İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Midilli’nin mülteci gündemi: Balkona bayrak asmak eskiden ayıplanıyordu

Göçmenlerin politik faaliyetlerini, politik aktivasyonlarını veya militanlıklarını sadece empati seviyesine indirmeyen, onların geliştirdiği politik dili, pratikleri anlamaya çalışan ve onları kendi geleneğiyle kendi bilgisiyle kendi diliyle beraber nerelerde buluşturup yeni bir dili nasıl üretebiliriz diye kafa yormaya çalışan bir hattı çizmeye çalışıyoruz.

Kavel Alpaslan

MİDİLLİ – Türkiye-Yunanistan sınırında bulunan Midilli Adası, tarihi göçlerle şekillenen bir ada. Bugün adadaki nüfusun önemli bir kısmı mübadele ile birlikte adaya gelenlerin torunlarından oluşuyor. Hatta mübadillerin çektikleri acıları anlatan bir heykel de, adanın eski Müslüman mahallesinin yakınlarında bulunuyor.

Midilli’yi özel kalan bir diğer neden ise adadaki sol/sosyalist geleneğin güçlü oluşu. Ancak geçtiğimiz yıllarda yaşanan göç dalgası ile birlikte Midilli’nin siyasi atmosferi de değişir. Başta kıyılara gelen mültecilere ‘biz de göçmeniz, göç nedir biliriz’ diyenler varken, Avrupa Birliği’nin göç politikası nedeniyle yaşanan uygulamalar, Moria Mülteci Kampı’ndaki boşvermişlik hali, milliyetçi propagandalar… tüm bunlar adada ciddi bir ırkçı-sağ reaksiyonu körükler.

Ancak Midilli’deki tek sesin bu olduğunu söylemek büyük bir yanlış olacaktır. Ada hâlâ siyasi olarak oldukça aktif bir kitleye ve tabana sahip. Bu hareketlerden bir tanesi de yıllardır Midilli’nin merkezinde aktif olarak faaliyet gösteren işgal hareketi ‘Binio’nun sosyal merkezi.

Biz de Midilli’de değişen toplumsal ruh halini ve göç meselesini tartışmak üzere Binio ile konuştuk. Binio Koordinasyon Ekibi, bize hem adanın geçmişine dair hem de bugünkü mücadele birikimine dair oldukça dikkat çekici bilgiler aktardı. Binio Ekibi ile aynı zamanda mülteci meselesine yaklaşımda siyasi anlamda sığ bir söylemi aşmanın yollarını da değerlendirdik.

AHIRDAN SOSYAL MERKEZE

Binio’dan bahsederek başlayalım. Ne zaman kuruldu, bugüne kadar hangi süreçlerin içerisinden geçti? Nedir öyküsü?

Binio (Yazılışı “Mpineio” veya “Μπινειο”), 2006’da üniversitede öğrenciler tarafından işgal ediliyor. Şu anda da hâlâ ‘işgal’. Yunanca’dan çevrildiğinde ‘İşgal edilmiş sosyal mekân’ olarak geçiyor. Türkiye’de daha aşina olduğumuz karşılığı bir ‘sosyal merkez’. Yani kamusal olarak açık, fakat politik olarak bir duruşu olan ve o duruşun dışındakilere kapalı bir alan. Kolektiflerin mekân olarak katılım götürdükleri sürece dahil olabildikleri ve mekânı istedikleri gibi kullanabildikleri bir şekilde üniversite bünyesinde işgal edilmiş ve özgürleştirilmiş bir alan

Burada ‘Asilo’ (Ασυλο) yasasına değinmekte fayda var; Asilo, polisin veya herhangi bir kolluk kuvvetinin üniversitelere girmesini yasaklayan bir yasaydı. Bu yasanın korumasıyla öğrenci hareketlerinin üniversite içerisinde çeşitli binaları veya odaları işgal etmesi kolaylaşıyordu. Yaklaşık 2,5 sene kadar önce yasa kaldırıldı, üniversiteler bünyesinde bulunan birçok işgal edilmiş alan zor yoluyla boşaltıldı. Binio’nun da benzer bir saldırıya uğramasının önünde şu anda yasal bir engel yok. Tek engel bizim varlığımız.

Vakt-i zamanında bina Midilli’de hatırı sayılır bir toprak zengini olan Binio (Mpineio) ailesinin mülkü. 70’lerde çıkarılan bir yasa devlete, özellikle sağlık veya eğitim alanında kullanılmak üzere yapılan mülk bağışlarına karşılık bağış yapan kişilere veya kurumlara vergi affı öngörüyor. Binio Ailesi de bu yolla zamanında üniversiteye binayı bağışlıyor. Bizim işgal ettiğimiz bina halihazırda sosyoloji ve antropoloji bölümlerine ait olsa da aslen bir ahır. Hayvan yalakları hala bahçemizde duruyor. 2006’da özellikle anarşist üniversite öğrencilerinin yoğun olduğu bir grup bu binayı işgal edip, yavaş yavaş onarmaya ve kullanılabilir hale getirmeye başlıyorlar.

Sonrasında 2009 ve devamından itibaren de yavaş yavaş daha uluslararası bir bünyeye katılmaya başlıyor Binio. Çünkü burası hep göçmenlerin bir giriş alanı. Hem de 2009’da önce Midilli’de sonra Türkiye’de yapılan ‘No Border Kamp’ hazırlanıyor. Türkiye’deki yanlışım yoksa Dikili’de. Bunu Midilli ile Türkiye arasında bir köprü olarak başlatıyorlar ama No Border kampının Midilli ayağı kıta Avrupa’sından çok büyük bir ilgi görüyor. Çok fazla insan gelip gidiyor ve o dönemde Pagani kasabasında bulunan 300 kişi kapasiteli bir geri gönderme merkezi var. Bu kamp vesilesiyle adaya gelen insanlar, göçmenlerle de ortak hareket ederek bu geri gönderme merkezi çevresinde eylemler yapıyorlar ve binayı bir şekilde işgal ediyorlar. Ardından gelişen süreçte de göçmenlerin tamamı salınıyor ve bu geri gönderme merkezi kapatılıyor.

Derken 2015 gibi Suriye’den gelen göç kolları artık 1 milyonlarla tartışılmaya başlanınca müthiş bir dayanışma ve politik bir duygudaşlık ortaya çıkıyor. Bir şekilde o zamandan beri, daha ulus aşırı, dayanışmacı ve birden fazla dille etkinlik veya örgütlülüğünü götürmeye çalışan toplantılar yapan bir mekâna dönüşüyor Binio. Yani belki o anarşist tandanslı çıkışını enternasyonal bir yapıya ulaştırıyor. Tek bir ideolojiden ziyade birden fazla farklı fikriyatın, ideolojinin yan yana neler yapabileceğini, böyle bir asgari müşterekte neler tartışabileceğini konuşan bir yere dönüşüyor bugün.

‘BİZ DE GÖÇMENDİK’ DUYGUDAŞLIĞI

Aslında 2015 dediğimiz zaman ada için oldukça kritik bir dönüm noktası ile karşılaşıyoruz. Bu tarihten itibaren daha farklı şekillerde, mülteci akışından kaynaklanan siyasi bir bağlamda Midilli gündemimize gelir oldu. Adada toplumsal ve siyasi anlamda 2015’ten sonra neler değişti?

Bu soruyu iki ayakla cevaplamaya çalışlayım. “O zamandan bu zamana ne değişti?” bizim de çok sorduğumuz bir soru bu. Adanın kuzeyinde Sykaminea Köyünde yaşayan anneannelerin bir fotoğraftan dolayı Nobel barış ödülüne aday gösterilme süreçleri vardır. Kuzeyinde kaldığı için Çanakkale’nin güney tarafından gelen bir göçmen grubunun oradaki anneanneler tarafından çok sıcak karşılandığı, bir bebeğin bir tane anneannenin elinde, bebeğin annesinin de güler yüzle ufka baktığı bir fotoğraf karesi var.

 Sykaminea Köyü, mültecileri karşılayan anneanneler

Bu fotoğraf üzerinden oranın köylüleri Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildiler. Görece o dönem içerisinde oradan gelen insanlarda aslında hem ulus aşırı bir ölçekte hem de yerelde çok kuvvetli bir anlayış vardı, “Biz de göçmendik!” duygudaşlığı… Adanın merkezinde bulunan ve aslında talihsiz bir biçimde bugünkü kampa bakan bir anıt heykel var. Yanlışım yoksa 1922’de mübadele ile adaya gelen Küçük Asyalı mübadillerin çektiği acıları, çileleri hatırlamak ve bir daha yaşanmamasını dilemek üzerine yapılmış bir heykel. Midilli’de önemli bir mübadil kökenli nüfus var. Türkçe kökenli soyadlarıyla karşılaşman mümkündür. Dolayısıyla 2015’te böyle bir duygudaşlık da vardı diye düşünüyorum. Yani insanlar “Benim de ninem, benim de dedem göçmendi. Biz bu çilenin ne olduğunu biliriz” duygudaşlığı ile yaklaştılar. En azından görünür ölçüde diyelim.

Küçük Asyalı mübadillerin acılarını hatırlamak ve bir daha yaşanmamasını dilemek için 1922’de dikilen heykel. /Midilli adası

‘TOPLUMSAL HAREKETLER YOĞUNLAŞINCA MİLLİYETÇİLİĞE YAPIŞAN DEVLET YAPISI’

Ama aynı zamanda, dönem dönem tepende F-16 uçaklarının uçup it dalaşı yaparken seslerini duyduğun, ordu faaliyetlerinin yoğun yaşandığı bir ada olduğunu unutmamak gerekiyor. Buranın yerelindeki insanların taşıdığı ciddi bir ‘Türkiye korkusu’ var. Toplumsal hareketlerin güçlendiği her dönemde -benzer şekilde Türkiye’de olduğu gibi- milliyetçiliğe hemen yapışan bir devlet yapısı var Yunanistan’da da. Ve bu milliyetçilik sınır adalarında veya sınır bölgelerinde çok yüksek derecede kullanılıyor. Türkiye’nin izlediği dış politika da buna çanak tutuyor elbette. Yunanistan’a hitaben ‘Bir gece ansızın gelebiliriz’ gibi açıklamalar, sınır bölgelerinde yaşayan halkın korkularını ve tedirginliklerini arttırıyor.

Dolayısıyla 2015 sürecinde de Midilli’nin böyle bir ‘bipolar’ durumu var. Bir yandan tarihi bellek “Benim de ninem, dedem, yayam göçmendi” ama bir taraftan da göçmenlerin rotada bulunan bir ülkenin devlet tarihi, devlet politikasından ürkme ve bunun sürekli alttan alta Yunanistan devleti üzerinden beslediği bir işgal korkusu…

Moria Kampı, Midilli Yunanistan
MORİA KAMPI’NIN DÖNÜŞÜMÜ

Midilli’deki mültecilerin yaşam koşulları özellikle Moria’daki kamp ile birlikte dünya çapında ses getirmişti. Bugün kamp artık faal değil ancak Moria’nın adanın toplumsal ve siyasi yapısına etkisi ne oldu?

Aradan bir beş sene geçiyor, 2020’lere geliyoruz, tam bu Covid-19 ve kapanma dönemi. Moria Kampı Yangını[1] oluyor. Moria Kampı Yangını’nın önemli tarafı şu: Moria’nın ilk kuruluş biçimi de yine terk edilmiş askeri bir istasyon ile başlıyor. SYRIZA döneminde kuruluşunda temel amacı, insanların bir an önce kayıtlarının yapılıp, sığınma başvurularının bürokratik işlemlerinin yapılması.

Moria Kampı, yangından sonra

Fakat o dönemki göç politikası bu tip ‘alım ve kimlikleme merkezleri’ (İngilizcesi ‘reception and identification center’ diye geçiyor) yavaş yavaş kalıcı kamplara dönüştürdü. Buradaki en büyük meselelerden bir tanesi tabii ki biriken bürokrasi işleri. Yani kâğıt meseleleri çok fazla vs ve buna dair devlet bütçesi ayrılmıyor. Bunun için daha fazla insan çalıştırmak lazım örneğin…

STK’ların veya ‘ulusüstü’ BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) gibi BM bünyesinde faaliyet gösteren grupların yardımıyla işliyor işler. Bunlar da koordinasyon açısından bir sürü problem doğuruyor… Bir ayağı bu. Bir diğer ayağı da tabii ki AB’nin genel göç politikasının uzun yıllardır sınırları dışsallaştırma üzerine gitmesi. Yani Avrupa’nın içerisine doğru insanların gelmesini önleyecek, Avrupa’nın dışarısında ya da dışarısına en yakın sınır bölgelerini tampon bölgelere çevirmek.

En büyük ayağı tabii ki 2016’da AB-Türkiye anlaşmasıdır bunun. Beri yandan Yunanistan yıllardır ‘göçmen nüfusunun adil paylaşımı’ diye, yani gelen göçmen sayısının ülkelere eşit ve kaldırabilecekleri yük çerçevesinde paylaştırılmasını talep ediyor. Eh bu da gerçekleşmiyor. Tersine AB devletleri de bir şekilde ya göçmenleri Türkiye’de veya Fas, Tunus, Libya gibi daha önceden bu tip benzer anlaşmalar yaptıkları ülkelerde tutmaya çalışıyorlar. Ya da geldikleri ülkelerde kalabilmeleri için de ellerinden geleni yapıyorlar kapı kapatma açısından. Dolayısıyla 2020’de aslen 3 bin kişi için tasarlanmış Moria Kampı, yaklaşık 20 bine yakın bir nüfusa ev sahipliği yaptı. Daha doğrusu ‘yapamadı’.  Çünkü sınırlar kapalıydı o dönemde, Türkiye ve Yunanistan arasında hiçbir sınır alışverişi yok, dolayısıyla bir ‘deport’ işlemi gerçekleştiremiyorsun. Beri yandan insanlar gelmeye devam ediyorlar. Ama koşul yaratamıyorsun veya yaratmıyorsun. Bu akımı kesmek namına yapılan geri itme (pushback) pratikleriyle de ilk defa bu dönemde karşılaşmaya başladık.

Limanda zorla tutulan göçmenler AB-Türkiye anlaşmasına karşı eylem yapıyorlar. 
‘NE GÖÇMENLERİ RAHATSIZ EDEYİM, NE YERELDEKİLERE DOKUNAYIM’

Bu dönemde işte Moria Kampı’nın genişlemesi yerel halkın işlettiği zeytinliklerin içine işledi. Yani kampın sınırları otomatik olarak büyüdü. Kendi çadırlarını kurabilmek için bu süreçte ne yazık ki bir sürü insan kışın ısınmak veya kendilerine yer açmak için o bölgedeki zeytinlikleri kestiler. O dönem devlet oradaki yerel halka değerinin çok çok altında telafi teklif etmekle beraber (önemlidir, köylülerin büyük bir kısmı bu teklifleri kabul etmedi), kasıtlı olarak bu sürece dahil olmayı reddetti, dahil olmaya çalışan kurumları, belediyeleri ve yerel örgütlenmeleri sürecin dışına itti. Yunanistan Devleti bu dönemde “Ne göçmenleri rahatsız edeyim, ne yereldekilere dokunayım” gibi bir politika izledi. Bu da o 2015’teki sıcak karşılama hikayesini yavaş yavaş göçmenlerden ürken, veya onları düşman görmeye başlayan insanların ortaya çıkmasına vesile oldu. Ne yazık ki burada Yunanistan sağının genel olarak dünyada esen göçmen karşıtlığını önemli bir silah olarak kullandığına tanık olduk.

Kampın bulunduğu Moria’nın da nüfusu yaklaşık yanlışım yoksa yine bir 3-4 bin kişi, belki daha azdır. Böyle bir köy düşün. Bu köyün yanında 20 bin civarı kişinin yaşadığı bir kamp var. Ve buradaki insanlar gelip o köyden alışveriş etmek durumundalar. Bu 3 bin kişilik grubun yanına onun neredeyse 10 katı bir grup getirdiğinde insanlarda korkunç bir zenofobi ve tedirginlik yaratıyor. Ne yazık ki bir alternatifini de sunamadığımız için insanlar direkt milliyetçiliğe ve prekaryanın o ilk temel korkusuna, göçmen düşmanlığına, yabancı düşmanlığına sarıldılar.

Moria Kampı yangını sonrası başka kamplara gitmeyi reddeden mültecilerin eylemi. 
‘BALKONA BAYRAK ASMA ESKİDEN AYIPLANIYORDU’

Tarihinde sol bir ada olarak biliniyor. Bir anda siyasi ruh halini keskin bir şekilde değiştirmesinden bahsetmek gerekirse eğer, insanlar bu noktada sorumlu olarak neleri, kimleri gördüler? Sokakta neler konuşuldu, neler yaşandı? Yabancı düşmanlığının tavan yaptığı dönemlerde gündelik hayat nasıl işliyordu? 

İlk hikâye tabii ki kamusal alanın bu sağ diskura kapılması. Yani kamusal alandaki eylemliliklerden tut da göçmen görünürlüğüne kadar her alanda bir şekilde bir sağcılığın yükselişi. Mesela evlere, dükkanlara bayrak asma meselesi. Bu çok büyük bir örnek, Türkiye’deki gibi değil. Burada benim geldiğim dönemde de öyleydi, insanlar ayıplıyorlar birbirlerini balkonuna, kapısına bayrak asarlarsa. Ama bir anda işte hangi dükkân hangi pozisyonda olduğunu ifade ettiği bir şeye evirdi kendini.

Eylemlerde de benzeri bir dönüşüm oldu. Atıyorum “Bir daha kamp yapılmasını istemiyoruz, bu kamp kapatılsın” gibi eylemlere çok fazla insanın büyük bir sağ tandansla katıldığına da tanık olduk. 2018’de temelde pogrom sayılabilecek, yani siyasi bir dayanağı olan, ama belki pratikte pogrom demenin pogromlara dair bir haksızlık ettiğini düşündüğümüz bir olay yaşandı. Göç politikalarını protesto eden temelde Afgan ve Suriye kökenli göçmenlerin adanın merkezindeki Sappho Meydanı’nda toparlanıp “Biz bu meydanı terk etmeyeceğiz” dedikleri bir eylem oldu. Çadırlı bir işgal gibi değildi ama “Bu mesele çözülene kadar buradan ayrılmıyoruz” dediler. Göçmenler yaklaşık 100 kişilik bir grupsa, etrafını çeviren belki 500-600 kişilik çok kalabalık gruplar bu insanları neredeyse linç edeceklerdi. Daha da kötüsü araya bariyer olarak giren polis de meseleyi dışardakilere çok dokunmayıp içerideki göçmenleri dövmekle meşgul oldu.

Kent merkezinde göçmenler ve Binio Kollektifleri ortak eylemi
‘SİVİL’ KİMLİK KONTROLLERİ

Beri yandan 2020 ve sonrasında en çok yaşanan olay özellikle köylülerin, merkez ve civardaki anayolları kapatıp kimlik kontrolleri yapması.  Zaten göçmen olarak oradan geçemiyorsun, kesin saldırıya uğruyorsun. Ama temel dertleri “STK çalışanları kimler? Burada sivil toplumda kim çalışıyor” sorusuna yanıt bulmak. Zira adada bu sağ grupların herhalde en büyük korkusu göçmenlerin ortak ve politik bir hatta hareket etme potansiyelleri. Bu nedenle bunu körükleyecek bir hamle olarak doğrudan göçmenlere değil, onlarla çalışan veya bu alanda STK’larda veya sosyal hizmetlerde vs çalışan veya adada göçmenlerle dayanışma gösteren insanlara saldırmak oluyor.

Dolayısıyla bu STK çalışanlarını korkutup, yıldırıp “Bunlar giderse, bu göçmenlere giden para da gider. O para giderse bu kamp da kapanır, bizim de derdimiz çözülür” gibi bir anlayışla yürüyen bir olaylar silsilesi gerçekleşti. Ve özellikle Moria’nın yanmasından sonra çok sık, ‘yol kapat ve kimlik kontrolü yap’ uygulaması oldu. Polis de hiçbir zaman karşı duruş sergilemedi. Tam tersine, adadaki 2019’daki yerel seçimlerden sonra belediye başkanı olan ve Yeni Demokrasi’ye yakın Moutsouris memnuniyetle gidip bu yol kapatan köylülerle beraber ‘dayanışma’ gösterip, onların yanında durup “Elbette ki ben başkan olduktan sonra buraya asla bir daha kamp yaptırmayacağım, burayı da kapatacağız” gibi sözlerle orada kendine bir destek de gördü büyük ölçüde.

‘ADAYA GELEN AVRUPALI SAĞCILARA ANTİFAŞİSTLER MÜDAHALE ETTİ’

Bu sağ kesimler kimlerden oluşuyor tam olarak? Adanın yerlileri mi? Yoksa dışarıdan gelenler de var mı? Ya da süreç içerisinde değişen dönüşen kimseler mi? Nasıl tanımlayabiliriz bu grupları?    

Benim açımdan anlaması güç çünkü çok girift yapısı olan bir grup. Tek tek böyle homojenize kabul etmemek lazım ama Yunanistan’da diyelim milliyetçiliğin ya da sağcıların mihenk taşları neyse onun etrafında örgütlenmeyi başaran çeşitli gruplar dönem dönem birbirleriyle ortak hareket ediyorlar. Yani işte bu Ortodoks Hristiyanlık olabilir, bu Antik Yunan üzerinden kurulan ve süregeldiği düşünülen Yunan milliyetçiliği olabilir, atıyorum Altın Şafak gibi daha “Bizim haricimizde kim varsa düşmanımız” diyen, açık açık Nazi sempatizanlığı taşıyan bir grup olabilir vs.

Buradaki genel formları, dükkan sahipliği, esnaflık veya esnaf örgütleri etrafında kurulmuş ‘Demokrat Yunanlar’ ‘Özgür Yunanlar’ gibi isimlerle dönem dönem toplanan gurupların yaptığı, adanın merkezinde bulunan ve Türkiye’ye doğru bakan büyük haç heykeline yürümek… Pazar günleri burada da yapılan bir askeri tören oluyor her hafta. Sahildeki askeri geçit törenine katılan ve orada sadece sloganlar atan vs gruplar… Bir yandan da bunun daha ‘köy’ ayakları var.

Aynı dönemde buraya – özellikle Moria’nın yangınından sonraki dönemde- Almanya’dan, İrlanda’dan birebir aşırı sağcı diyebileceğimiz insanların gelip, “Yunanistan bizim AB’deki göçmen işgaline karşı kalkanımızdır, bravo Yunanlar!” diye destek verdikleri de oldu. Bunlar, yerelde politik faaliyet gösteren daha antifaşist gruplarca bir şekilde tartaklanıp adadan gitmeye zorlandılar. Bu da bize sağcı furyanın aslında örgütlü bir yapısının da olduğunu gösteren bir şey. Yani hem Yunanistan içerisindeki sağ grupların veya sağ tandansta yanyana durabilecek insanların bir şekilde uluslararası bir temasının olduğunu gösteriyor.

UKRAYNA SAVAŞINDAN SONRA ‘STKLARIN GÖÇÜ’

Midilli’de her zaman için göç bir gündem ancak Ukrayna’daki savaş adadaki mülteci gündemini nasıl etkiledi? 

İnsanın midesinin bulanmaması için hiçbir sebep bırakmıyor bize ne AB’nin kendi kurumları, ne medyası ne de buna alternatif olduğunu iddia eden insanların söylem geliştirme biçimleri. İnsanın hakikaten ağzında çok kötü kül tadı bırakan ve sağa sola baktığında “Vay arkadaş! Döndük dolaştık nerelere geldik” dedirten bir hal var.

Burada var olan insani yardım kuruluşları ve STK’lar, uluslararası birimler elbette hemen küçülme yoluna gidip bütün insan güçlerini Polonya’ya veya Ukrayna sınırındaki ülkelere aktarmaya başladılar. Dolayısıyla böyle çok hızlı bir ‘beyin göçü’ yaşandı denilebilir. Buradaki gidişatın oradakine nazaran o kadar acil afet halinde olmadığına kanaat getirip gidenler de var, kendi ekonomik korkularına kapılıp ayrılanlar da var. Bütün kuruluşlar fonlarını bu tarafa yönlendirince insanlar da “İş neredeyse biz oradayız” dediler. Bu bizim açımızdan, sevip saydığımız çok da değer verdiğimiz bir sürü insanın da kaybı oldu ne yazık ki.

Moria kampı yangınından kaçan mülteci kadınlar

Beri yandan diskur olarak bir değişiklik yarattı. Müslümansan, siyahsan, Afrika’dan geliyorsan, Ortadoğu’dan geliyorsan ‘terörist’ olabilirsin, ‘radikal’ olabilirsin. Böyle bir zenofobik İslam karşıtlığı üzerinden kurulan aslında ırkçı bir diskur var. Bu diskur Ukrayna’da çok talihsiz bir yere savruldu, bir taraftan işte bu ‘beyaz’, ‘Hristiyan’, vs… olan Ukraynalı göçmenler ‘iyi’ diğerleri ‘kötü’ gibi bir yere gidip bu hem ırkçılığı körükledi hem de Ukrayna’da yaşanan sefaletin, acımasızlığın üzerine bir gölge çekti. Çünkü bir bakıyorsun Matteo Salvini gibi İtalya’da aşırı sağcı La Liga Partisinin başkanı      çıkıp Ukraynalı göçmenlerle beraber fotoğraf verip “Elbette ki biz göçmenleri destekleyeceğiz” deyip beri yandan güneyde bütün kapılarını, limanlarını sivil kurtarma örgütlerine kapatıp ve günlerce göçmenleri bekleten veya kasti olarak ‘geri itme’ dediğimiz bu ‘pushback’lere sebep olmaya çalışan bir politikayı görüyoruz.

Öbür yandan aslında bu ırkçı fikriyatın -Batı kurumları üzerinden söylüyorum sadece AB değil bu- aslında değişmediğini de gösterdi bize. Yani Ukrayna’dan gelen beyazsan tamamsın, ama siyahiysen      Ukrayna vatandaşlığı veya oturma izninin olup olmamasına gerek yok… kaç kişi trenlerden indirilip o savaş bölgesine geri gönderildi. Yani sivil sayılmadılar. Demek ki aynı yabancı düşmanı, aynı zenofobik, aynı ırkçı diskurun tezahürü orada da devam ediyor bir şekilde.

Bu karşı bir göç politikasını ve sınırların ortadan kaldırılmasına dair kurmamız gereken politik dilin aslında ne kadar önemli olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor bize. Yani “Ukrayna’daki insanların gelişi kolay da Suriyeliye yazık, ben önce Suriyeli ile yanyana görünürüm” gibi bir ihtilaftan değil, dünyada aslında ‘sınır’ denilen kavramın ne kadar insan öldürmeye ve ne kadar toplumsal etiğe, insanların bir arada yaşayabilme kapasitelerine politik olarak örgütlenip karşı bir ses çıkartma pratiklerine ne kadar karşı bir yapı olduğunu tekrar hatırlatıyor bence bize.

‘KİMLİK POLİTİKALARI KAPİTALİZMİN KENDİ ARAÇLARINCA BİZE KARŞI KULLANILIYOR’

Tam da burada belki alternatif söylem üzerine konuşarak toparlayabiliriz. Mülteci sorununa baktığımız zaman özellikle burjuva bir yaklaşımı takip edecek olursak iki seçenek varmış gibi bir tablo çiziliyor önümüze: Ya göçmen karşıtı, ırkçı tutum; ya da siyasi derinliğinden arındırılmış bir ‘Mülteciler Hoşgeldiniz’ kampanyası. Elbette burada kastım bu sloganı küçümsemek değil. Sadece bazı açılardan sistematik bir analizden uzak naif ve derinliksiz bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Türkiye’de de insanlar mülteci gündemine bakarken sanki sadece bu iki seçenek varmış gibi okuyor. Fakat bu iki görüşten farklı bir alternatif var mı? Mültecilere siyasi arkaplanı sağlam inşa ederek nasıl hoş geldin diyebiliriz? 

Binio’daki tüm eşimiz dostumuz eşrafımızın da zaten bu dikotominin haricinde bir şey yaratma inancımızla hareket ediyoruz. Bahsettiğin yerden sadece ‘Mülteciler Hoş geldiniz’ deyip ardını doldurmayan bir sözün, ne bileyim ‘Irkçılar dışarıya çıkın’ demekten çok bir farkı olmuyor. Yani altını dolduran yapıyı biraz incelemek lazım.

Orada da bu kimlik politikalarının aslında Batı’da nasıl bazı ölçülerde kapitalizmin kendi araçları tarafından bize karşı kullanıldığını görüyoruz aslında bakarsan. Yani bu dünyaya feminizm gibi, queer gibi kavramları armağan eden ve bizim sözlüğümüze sokan çok kıymetli toplumsal mücadeleler, bir ‘toplumsal mücadele’ olarak anılmıyorlar artık bu bahsettiğin sadece ‘mülteciler hoşgeldiniz’ diyen insanlar tarafından ama bir yaşam tarzı olarak algılanıyorlar. Yani daha kabaca söyleyeyim: Sanki ırkçılık üç-beş tane kötü-hastalıklı insan var toplumda, biz onları düzeltirsek ırkçılık ortadan kalkar gibi bir söyleme iniyor. “Bak ben kötü sözler kullanmıyorum, kimseyi aşağılamıyorum, kimseden nefret ettiğime inanmıyorum, dolayısıyla ben ırkçı değilim, sen de böyle olmalısın” gibi bir kabasallığa iniyor.

Halbuki ırkçılık da, göçmen karşıtlığı da, kadın bedenine eziyet de, eşcinselleri insan görmemek de… bunların hepsi bütünsel olarak sistemin bir adaletsizliğinin ürünü. Ve bu adaletsizlikten yararlanan ciddi bir kapital ilgi ve onun etrafında doğan korkunç neoliberal, paranın sınır tanımadığı ama insanların sürekli sınırlar arkasına ve hapishaneler içerisine itildiği bir düzene işaret ediyor.

Yani ırkçılık asla ve asla münferit olayların yan yana gelmesi değil; ırkçılığa bu düzenin ihtiyacı var ki bir siyahi göçmeni beyaz bir Avrupalı işçiden daha iyi sömürebilsin. Biz en azından uğraşıp ses getirmeye çalıştığımız bir ‘kök neden’ yani ‘root-cause’ dediğimiz bir hikaye inşaat etmeye çalışıyoruz: İnsanları yerinden eden düzenle insanlara bu topraklara ulaşmayı zorlaştıran, onları geri iten, onları parmaklıklar ardına sokan, onları sürekli kriminalize eden düzen, aynı düzen ve ikisi birbirinden faydalanıyor. İkisinden de para kazanıyor ne yazık ki.

Bunların tamamında biz işte o yüzden sadece “Mülteciler hoşgeldiniz” değil; “Mülteciler buraya geldiniz ve sömürülmeyeceksiniz, tıpkı burada duran bir işçinin bir kadının hakkını savunduğumuz gibi sizin de hakkınız bizim hakkımız. Senin de sömürülmen eşittir benim de sömürülmem. Birimiz özgür olmadan diğerimiz de olamıyor” gibi altını çizmeye çalışacağım. Yani göçmenlerin politik faaliyetlerini, politik aktivasyonlarını veya militanlıklarını sadece empati seviyesine indirmeyen, onların geliştirdiği politik dili, pratikleri anlamaya çalışan ve onları kendi geleneğiyle kendi bilgisiyle kendi diliyle beraber nerelerde buluşturup yeni bir dili nasıl üretebiliriz diye kafa yormaya çalışan bir hattı çizmeye çalışıyoruz. Bunun da en başında sınır dediğin şey, ulus devletler açısından sömürüyü kuvvetlendiren bir yapı, dolayısıyla sadece “Mülteciler hoşgeldiniz” değil, “Biz de hoşgeldik” biz de bir nevi bu sınırlar varken yersiz yurtsuzuz, o yüzden sınırları da kaldırmak lazım.

Kişisel olarak ben, içerisinde bulunduğum Binio ve dahilindeki kolektifler bir arada, beraber nasıl yaşayacağımıza dair kafa yormaya, yani bu kohabitasyon ihtimallerimizin ne olduğuna, göçmenleri toplumdışı unsurlar olarak görmeyen, dolayısıyla onların entegrasyonundan bahsetmeyen, onları da toplumların bir parçası olarak kabul eden bir fikriyatı beraberce araştırmaya ve buna dair beraber cevaplar üretmeye çalışan bir tarafa evirmeye çalışıyoruz.

[1] Konu hakkında daha detaylı bilgi için: 

https://www.gazeteduvar.com.tr/konuk-yazar/2020/09/17/moria-avrupanin-ve-dunyanin-sinirinda-bir-yangin 
https://www.gazeteduvar.com.tr/olaganustu-halde-asili-kalmak-gelecek-zaman-kipinde-yurttaslik-haber-1507631 
https://birartibir.org/hapishanede-isyan/ 
https://birartibir.org/hapishane-icinde-hapishane/

https://www.gazeteduvar.com.tr/midillinin-multeci-gundemi-balkona-bayrak-asmak-eskiden-ayiplaniyordu-makale-1595167

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın