Bundan bir yıl önce Antakya’daydım. Hayatın şiiri karışmıştı sokaklarına sanki. Bir türlü anlamadığım ama beni büyüleyen bir dokusu vardı gördüğüm yerlerin. Birbiriyle güzelce geçinip giden insanların, bir merhabayı esirgemeyen bakışlarla karşılaştığım daracık sokakların, kalplerinde sakladıkları gizli avlularıyla insanı başka zamana sürükleyen o eski konakların, bir şeyler anlatmak isteyen tokmaklı kapıların yuvasıydı Antakya. Bir sokağın başında durup baktığımda kilise çanlarıyla biraz ötedeki caminin minaresini tek bir karede görüyor, hem şaşırıyor hem seviniyordum. Sinagogdan çıkıp mahalle esnafına selam veren bir beyin girdiği küçük bir terzi dükkânı önünde etrafıma bakakaldım. Buranın sırrını keşfetmiştim sanki. Farklılıklarını kucaklayan bir medeniyetin halen bir arada olabilme ütopyasıydı Antakya. Medeniyetler Korosu’nun ezgilerindeki gibi farklı kelimelerde, farklı nağmelerde, farklı inanışlarda çınlıyor fakat aynı amacı taşıyor gibiydi. Yaşamak ve yaşatmak gayesi vardı ruhunda. Göçler almış, göçler vermiş, bazen durmuş, bazen değişmişti.
Sokaklarda Arapça, Türkçe kelimeler duyuyor, tesadüfen karşılaştığım insanların yardımıyla bir kapı önünde yazan Osmanlıca bir kelimenin anlamını çözmeye çalışıyor, haritaya bakmaksızın sokaklarında kayboluyordum. Kimle karşılaşsam yüzlerinde gülücük ve içlerinde Antakya’yı anlatma isteği vardı. Biri, “Bak, biraz ötede Fransızlardan kalan evler var; onları görün” diyor, bir başkası süvari kahvesi ikram ediyor, bir diğeri humus ve künefe için en iyi mekanların adresini veriyordu. Bir terzihanede şehre dair yazılmış kitapları karıştırırken, bir başka dükkânda çiçeklerin isimlerini ezberlerken, bir kilise avlusunda 1900’lerden kalma fresklere bakarken buluyordum kendimi. Mutluluk ve huzur sinmişti Antakya sokaklarına. Bunu, her dakikada kanlı canlı yaşıyor, hissediyordum.
Depremin ardından, ne yazık ki bir kısmı aramızdan ayrılmış Antakyalı dostlarımızı sıkça anarak, hissederek bu yazıyı yazmaya başladım. Hayatımın en zor yazısıydı ama bir yanımla da inanıyordum geride kalan insanların, bir gün Antakya’ya dönecek olmasına ve burayı tüm güçleriyle yaşatmak isteyeceklerine. “Hatay ve Antakya artık herkesin meselesiydi”. Gördüklerim, tanıyıp hikâyelerine dokunduğum insanlar unutulsun istemedim. İleride bir gün bu sayfayı açıp bu yazıyı okuyanlar, yüzlerinde kırık bir tebessümle Antakya’ya doğru yeniden yollara düşsün istedim. Depremde kısmen ayakta kalan, ilçenin en eski caddesi Kurtuluş Caddesi’nin kaldırımlarında yürümelerini, yine hayatta olan Affan Kahvesi’nin masalarında oturup meşhur ‘haytalı’ tatsından yiyip, arka sokaklarda gezinmelerini, kuş seslerini takip etmelerini, aniden karşılarına çıkan konakların avlularında dinlenmelerini, Uzun Çarşı’da sabahın erken saatlerinde yakılan bereket tütsüsünü koklamalarını, Konak Lokantası’nın murt ağaçları gölgesinde Antakya mezelerinden tatmalarını diledim.
Antakya ruhunun yeniden var olacağına, bu kültürün küllerinden yeniden doğacına inancım tam. Bu hissiyatla yazmaya başladığım yazımı, 6 Şubat depreminde aramızdan ayrılan ve aşağıda göreceğiniz insanlarla tanışmamı sağlayan, bana sokakların ve kapıların hikâyesini anlatan çok sevgili Müge Sorar’a ithaf ediyorum.
Antakya’nın Tarihi
Antakya’nın günümüzdeki kültürel mozaiğini kavramak için tarihini anlamamız gerekiyor. Antakya’dan bahsederken genelde en şaşalı yılların yaşandığı Roma dönemine değinilir. Muhakkak duymuşsunuzdur; Roma dönemindeki adıyla Herod olan caddenin (bugünkü Kurtuluş Caddesi), dünyanın aydınlatılan ilk caddesi olduğunu… Kentin oluşumu çok daha öncelere dayanır halbuki. Yazı bile icat edilmeden evvel; Paleolitik çağa uzanan tarihinde sırasıyla Kalkolitik ve Tunç çağına ait bulgulara da rastlanılır.
Farklı dönemlerde Hititler, Asurlular, Perslerin hakim olduğu bu toprakların kaderi ise Büyük İskender döneminde değişip, kenti bugün “Antakya” olarak anmamıza sebep olur. Büyük İskender’in kurulmasında katkı sunduğu söylenen bu şehir (M.Ö 307) ilk olarak bugüne göre biraz daha kuzey taraflarında yer alırken, kumandan Seleukos Nikator (M.Ö 305) Amik Ovası çevresine, Asi Nehri kıyısına taşır şehri. Seleukos, şehre babasının adı olan Antiocheia ismini verir. O dönemde şehir nüfusu, Antogonia’dan gelen göçmenler, Yahudiler ve Makedonyalılardan oluşur.
Antakya, Roma ve İskenderiye’den sonra antik çağın üçüncü büyük şehri olarak anılır. M.Ö 30 – M.S 395 yılları arasında Roma, 395’te Roma’nın Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasıyla; Doğru Roma’nın (Bizans) elinde kalan şehir, zamanla Hristiyanlık tarihi için de önemli bir konuma sahip olur. Antik dönemde Christianos; yani Hristiyan kelimesi ilk olarak bu topraklarda kullanılır. Bunun yanında, Helenistik Yahudiliği ve İkinci Tapınak Dönemi Yahudiliği’nin de merkezlerinden biri sayılır. Antakya’ya gelen misyoner havarilerin burada yaşayan Yahudilerin bir kısmını kendi dinlerine çektiği söylenir.
7. yüzyıl’da artık Antakya, Hristiyan cemaatinin bağlı olduğu beş patriklik merkezinden biridir (diğerleri Roma, İskenderiye, Kudüs ve İstanbul). Roma dönemi boyunca, Hristiyanlık ön plana çıksa da bu topraklarda, nüfusun önemli bir bölümünü Yahudi kökenli topluluklar oluşturur. Anadolu’ya yerleşen ilk Yahudilerin de Mısır’dan gelen ve sonra Antakya Yahudileri olarak anılan topluluklar olduğu söylenir.
636’daki Yermük Savaşı ile Antakya, Müslümanların eline geçer ve askeri üs olarak kullanılır. Konumunun İpek yoluna yakın olmasından ötürü ticaret bakımından gelişir. 638-969 yılları arasında Müslüman Arapların elinde olan şehir, tarih boyunca gördüğü taarruzlar ve yaşadığı depremlerle çoğu kez sarsılır. Örneğin; M.S 528’deki büyük depremde şehir tamamen yerle bir olmuştur.
Antakya’nın Osmanlı topraklarına katılması ise Yavuz Sultan Selim döneminde (16.Yüzyıl) gerçekleşir. 1800’lerin ortalarında şehirde yaşayan Yahudi cemaati sayısı artar ve kente ilk sinagog o dönemde kurulur. 1918’de ise İskenderun ve Hatay, Fransızlar tarafından işgal edilir ve Hatay Devleti’nin 1938’de kurulmasına değin Fransızlarda kalır. Hatay Millet Meclisi’nin 29 Haziran 1939’daki kararıyla Türkiye’nin bir vilayeti olarak anavatana katılır. Atatürk’ün, “Hatay, benim şahsi meselemdir” dediği ve Fransızların elinden alınıp, Türkiye topraklarına katılmasının önemine vurgu yaptığı bilinir.
Bir Not: Günümüzde Antakya olarak anılan yer, Hatay’ın merkezindeki, ortasından Asi Nehri geçen en büyük ilçesidir. Fakat tarihin içinde ele alırken kullandığımız “Antakya” kelimesi çok daha geniş bir alanı içine alır; dönemsel olarak kapladığı alanların değişmesiyle farklı yerleri ve kültürü de işaret eder.
Hatay’ın tarihini daha yakından anlamak adına ziyaret etmeniz gereken yerler:
–Hatay Arkeoloji Müzesi,
-Antakya’daki Kurtuluş Caddesi, Zenginler bölgesi tarihi evleri, AffanMahallesi,
-İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Petrus’un (St.Pierre) ilk vaaz verdiği yer olarak anılan; Hristiyanlık tarihinin de en eski kiliselerinden biri olan St. Pierre Kilisesi,
-Tarihinin 4000-3000 yıl öncesine; Tunç çağına uzandığı düşünülen Aççana Höyüğü’nü,
-Samandağ’daki St.Simon Manastırı, Titus Tüneli ve Beşikli Mağara, Üçağızlı Mağarası
-Sadece Ermeni vatandaşlarımızın yaşadığı Vakıflar Köyü.
İç İçe Geçmiş Kültürüyle: Antakya’nın Sokakları ve İnsanları
Begonvil zamanıydı. Güneş hiç durmadan parıldıyor, akşamüzerleri evlerin taşları biraz serinleyince konakların avluları insan sesleriyle dolmaya başlıyordu. Salça yapmak için serilmiş domateslerin koyu kırmızısı, begonvilin moruna karışıyor, bir çocuk günün erken saatlerindeki olanca enerjisiyle bir topun peşinden hızla koşuyordu. Anadolu’nun en eski camilerinden Habib-i Neccar’in avlusunda bir adamın önce kedinin başını okşayışını, arkasından ona yem verişini seyrettim. O gün, insanların bir arada yaşayışlarının en tatlı haline denk geldim. Murt ağacından bir murt koparıp, kekremsi tadına hayatımda ilk kez baktım. İlerleyen günlerde, çok sevgili rehberimiz İsmail Zubari eşliğinde gezdiğimiz Vakıflı Köyü’nün meydanından da aynı meyvenin liköründen alacaktım.
Semih Bey, 85 yıllık hayatının 50 yılı aşkın her sabahında çiçek dükkânının kepenklerini açıyordu. O sabah, bizi içeri buyur etti. Bilgisayardaki tavla oyununu yarıda bırakıp kahve ısmarladı. ”Eskiden araba geçsin diye beklerdik, şimdi de şu arabalar bir dursa da dinlensek” dediği Kurtuluş Caddesi’nin vızır vızır sesleri arkamızda kalmıştı. Bir kız çocuğu geldi ve kendisinden harçlık aldı. O kız çocuğu sanki o anda bendim. Bakkalın rafları arasında neyi alacağını şaşırmış, renkli ambalajlara bakan bir çocuğun kalbine döndü kalbim, bu eski çiçekçi dükkânında. Semih Bey, Kurtuluş Caddesi’nin en eski esnaf sakiniydi ve Antakya’nın yıllar içindeki değişimini hayretle izliyordu.
“Medeniyetler beşiği” olarak geçen; Antakya nüfusunu oluşturan Sünni Müslümanlar, Nusayri Alevileri, Rum Ortodoksları ve Arap Yahudileri’nin yaşayışlarına, şehirden silinmemiş izlerine her adımda tanık oldum. Okuduğum solgun bir tarih kitabı değildi; kelimeydi, insandı, kültürdü, canlıydı her biri. Hepsinin anlatacak bir anısı, dile gelecek bir dünü vardı. Bir gülümsemeye bin gülümseme karşılık alırken, merakla soruyordum sorularımı. Bazen bir kilise avlusundaki bekçiye, bazen bir öğretmene, bazen bir aşçıya, bazense bir kuşçuya.
Eski Antakya evlerindeki kapı tokmaklarını tutuyordum ellerimle. Tokmaktaki elde yüzüğün hangi parmakta takılı olduğuna göre evdeki kadının medeni durumu belli olurmuş eskiden. İşte, o kapıların bazıları ardında sakladığı nice hayat hikâyesiyle dimdik karşımda duruyordu. Zeytin ağaçlarının gölgesinde durup, kuş seslerini dinledim. Antakya’nın sesi kuştu ve kanatları renk renkti.
1911’de açılmış Affan Kahvesi’nin Arap bülbülü kafesinden çıkıp, kahvenin masaları arasında zevk-i sefa yapıyordu. Bir müşterinin omzuna konan bülbülü, kahvenin müdavimi elleriyle incitmeden sevdi, yan masadakilerle şakalaştı. Haytalı tatlısını kaşıkladığım, acı mı acı süvari kahvesini içtiğim o anlarda, ben de Affan Kahvesi’ni sevdim. Nostaljik karo zeminini, küçük kitaplığını, duvarındaki resimleri. Antakya’da yaşasaydım günün belli saatlerinde gelip, kitap okuyacağım mekan kesin burası olurdu dedim, içimden.
Terzi Mehmet Amca, eski masasını, ağır makaslarını, sanat okulu diplomasını ve etrafa yayılmış kitaplarını gösterdi bize. Bir çay eşliğinde Antakya’yı dillendirdi, bugünkü dükkânının yer aldığı, geçmişdeki matbaacılar sokağından söz etti. Kitap, dergi kokan sokakta artık tek bir matbaacı kalmadığı için ne kadar üzüldüğünü anlattı. Sanata, kültüre aşık insanları hayatında hep en merkeze koyduğunu, onlarla rakı eşliğinde bir sohbetin tadına varmanın güzelliğinden bahsetti. O esnada kapıyı aralayan meraklı komşu esnaflarla selamlaştık ve yeniden “Hoş geldik Antakya’ya”!
Uzun Çarşı’da baharatlara karışan bereket tütsüsü kokusunda ilerledim tezgâhların arasından. Bir esnafa sordum nedir bu bereket tütsüsü diye. Eski bir gelenek olarak çarşıda devam ettiriliyormuş. Sabahları kavrulan kabukları tütsü olarak gezdiriyorlarmış çarşının dar sokaklarında. Bereket, uğur getirsin diye. Dayanamayıp bir paket de kendim için aldım. Ne zaman yaksam evimin içine Antakya doldu. Çarşının köşesinde bir simit tepsisi duruyordu. Bildiğimiz simitlerden değildi ama. Üstünde susam yok ama yanında kimyonu ve tuzu vardı, bandırarak yenmesi için. Antakya’da her şeyin bir usulü, her usulün bir güzelliği olduğunu anladım o vakit.
Asi ve Samandağ
Bir sabah Antakya’dan yola koyulup rehberimiz, aynı zamanda Samandağ kitabının da yazarı olan İsmail Zubari ile Hatay’ın Samandağ ilçesine doğru ilerledik. Bu civardaki yerlerin hepsini bu yazıya sığdırmam çok zor ama ben o gün, en çok da insan hikâyelerinin peşine düşerken heyecanlandım sanırım.
Asi’nin sularında ağlarıyla balık bekleyenleri izledim, saatlerce uğraşılarına tanık oldum. Balıkçı bir anne kızın ağzından mahallelerindeki kadınlara nasıl ağ örme dersleri verdiklerini dinledim ve onların anılarında, ekmek parasınının Asi Nehri’nden ne zorluklarla çıkarıldığına şahitlik ettim.
Türkiye’nin son Ermeni köyü Vakıflı’da yaşayan insanların koca bir ağacın gölgesinde sattığı mis gibi kokan defne sabunlarından aldım, ev yapımı murt liköründen tattım. Köyün kahvesinde 1932 doğumlu Panos Amca’dan cebinden çıkarttığı kavalıyla çaldığı ve arada durup Ermenice söylediği Sarı Gelin şarkısını dinledim. Panos Amca’nın dilinden düşüremediği ve gözü gibi baktığı turunç bahçelerini düşledim.
Nar ağaçları gölgesinde bir bahçeye girdik sonra. Bahçe kapısını açarken biraz çekindim. Hiç beklenmedik Tanrı misafirleriydik ne de olsa… Ama bizi nasıl da sımsıcak ağırladığını gördüm yaşlı bir Vakıflılı olan Musa Amca’nın. Gün sonlanırken, bahçesinden koparıp kocaman bir nar verdi Musa Amca elime, “Bu dünya kimseye kalmaz. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün insanlar kardeştir” dedi. Kardeşçe yaşayan o insanların yaşattığı, güneşin hep doğmayı seçtiği, topraklarında binbir değer taşıyan Hatay ve Antakya’yı kalbimle kucakladım o gün. Bir daha hiç unutmamak üzere.
Hatay ve Antakya’ya Nasıl Destek Olabiliriz?
*Güvendiğiniz sivil toplum kuruluşlarına bağış yapmanın yanı sıra Hataylı yerel üreticilerin ürünlerinden satın alarak onlara destek olabilirsiniz. Ova Antakyabunlardan biri,
*Antakyalı kadınların emeğiyle oluşan yerel lezzetlerden alarak destek vereceğiniz bir diğer kuruluş Antakya Bakkalı,
*Hatay’ın güvenilir derneklerinden olan Füsun Sayek Sağlık ve Eğitim Geliştirme Derneği’nin deprem bağış fonu,
*Tunç çağına dair buluntulara rastlanılan Aççana arkeolojik alanındaki kazı çalışmalarını yürüten ekibin kurduğu deprem yardım fonu Aççana Höyüğü Yardım Fonu,
*Samandağ’daki Vakıflı Köyü’nün kendi kooperatifinin ürünlerinin satıldığı Vakıflı Lezzetleri ,
*Yaralar sarılır sarılmaz bu toprakları ziyaret etmek isterseniz, bu konuda size rehberlik yapmasını gönülden tavsiye edeceğim yazar ve rehber İsmail Zubari ile iletişime geçebilirsiniz.
İstanbul’da İzini Sürebileceğiniz Hatay Lezzetleri…
*Duvarlarındaki resimleri ve Cemal Süreya’nın eşyaları ile adeta bir müze restoran olan, 1967’de açıldığında ilk sahibinin Hataylı olmasından ötürü bu ismi alan Hatay Restaurant,
*Antakya’nın en lezzetli mezelerinden tadabileceğiniz Antiochia Restaurant,
*Hatay’ın zengin mutfağına dair geniş seçenekler sunan Fatih’teki Akdeniz Hatay Sofrası,
*Geleneksel Hatay yemekleri ve kahvaltısından tatmak için Hatay Gurme,
*1960’tan beri Eminönü’nde hizmet veren Asi Künefeleri,
*Künefe sevenler için Hatay usulü yaptıkları künefeyle beğeni toplayan, bir diğer adres Hatay Erol Künefe.
Kapak Fotoğrafı: Deniz Yılmaz Akman
İlk yorum yapan siz olun