Futbol bir meşin yuvarlağın peşinde koşmak değildir. Futbol belki de o doksan dakika dışında ne olduğun, kim olduğundur biraz da… Adı gibi özgür ruhlu biriydi Lefter. Futboluyla futbolseverlerin, insanlığıyla da bugünün ve geleceğin kalbine kazındı. Murat Aksoy yazdı.
Bir söz vardır; “top yuvarlaktır ve oyun 90 dakika sürer” denir. Buna pek itibar etmemek gerekir. Zira ‘oyun’, bazen ayları, bazen de yılları aşar ve ‘unutulmazlar galerisi’nde yerini alır.
Cemal Süreya onun için, “Lefter yalnızlığın büyük serüveninden dönen Ulysseus. Evde kimseyi bulamadı. Attığı golleri bir de İstanbul surlarının burçları arasından geçirirdi. Metin Oktay jimnastikçi, Lefter sanatçı. Metin’den destan, Lefter’den roman.” der. Derken de onun aslında zamanla ıskalanan yalnızlığına vurgu yapar. Büyüklüğünde kimsenin şüphesi yoktur, ama yalnızlığını ancak onun kadar yalnız kalanlar anlar.
Böylesine büyük ve benzersiz bir futbolcu, hoşgörü abidesi bir insan, nasıl olur da yalnızdır; işte bunu izah etmek tarihimizle ve kendimizle yüzleşmeyi gerektiri
O ki, yurt dışına çıkan ilk futbolcudur (1951). İtalyan ekibi Fiorentina’ya transfer olur.
50’li yıllar dünya tarihi açısından kara lekedir. Sovyetler Birliği ile ABD arasında 1940’larda başlayan Soğuk Savaş sıcak rekabete dönüşür. Kore Savaşı patlak verir. Batı dünyasında “kızıl korku” kol gezer. Vietnam Savaşı (1955-1975), Birinci Çinhindi Savaşı (1946-1954), Süveyş Krizi (1956), Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962), Küba Devrimi (1953-1959), Mau Mau İsyanı (1952-1960), Ruanda İsyanı (1959) ve daha nicesi hep bu süreçte yaşanır.
İşte bu dönemde, henüz futbolu emekleme arifesindeki bir ülkeden biri çıkıp İtalya’ya gidiyor. O dönem Azzurri (gök mavililer) lakaplı İtalya millî futbol takımı, 1934 ve 1938’de Dünya Kupası’na uzanan, Olimpiyat Oyunları’nda (1936) altın madalya kazanan bir takım.
Lefter, ne tesadüf ki, Fatih Terim gibi Fiorentina’ya gidiyor.
Lefter, Torino’da yayınlanan meşhur Tuttosport’un futbol yorumcusu Pozzo’ya göre futbolun beşiği İtalya’da İtalyanlara ders vermeye gitmiş gibi. Pozzo diyor ki: “Türk Lefter öyle bir dripling şeytanıdır ki, onu avucumun içine alsam, orada bile rakibine çalım atar.”
Şu meşhur “Ver Lefter’e, yaz deftere” sav sözünün öznesine biraz yakından bakalım; belki o derin yalnızlığını bize usulca fısıldar.
Göçmen balıkçının oğlu: Özgür
Biz Lefter diye biliyoruz; oysa adı, Elefterios; Rumca’da “özgür” demek. Arnavutluk’tan Büyükada’ya göçen ve balıkçılıkla geçinen Hristo ile Argiro’nun ikinci çocuğu.
22 Aralık 1924’te, Hamam Sokağı’nda açmış dünyaya gözlerini. Soyadı: Küçükandoniyadis.
Ada’da büyüyor. 8 kardeşi olması sebebiyle hayata erken atılıyor. Baba varlıklı olmayınca top oynamak ‘pahalı’. Kim kaybetmiş ki kramponu, o bulsun. Bezden, çapuldan yaptığı toplarla ve çıplak ayakla oynuyor.
Rivayet edilir ki, çıplak ayakla top oynaması tekniğine yansımış.
Sokak aralarındaki koşturmasının diğerlerine benzemediği fark edilince, önce Büyükada sonra da Adalar takımına giriyor.
Ancak o dönem futbol bugün olduğu gibi revaçta değil. Öyle trilyonlar dönmüyor piyasada. Kariyer açısından da cazip değil. Nitekim anne Argiro muhalif oğlunun top peşinde koşmasına. Öyle muhalif ki, bir konuşmasında, “Futboldan kim adam olmuş ki, sen de olasın” diyor.
Atatürk: “Bu çocuk ileride büyük adam olacak.”
Lefter’in torunu Özlem Katmer’in anlattığına göre, ilerde büyük adam olacağı Atatürk’ün Ada’yı ziyaret ettiği gün bizzat söylenmiş.
Katmer diyor ki: “Dedem, oldum olası Atatürk’ü çok severdi. Çocukluğunda Atatürk ile ilgili bir hikâyesi var. Onu da sizinle paylaşmak isterim: Atatürk, Büyükada’daki Anadolu Kulübü’ne geldiğinde iskele meydanına kırmızı halı serilmiş. Ulu Önder, vapurdan indiğinde koruma konvoyuyla birlikte bu halıdan yürüyerek Anadolu Kulübü’ne gidiyormuş. O gün dedem de, bu konvoyu delip Atatürk’ün yanına gitmiş. Mustafa Kemal Atatürk, dedemin başını okşamış ve ‘bu çocuğa dikkat edin ileride büyük adam olacak,’ demiş. Dedemlerin salonunda bir Atatürk büstü var. Dedem her gün o büstü öperdi.”
E, boşuna 7’sinde neyse 70’şinde odur denmiyor.
17 yaşında Taksim’de
Futbol, virüs gibi bir şey. Bir kez girdi mi bedene, aşısı bulunsa bile pek fayda etmiyor. Nitekim Lefter, anne babasına rağmen ısrar ediyor. Henüz 17 yaşındayken, mahkeme kararıyla yaşı biraz büyütülerek, 1941’de Taksim Spor Kulübü’nün kadrosuna dâhil oluyor.
Taksim Spor Kulübü deyip de geçmemek, küçümsememek lazım. 1940 yılında İstanbul Ermeni Cemaati tarafından, Nor Şişli Eseyan ve Güneş takımlarının birleşmesiyle kuruluyor. Renkleri sarı-kırmızı. Sarı Eseyan’dan, kırmızı Güneş’ten. Güneş, o dönem Galatasaray’dan ayrılan bir takım.
Taksim SK, Ermeni toplumunun futboldaki gözbebeği. Kökü 1926’ya kadar uzanıyor. Harp zamanı kapatılmış.
Taksim’in Taksim olduğu yıllarda iki yıl Taksim SK’de top koşturuyor Lefter. Ancak hevesi kursağına kalıyor. 19 yaşında, yani 1943’te askere alınıyor. Askerliğini Diyarbakır’da yapıyor. Hem de dört yıl.
Askerdeyken de futbol oynuyor
Neyse ki askerken de futbolla bağı kesilmiyor. O yıllarda iki ayrı şehir mekânı Lefter’e yer açıyor. Bunlardan biri Saraykapı’daki İçkale, diğeri ise Suriçi Mardinkapı girişindeki Kervansaray Oteli.
Sene 1944, mevsim sonbahar. Askerde Lefter’in ilk yılı. Her ne kadar sarı kırmızılı takında forma giyse de onun gönlü sarı lacivert renklerde. Bu sebeple Ayspor’a yazılıyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Diyarbakır’ın sarı laciverdi Fenerbahçe’si Ayspor’du da ondan.”
Ayspor, 1930 yılında Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün Diyarbakır Şubesi tarafından kurulan bir spor kulübü.
Lefter’in gelişiyle birlikte Ayspor coşuyor. İller arası müsabakalarda Türkiye üçüncüsü oluyor.
Ayspor bunu hiç unutmuyor. Lefter’in ölümünü takiben Hançepekspor maçına kollarında siyah bantlarla çıkıyorlar. Futbolcuların sırlarında sarı lacivert forma. Maç başlamadan bir dakika saygı duruşunda bulunmayı da ihmal etmiyorlar.
Komutanı Lefter’e baş üstüne diyor
Sene 1944. Lefter’in askerde ilk yılı. 15. Piyade Tümeni’nin 3. Bölük Komutanı olan yüzbaşının kapısı çalınıyor. “Gir!” diyor Yüzbaşı. Kapı açılıyor. Bir asker, kapı ağzında sessizce bekliyor.
“Gel bakalım İstanbullu” diyor Yüzbaşı, “Otur şuraya…”
Asker gösterilen yere oturuyor. Biraz ürkek, biraz çekingen…
“Adın…” diyor Yüzbaşı, “Adın Lefter değil mi?”
Başını sallıyor asker: “Evet”
“Bak sana bir şey söyleyeceğim. Futbol oynadığına göre haberin vardır. Paşa bir kupa koydu. Bölüklerarası müsabakalar olacak. Beni tanırsın yahut anlatmışlardır sana… Müsabakalara katılmamak olmaz, gireceğiz. Ama bu işin tüm sorumluluğu sende. Söyle, her türlü imkânı sağlayayım. Yalnız sonunda kupayı muhakkak odamda görmeliyim. Bunu yapamadığın takdirde terhis tezkeresi yok! Anlaşıldı mı?”
“Anlaşıldı kumandanım!”
“Şimdi isteklerin neler, onları öğrenelim…”
O ana dek emirleri soluk bile almadan dinleyen Lefter irkiliyor. “Hiçbir şey kumandanım…” diyor.
Komutan aldığı yanıttan hoşnut kalmıyor. “Nasıl, ulan şimdi kalkar ayağımın altına alırım. Konuş!” diye köpürüyor.
Lefter, mecburen de olsa bir talepte bulunuyor: “Yüzbaşım, bana on tane er veriniz.”
Sıradan, futbol oynayıp oymadığı bilinmeyen on er ve kendisi…
Biraz kinayeli de olsa ‘baş üstüne’ diyor Yüzbaşı ve Lefter’in emrine 10 erle bir GMC (askeri kamyon) veriyor.
Lefter, futbol mangasıyla (!) beraber Urfa’ya gidiyor. 41 derecede bunaltıcı Güneydoğu sıcağının altında sahaya çıkıyor, doğru dürüst antrenman dahi yapmadan. Kendisini tutmaya çalışan 4 savunma oyuncusunu bayıltıyor. Lefter golleri atıp kupayı Diyarbakır’a getiriyor; getiriyor da, kendisi de sıtmadan 4 ay revirde yatıyor.
Bölük komutanının arzuladığı şampiyonluk kupası kazanılıyor elbette. Yüzbaşı, subay gazinosunda kutlamalar yaparken arkadaşlarına şöyle diyor: “Ben hayatımda ilk ve son ‘baş üstüne’yi bir İstanbul çocuğunun önünde söyledim. İsmi Lefter’di. O asker bana on bir kişinin dahi getirme ihtimali şüpheli bir onuru, tek başına getirmişti. Helal olsun ona…”
Onun bu başarısı yöre halkının hoşuna gidiyor. Ordu takımında oynuyor, Ayspor’da oynuyor, hatta Diyarbakır karmasında. Ancak Lefter’in lisansı o kategori için geçerli değil. Nitekim 25 metreden attığı muhteşem gol, foyası anlaşıldığı için bir işe yaramıyor ve Diyarbakır karması “hükmen yenik” sayılıyor.
Fenerbahçe’ye 4 gol atıp kayboluyor
Lefter’in hayali Fenerbahçe. O sarı lacivert çubuklu formaya kavuşması ise biraz zaman alıyor.
Sene 1946. Fenerbahçe’nin efsanevi kalecisi Cihat Arman’ın askerlik vazifesi çıkıyor. Hal böyle olunca Taksim SK’dan Ruhi Şelabi transfer edilmek isteniyor. Görüşmeye yönetici Rüştü Dağlaroğlu gidiyor. Fenerbahçe Şelabi’yi transfer edecek, ama Beyoğlu Spor yöneticisi Ohannides Nikoliades, “Ne yapacaksınız Şelabi’yi canım.” diyor. “Sana öyle bir futbolcu önereceğim ki, sanki annesi onu Fenerbahçe için doğurmuş. Şimdi Diyarbakır’da asker.”
Ancak şipşak olmuyor bugünkü gibi her şey. Dağlaroğlu, babası Diyarbakır’da emniyet amiri olan Beyoğlulu Ruhi’yi sol bek olarak transfer ediyor. Ruhi’den de Lefter’i askerden döner dönmez kulübe getirmesini istiyor.
Askerden terhis olup dönen Lefter, Fenerbahçe’nin Vefa Spor ile oynayacağı maçtan önce kulüp merdivenlerinde Dağlaroğlu ile karşılaşıyor. Dağlaroğlu, kısa boylu çelimsiz gördüğü Lefter için, “Bundan futbolcu mu olur, yine de bir deneyelim” diyor.
Lefter, A takımı ile B takımının karşılaştığı idman maçında, oyunun bitimine 20 dakika kala oyuna giriyor. Fenerbahçe’nin A takımına 4 gol atıyor ve soyunma odasına inmeden, üzerinde kuruyan terle ortadan kayboluyor.
Dağlaroğlu duruma şaşkın. Arayıp tarıyorlar; Lefter Büyükada’da. Soruyorlar: “Neden idman maçından sonra ortadan kayboldun?”
Lefter’in yanıtı ibretliktir: “Onlar benim büyüklerim, abilerim. Onlara dört gol attım. Soyunma odasında yüzlerine nasıl bakardım.”
Babasının ilaç ve doktor parasına imza atıyor
Sonunda Lefter, çok arzuladığı çubuklu formaya ulaşıyor. Fenerbahçe’ye transfer oluyor. Lefter, Fenerbahçe’den atla deve istemiyor; tek bir isteği var: Babası Hristo’nun ilaç ve doktor parasının karşılanması.
Babasının ilaç ve doktor masrafı 200 lira.
Bunu kabul ediyor Fenerbahçeli yöneticiler. Yaşlı gözler ve mahcubiyetle imza atıyor Lefter. “Teşekkür ederim.” diyor. “Allah’ın izniyle bu paranın fazlasını kazandıracağım Fenerbahçe’ye.”
Bu sözünü sayısız defa yerine getiriyor Lefter. Türk futboluna ve Fenerbahçe’ye büyük hizmetlerde bulunuyor.
Sene 1964. 17 yıl boyunca Fenerbahçe formasıyla çıkıyor sahaya. Toplamda 400’ün üzerinde gol atıyor, 4 şampiyonluk yaşıyor.
Futbol kariyeri boyunca 800’ün üzerinde golü olan Lefter 50 kez de Türk Milli Takımı forması giyiyor. Milli Takım formasıyla 21 gol atıyor. Bu öyle muazzam bir şey ki… Nitekim ‘En Çok Gol Atan Milli Oyuncu’ unvanını 33 yıl boyunca elinde tutuyor.
“Ülkeme faydalı olabildiğim için bahtiyarım”
Biraz geriye dönelim. 1948’e…
Lefter, Atina’da, Yunanistan Milli Takımı karşısında ay yıldızlı milli formayı giyiyor.
Karşılaşmadan önce, bir Yunan gazeteci kendisine soruyor: “Maçın sonucu ne olur?”
Lefter, arkadaşlarından övgüyle kendinden mahcubiyetle söz ederek, “Türk Milli Takımı sahadan 3-1 galip ayrılacak. Golleri de Fikret, Şükrü ve ben atacağım.” diyor.
Dediği çıkıyor. Maçın sonucu ve golleri tam da Lefter’in söylediği gibi oluyor. İlk golü Lefter atıyor. Maç boyunca Yunan taraftarları tarafından küfür yağmuruna tutuluyor. Sahada da Yunan futbolcular tarafından kendisine atılan tekmeler havada uçuşuyor. Onlara göre Lefter, istenmeyen “Türkosporos”, yani “Türk tohumu.”
Maçtan sonra kendisiyle röportaj yapılıyor. “Yunanistan’a gol attığınız zaman ne hissettiniz?” diye soruluyor. Verdiği yanıt çarpıcı: “Ülkeme faydalı olabildiğim için bahtiyarım.”
6-7 Eylül Olayları
Hiç kuşkusuz, herkes doğduğu toprakları, hatta doyduğu toprakları sevmek zorunda değil. Bu bir duruş, bir his meselesi.
Ancak Lefter için Türkiye bir ‘vatan’dı. Ona teyelli değil, kökten bağlıydı. Dostları vardı bu topraklarda. Aşkları vardı. Sevdiği takım vardı.
Lakin hayatın da kolay anlaşılmayan diretmeleri, oyunbozanlıkları vardı.
İşte bunlardan biri Lefter’e kadar uzanıyor. Lefter daha 17 yaşındayken, 1940’lı yılların henüz başında Müslüman olmayan tebaaya yönelik bir yasa çıkıyor: Varlık Vergisi Yasası.
Bu öyle bir yasa ki, varlıklı olanı dahi yoksulluğun en dibine çekiyor. Zaten yoksul olanın hali zaten harap olduğundan canları daha az yanıyor.
Vergiyi ödeyemeyenler toplama kamplarına, adeta sürgüne gönderiliyor. Yollarda taş işçisi olarak çalıştırılıyor.
Lefter’in babası balıkçı. Yoksul olduğundan Varlık Vergisi’nden kurtuluyor. Ancak akrabalarından hiçbiri Hristo kadar talihli değil. Onlar da çareyi terk-i diyar etmekte buluyorlar.
Lefter ailesi ile birlikte bir anda yalnızlaştıklarını fark ediyor hüzünle. O günlerin ne denli acılı, büyük zorluklara kadir olduğunu hayatının son demlerinde belgeselini yapan Nebil Özgentürk’e anlatıyor içli içli.
Şu işe bakın ki, Varlık Vergisi yıllarından tam 15 yıl sonra, bir anlamıyla Nazilerinin kristal gecesinin bir benzerinin tanıklığı düşüyor bahtına bu kez Lefter’in.
Sene 1955. Mevsim sonbahar. 6 ve 7 Eylül. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldığı yönünde provokatif bir haberin ardından İstanbul’da azınlıklara saldırılıyor. Haberin yalan olduğu kısa süre sonra ortaya çıksa da üç gün içinde birçok Rum, Ermeni, Süryani vatandaşın ev ve işyerleri yakılıp yıkılıyor, yağmalanıyor.
Vurun şu gâvuru!
6-7 Eylül Olayları’nda Fenerbahçe’nin as futbolcusu olan ve ülkenin milli formasını da defalarca giyen Lefter’in Büyükada’daki evine de aynı güruh saldırıda bulunuyor.
Lefter, eşi ve kızlarının güvenliğini sağlayıp silahıyla kapının arkasına dikiliyor. Evi taşlanıyor, boyalar atılıyor penceresine, küfürler ediliyor. Hatta, “Vurun şu gâvuru!” deniyor.
Lefter, ailesine linç korkusunu yaşatanların her birini seslerinden, yüzlerinden kapı arkasından isim isim tanıyor. Tanımasına tanıyor da, faillerin isimlerini hiçbir zaman açıklamıyor.
Yaşadığı o acı olaya dair yalnızca ağzından şu cümleler dökülüyor:
“On beş gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O meşum gün ve gece ise taşlar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. Çok sordular, ‘kim yaptı’ diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Olayın Kadıköy’den de duyulması üzerine Fenerbahçeli taraftarlar teknelere atlayıp ulaşırlar Lefter’e. “Kim olduklarını tanıyor, biliyorsan söyle, hadlerini bildirelim” derler. “Asla…” der Lefter, “Asla söylemem.” Ve hiç kimsenin adını anmaz, kimseyi ele vermez. Sonrasında da o günlerin ruh halini soranlara, “Günlerce ağladım, sadece ağladım” der.
Yalnızlığın ordinaryüsü
Herkes erdemli. Ama onunkisi bambaşka. Zira insan acıda sınandı mı, üzerini örttüğü canavarlar çıkıverir bazen ortaya. Onun canavarı olmamış belli ki…
O, öyle kimselere nasip olmayacak kadar çok sayıda “milli” oluyor ve gol krallıkları yaşıyor. 1947 ile 1964 yılları arasında birer yıl İtalya’nın Fiorentina ve Fransa’nın Nice takımlarında top koşturmasını dışarda tutarsak, hep “Fenerli” kalıyor. Kendi tabiriyle söyleyelim: Fener formasını sırtında değil, başında taşıyor.
Ona “ordinaryüs” deniyor. Futbolun ordinaryüsü… Oysa insanlığın ve yalnızlığın ordinaryüsüydü bence.
Yararlanılan kaynaklar:
Haluk Hergün, Lefter: Futbolun Ordinaryüsü, İthaki Yayınları, 2019
Haluk Hergün, Lefter – Futbol’un Ordinaryüsü, NTV Yayınları, 2012
Murat S. Dural, Lefter Küçükandonyadis: Efsaneler Ölmez, Gerekli Yayınları, 2019
Ersin Salman, Biz Bu Memleketi Seninle Sevdik Lefter, Ada Vakfı Yayınları, 2012
Yıldırım Kılı, Lefter Küçükandonyadis -Ver Lefter’e Yaz Deftere, Destek Yayınları, 2020
NTV Tarih, sayı 37, Şubat 2012
Popüler Tarih, sayı 46. Haziran 2004
Şeyhmus Diken, Yolu, Diyarbekir’den geçen Lefter, 16 Ocak 2021 tarihli BiaMag Cumartesi
Önder Göksal, Lefter gibi yaşamak, 11 Ocak 2015 tarihli Evrensel
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 12 Ocak 2023’te yayımlanmıştır.
https://fikirturu.com/spor/lefter-yalniz-futbolun-degil-insanligin-da-ordinaryusuydu/
İlk yorum yapan siz olun