Sımsıkı kilitlenmiş kapılarla korunan mabetler, tel örgülerle çevrilmiş kabristanlar ve yeni tanışıklıklarda ihtiyatla gizlenen isimler… “Öteki”ne yönelik hem sözlü hem de fiziki antisemitizm yüzlerce yıla yayılacak kadar eski insanlık için. Bilinen hikayedir, İsrailoğulları Mısır esaretindeyken cüzzamlı bir kral bu durumdan kurtulma bahanesiyle üç Yahudi çocuğu katleder ve kanlarıyla yıkanır. Daha sonraları bu cüzzamlılar arasında yaygın bir inanış haline gelir. Ancak, Orta Çağ Hristiyan dünyasında bu konu tamamen farklı bir hal alır ve Yahudilerin Mısır’dan kurtuluşunun yâdı için kutladıkları Pesah Bayramı’nda, esaretteyken ölen çocuklarının hırsını Hıristiyan çocuklarının kanlarını akıtıp yapılan hamursuz ekmeğine katarak çıkardıkları yönünde bir iftira geliştirilir. Onlara göre Yahudilerin bunu yapması muhtemeldir, sonuçta İsa’yı onlar yüzünden acılar içinde ölmüştü. Bu, Orta Çağ Avrupası’ndaki “öteki” olana dair bilginin aslında ne kadar eksik olduğunu da gösteriyor. Nitekim Tevrat/Levililer Bölüm 7 26. ila 27. cümlelerinde şöyle buyrulur: “Nerede yaşarsanız yaşayın, hiçbir kuşun ya da hayvanın kanını yemeyeceksiniz”, “Kan yiyen herkes halkımın arasından atılacak”. Peki, eğer Osmanlı yönetimindeki Anadolu ve onun uzantıları olan coğrafya söz konusuysa bu konuda neler gözlemleyebiliriz?
1530 yılının bir gününde Amasya Kadısının huzurunda Ermeni kadınlar vardı. Yahudilerle münasebeti olan bir dindaşlarının ortada olmadığını, Yahudiler tarafından hamursuz ekmeğine katılmak için öldürülüp kanın kullanıldığını söylüyorlar, Anadolu topraklarında ilk kez gözlemleyebildiğimiz bu kan iftirasının üzerine yeminler ediyorlardı. Amasya Kadısı olayın arka planından habersiz şekilde Ermeni kadınların işaret ettiği Yahudileri yakalatmış ve çeşitli işkencelere maruz bırakmıştı. İçlerinden işkenceye daha fazla dayanamayanlar, suçlamaları kabul edince de asılmışlar, hatta hekim Yakup Avayup kentin ortasında yakılıp teşhir bile edilmişti. Ermeniler ve kadı için iş çözülmüş gibi görünüyordu, ta ki öldürüldüğü iddia edilen Ermeni Amasya’da gözükene dek… Dindaşları tarafından alıkonulduğunu söyleyince olaylar çetrefilleşmiş ve mevzu devrin padişahı Kanunî Süleyman’ın kulağına gitmişti. O da, misilleme olarak olayı başlatan Ermenilere de aynısının uygulanmasını emretmişti. Elimizdeki bulgular Ermenilerin hangi cinsiyetten olanlarına ve ne tür cezaların uygulandığına dair pek bir şey söylemiyor maalesef.
Yine Kanunî saltanatına denk gelen bir teşebbüs de Tokat’ta yaşanır. Tokatlı Yahudilerin Amasya’daki hadiseden haberdar olup olmadıklarını bilmesek de bu iftira üzerine hekimbaşı olan Moşe Amon aracılığıyla sultanın himayesini talep etmişler, Kanunî de ondan sonra bu tür iftira hadiselerinin yerel kadı mahkemelerinde değil, bizzat kendi huzurunda görülmesini emreden bir fermanı yayımlamıştı. Nitekim 1594 yılında Aydın’da benzer bir hadise yaşanınca dava yerel mahkemede değil, Divan’da görülmüştü.1 1947’de genişletilip yeniden basılan Avram Galanti’nin Türkler ve Yahudiler adlı kitabında aktardığına göre bu ferman zamanla kaybolmuştu, ancak hem Bursa hem de Kudüs Şer’iyye Sicillerinde bugün bunlara ait bilgileri bulmamız mümkündür.2
Az evvelki olaylarda, Anadolu topraklarına yeni gelenlerle sayıları artmış bir millet olan Yahudiler ile Ermeniler –ya da Hıristiyanlar- arasında yerel ticaret ölçeğinde bir rekabet ve hazımsızlıktan söz etmek mümkün aslında. Nitekim, hem 1490’da İstanbul hahambaşısının yazdığı “Hristiyanların Yahudi’nin altınını çalmak için ona karşı her türlü iftiraları yaydıklarından’’ söz etmesi hem de 1840’ların Rodos Adası’nda yaşananlar bunu destekler yönde. İzmirli bir Yahudi sünger tüccarı, Eliya Kalomiti adındaki bir adamını Rodos’a göndermişti. Rum tüccarlar bu adamı kendilerine rakip bellemişler ama aynı zamanda da doğrudan hedef almaktan çekinmişlerdi ki Eliyakim de Leon adında Rodoslu Yahudi bir eskicinin dindaşları olan bir çocuğun kanını almakla itham etmişlerdi. Eskici Eliyakim hapsedilmiş, uzun işkenceler sonucu çocuğu çaldıktan sonra Rodos Yahudi cemaatinden David Mizrahi adlı birine teslim ettiğini yaşadığı şokla söylemişti. Bunu bir kanıt sayarak Rodos Mutasarrıfı Yusuf Paşa hahambaşıyla beraber dokuz kişiyi tutuklatmıştı. Ayrıca tüm Rodoslu Yahudilerin evlerini detaylıca aramışlar ancak hiçbir şey bulamamışlardı. İçlerinden Avram Amato adlı birisi nihayet İzmir’e gitmiş ve İzmir’deki cemaati olanlardan haberdar etmişti. Hapishanedeki dokuz kişiyse on beş gün sonra yara bere içinde salınmışlardı. Ancak adada işler durulmayınca Rum ve Yahudi taraflardan oluşan bir heyet İstanbul’a gelerek olayı bildirince araştırmalar daha detaylandırılmış, kanı alındı denilen çocuğun Siroz Adası’nda bulunmasıyla, Mutasarrıf Yusuf Paşa ihmalkârlıktan görevinden alınmıştı.
Rodos hadisesiyle aynı yıl içinde, Şam’da Katolik rahiplerin kışkırtmalarıyla büyük ölçekli bir pogromun yaşanması üzerine İngiltere Musevi cemaatinin önde gelen isimlerden Sir Moses Montefiore ve de Fransız Musevi cemaatinden Salomon Munk, İstanbul’a gelmişler ve bir önlem olarak bu iftiralara karşı Sultan Abdülmecid’den bir ferman almışlardı. Sultan, 1840’ta yayımladığı bu fermanda kendisinin tebaası olan Yahudilere korumacı yaklaşmıştı. 1892 yılında Çarlık Rusyası’ndaki pogromlardan kaçan Yahudiler İstanbul’a yerleştirilince II. Abdülhamid devrin hahambaşısı Moşe Levi’yi huzurunda kabul eder ve ondan bu yeni Yahudilerin Doğu Anadolu’ya yerleştirilip bölgedeki yerli Yahudilerin de dahil olduğu bir ordunun kurulması için destek sözü ister. Moşe Levi’de bunu kabul eder ve cemaatine yaptığı nutukta: Efendiler, kendi gölgesi altında himaye gören Yahudilere müsavat haklarını bağışlayan ve isdar ettiği fermanlarla “Kan iftirası”nın tamamiyle yalan olduğunu ilân eden Abdülmecid Hânı elbette hatırlarsınız3 ifadelerini kullanarak evvelden cemaatinin Osmanlı Devleti’nden gördüğü desteklere atıfta bulunur.
Aynı fermana atıfta bulunarak çözüme kavuşturulan bir olaysa bugün çok dinliliğin bir arada yaşandığı, o zamanlar bir köy olan Kuzguncuk’ta yaşanır. 1865 yılında mahalle sakini Rumlar, içlerinden birinin çocuklarının kaybolmasını ileri sürerek bundan Yahudileri sorumlu tutarlar. Ancak hem olay merkezde gerçekleştiği için daha kolay çözülür hem de artık bu tür iftiraların asılsızlığının resmi olarak kabul eden bir referans ferman vardır. Hahambaşı Yakir Giron, Abdülaziz’den fermanın geçerliliğini teyit ettirir ve olay çözülür.4 İzmir ve Edirne gibi kozmopolit ticaret kentlerinde de bunu takip eden yıllarda benzer söylemlere sahip iftiraların ve pogrom girişimlerinin yaşandığını söyleyebiliriz.
Şimdiye kadar bahsettiğim olaylarda Osmanlı toplumunun bir parçası olan gayrimüslimler arasında gerçekleşen hadiseleri gördük. Şimdi, Osmanlı Devletinin payitahtında bir Müslüman ve bir Yahudi arasında geçen hayli trajikomik hadiseye bakalım. Aktardığımız kaynağa göre5 1840 yılında bir Müslüman çocuğunu Yahudi’nin dükkanına emanet eder. Ancak, Yahudi adam işleriyle meşgul iken çocuk bir yolunu bulup dükkandan ayrılır. Bir süre sonra babası gelip ve Yahudi’ye oğlunun nerede olduğunu sorunca o da ona güle güle “Pesah için kestim senin çocuğu” deyince adamın gözü dönerek Yahudi’nin üstüne atlar, daha sonra Kadı’nın huzuruna çıkarlar. Olayı öğrenen Rum ve Ermeniler de Müslüman adamı desteklemek için oraya gelirler ve hep bir ağızdan “Atın Yahudi’yi Boğaz’a” diye haykırmaya başlarlar. Kadı ihtiyatlı yaklaşmış ve yaptığı soruşturmalar neticesinde Müslüman’ın oğlunu bulmuştu. Olaylar yatıştırılmıştı ancak Yahudi cemaatini zan altında bıraktığı için hahambaşı bu espriyi affetmeyerek dindaşına iki yüz değnek vurdurtmuştu.
Son tahlilde, yazı boyunca yararlandığımız kaynaklardaki ifadeyle özellikle Rum ve Ermeni cemaatlerin Katolik Avrupa dünyasıyla girdikleri ilişkilerde öğrendikleri klasik bir antisemit eylem ve söylem olan “kan iftirasını” hem ticari rekabette hem de gündelik yaşamda sebepsiz şüphelerle Yahudilere yönelttiklerini gördük. Bunun yanında hemen her konuda olduğu gibi bu durumlarda da düzenini koruma kaygısındaki Osmanlı yönetimi, olaylara ihtiyatlı yaklaşarak olayları çözmeye çalıştığını da fark ettik. Ancak, yazımın üretim aşamasında, Eminönü’nde çıkan yangınla mahallelerini terk eden, şehrin çeperlerine itilen ve sarayın gözünden düşen İstanbul Yahudilerine yönelik 17. yüzyıla ait bir kan iftirası hadisesine rastlamadım.6 Bu yüzyılda acaba bu tür vakalar görmezden mi gelinmişti, yoksa toplumda buna sebebiyet verecek bir meyil mi yoktu, aydınlatılmayı bekleyen bir nokta olarak duruyor.
1 CDAB, A. DVNS.MHM.d. 073- 641, Hicri: 27/12/1003
2 Bursa Ş. S. C27/54b. , Kudüs için: F. Emecen, Unutulmuş Bir Cemaat: Manisa Yahudileri, s. 66, 1997
3 Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, s. 20, Tan Matbaası, 1947
4 Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, s. 29, Tan Matbaası, 1947
5 Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler, s. 217, 2015
6 Bu iddiamı dayandırdığım bir kitap olarak bkz: Marc David Baer, Honored by the Glory of Islam: Conversion and Conquest in Ottoman Empire, 2008, Oxford University Press
Ek okumalar:
U. Heyd, Ottoman Documents on Palestine 1552-1615, Oxford 1960, s.15-18.
A. Chen, ‘’Ritual Murder Accusations Against the Jews during the days of Suleiman the Magnificent’’, Journal of Turish Studies – II, 1987.
Naim A. Güleryüz, Bizans’tan 20. Yüzyıla Türk Yahudileri, 2011, Gözlem Yayınları.
Yusuf Besalel, Osmanlı ve Türk Yahudileri, 2004, Gözlem Yayınları.
Agâh Enes Yasa, Bir Mahalle Serüvenin Peşinde: Yahudi Mahallesi’nden Arap Şükrü Sokağı’na, Yarının Kültürü, 2022.
https://www.avlaremoz.com/2023/01/04/osmanli-cografyasinda-kan-iftirasinin-koklerine-inmek/
İlk yorum yapan siz olun