

Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi’nde cemaat başkanı Dimyan Emektaş ve Cemaat Vakıfları Temsilcisi Can Ustabaşı’yla birlikte, 2021
Antakya ve çevresinden hangi cemaat başkanlarıyla görüştün? Tüm bu röportajlar ışığında Antakya ve çevresindeki “otokton azınlık toplumlarının” ana sorunları neler? Sence depremden sonra bu sorunlar nasıl bir boyut kazanacak?

Hatay ve Mersin’de toplam 7 Rum Ortodoks, 1 Rum Katolik, 2 Yahudi, 3 Ermeni Ortodoks vakfı bulunmakta. Başta hepsiyle söyleşi yapmak istedim ama kitap sayfaca çok ağırlaştığı için kısıtlamaya gitmek gerekti.

Kitapta Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Mersin Tomris Nadir Mutri Kilisesi Vakfı Başkanı, Samandağı Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Antakya Rum Katolik Kilisesi Vakfı Başkanı, Antakya ve İskenderun Musevi Havrası Vakıfları Başkanı, Altınözü Sarılar Mahallesi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Altınözü Tokaçlı Köyü Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkan Yardımcısı ile röportajlar bulunuyor. Tabii hatırlatmakta fayda var ki Cemaat Vakıfları uzun bir aradan sonra 2022 Haziran ayında yayımlanan yeni seçim yönetmeliği ile 2022 yılı sonuna kadar seçimlerini gerçekleştirdiler, yeni yönetim kurullarını oluşturdular. Dolayısıyla andığım bu vakıfların yönetimlerinin bazılarında kitap basımından sonra değişiklikler oldu. Yani söyleşiler son seçimlerden önceki başkanlarla yapılmış oldu.

Sorunlara gelecek olursak; senin Antakya ve çevresi diye adlandırdığını ben Hatay olarak ifade edeceğim: Cemaat vakıflarının sorun ve ihtiyaçları açısından bu bölge depremden bağımsız apayrı bir duruma sahip. 2003 yılında AB uyum yasaları çerçevesinde 4771 ve 4778 sayılı kanunlar ile yapılan düzenleme ve ardından 2008 yılında yürürlüğe giren 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun Geçici 7. ve Geçici 11. maddeleri ile birçok vakfımız birçok gayrimenkulünü geri alabilme imkanı elde ederken Hatay Vakıfları Hatay ilinin 1939 yılında anavatana katılmış olması sebebi ile 36 beyannamelerinin olmaması dolayısıyla bu düzenlemelerden faydalanamadılar. Bunun dışında nüfus azlığı nedeniyle bölgedeki bazı vakıfların birleşme, aynı yönetimin çatısı altında olma istekleri var(dı). Bu iki önemli sorun ve ihtiyacın yanı sıra başka birtakım istekleri de mevcuttu ama 6 Şubat itibariyle bambaşka şeyler konuşur olduk. Sanıyorum şu anda öncelik oradaki kültürel mirası ayağa kaldırmak ve de toplumların hayatlarını yeni bir düzene oturtmalarına destek olmak yönünde olacaktır.

Son olarak kitabında adlandırdığın şekliyle bu otokton toplulukların “azlık” halleri düşünüldüğünde bugün depremin yarattığı yıkımı, umutsuzluğu nasıl değerlendirirsin? Antakya’daki topluluklar sence Antakya’ya dönebilecek mi?

Keşke bu soruyu sormasaydın… Mizaç olarak olumlu ve umutlu bir insan olmama rağmen maalesef ki ben tabloyu pozitif yorumlayanlardan değilim. Hatay’daki Müslüman olmayan kadim toplumlarımızın özelinde konuştuğumuzda elbette ki hayatta kalanlar kültürel miraslarını korumaya ve yaşatmaya çalışacaklardır ama ben önemli bir iç göç ve dış göç verileceğini öngörüyorum. Antakya Yahudi cemaati başkanını ve eşini depremde kaybettik. Kalan birkaç kişi de bildiğim kadarıyla İstanbul’a transfer edildi. Hatay’daki Ortodoks toplumlarının ise hemen hemen hepsinin Mersin’de, İstanbul’da ve birtakım Avrupa ülkelerinde çokça akrabaları bulunuyor. Gönülleri topraklarında kalmak olsa da nüfusun büyük bir bölümünün göç ile eriyeceğini düşünüyorum. Tüm kalbimle diliyorum ki yanılan ben olurum ve ‘Medeniyetler Şehrinde’ Çan, Hazzan, Ezan susmaz.


Nehna

Yorumlar kapatıldı.