Bu filmi seyrettikten sonra bir İzmirli olarak İzmir’in kurtuluşunun 100. yılında biz ne yaptık diye düşündüm. Aklıma Tarkan’ın bilabedel verdiği o muhteşem konser geldi. Duygulandım.
Bahar Akpınar
Türkiye gündemi insanın başını dış dünyaya çevirmesine izin vermese de dışarıda Türkiye ile ilgili ilginç şeyler oluyor. Geçtiğimiz hafta bunlardan birine denk geldim. Yunanistan yapımı Smyrna (İzmir) adlı bir film son haftalarda İngiltere’de pek çok sinemada gösterime girmeye başlayınca bir İzmirli olarak haliyle hemen ilgimi çekti. Tanıtım bültenlerine, fragmanlarına ve sosyal medyada paylaşımlarına bakınca bu ilgim derinleşti. Geçtiğimiz Pazar günü Londra’da seyretme imkanı buldum. O günden beri hem bu yazıyı, hem seyrettiklerimi hem de konuyla ilgili okuduğum pek çok şeyi düşünüyorum. Gelin önce filmden başlayalım.
GERİ PLAN BİLGİLERİ
Tam adı Smyrna My Beloved (Sevgili İzmir’im) olan film, aynı zamanda kadın başrol oyuncusu olan Mimi Denisis’in aynı adlı tiyatro oyunundan beyaz perdeye uyarlanmış. Yunan sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ve en pahalı yapımı olan ve Yunan basınında ‘İyonya kültürünü yüceltmesi’ yönüne dikkat çekilen film, İzmir’in yıkımının 100. yıldönümü için özel olarak hazırlanmış. Buradan da anlaşılacağı gibi film, İzmir’in Yunan işgali altında olan döneminde geçiyor. Ancak filmde bunun bir işgal dönemi olduğu belirtilmiyor. Şehir sanki yüzyıllardır Yunan egemenliğindeymiş gibi bir anlatı ile başlıyor. Bu anlatı tarihsel tanımlarda da belirleyici olmuş. Zira filmin tanıtım bültenlerinde ve sosyal medya paylaşımlarında 1922 İzmir’in Yıkılması, İzmir Katliamı, Asia Minor (Küçük Asya) Felaketi olarak adlandırılıyor. Konuyu dolandırmadan can alıcı noktayı hemen başta belirteyim ki yazıyı o çerçevede okuyabilin. Bu film Yunanistan’ın uzun zamandır izlediği 1914 -1922 yılları arasında Pontus ve Küçük Asya’daki Rumların Türkler tarafından soykırıma uğradıkları iddiasının kültürel ayaklarından birine çapalanmış. Tanıtım bültenlerini okuyunca söz konusu soykırım politikalarını görünür kılmak için çekilen bir sinema filmi olduğu anlaşılıyor. İddia ne kadar mesnetsizse, film de gerek sinematografik olarak, gerekse tarihsel gerçekleri yansıtma konusunda o derece taraflı ve güçsüz. Ancak görsel açıdan etkili sahnelerle dolu, atmosfer kurmada başarılı bir yapım.
Biraz araştırınca Eylül 2021’de Yunan televizyon kanalı ANT1’de dört bölümlük mini dizi olarak gösterilen film, bu yıl 8 Aralık’ta Amerika Birleşik Devletleri’nde 700 sinema salonunda tek gecelik gösterime girdiğini öğreniyoruz. Öncesinde, 29 Kasım’da New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler Daimi Misyonu himayesinde bir gala gösterimi gerçekleştirilmiş. Smyrna, 11 Ocak 2023’te Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda gösterilecek.
Yönetmenliğin Grigoris Karantinakis’in yaptığı filmin senaryosu Mimi Denissi, Martin Sherman’a ait. Ağırlıklı olarak Yunan oyunculardan oluşan filmde Türkiye’den Burak Hakkı da rol alıyor. Gelin biz şimdi beraberce filmi satırlar üzerinden izlemeye başlayalım.
YENİ BİR TARİH YARATMAK MI? NEDEN OLMASIN
Filmin başında Midilli kıyılarına yaklaşan bir mülteci botunu görüyoruz. Onlar kıyıya yaklaşadursun yaşlı bir kadın koşarak gelerek yardım edilmesi için yalvarmaya başlıyor. Bu kadının Suriyeli mültecilere destek olmak için torunuyla birlikte Midilli’ye gelen Yunan kökenli Amerikalı Filio Baltatzi olduğunu öğreniyoruz. Torunu ile konuşurken çantasından bir defter çıkararak konuyu kendi geçmişine, İzmir’e getiriyor. Titanik filminin başlangıcında hikayenin yaşlı kadının anılarından çözülmesini anımsatan bu sahnenin filmin geri kalanıyla bir bütünlüğü yok. Dahası Suriyeli mültecilerin hayatta kalma mücadelerini kendi sözde soykırım iddiaları için kullanmaktan çekinmeyen bu açılış sahnesinden filmin yazılı tarihi kendi işine geldiği gibi yeniden şekillendireceği mesajını da alıyoruz. Torunun sayfaları çevirmeye başlamasıyla 1916 yılının İzmir’ine, Baltazis ailesinin İzmir, Kordon’daki evlerine gidiyoruz.
Ana hikâye 1916 yılında, İzmir’in şurup gibi dediğimiz güneşli günlerinden birinde başlıyor. Filmin merkezinde Kordon’da iki katlı büyük, bahçe içinde bir evde oturan Baltazis ailesi var. Baltazis’ler zeytinyağı işi ile uğraşan, varlıklı, kentin önde gelen ailelerinden biri. Bir kız, bir oğlan çocukları olan ailenin büyükbabası da onlarla birlikte yaşıyor. Kahyaları, şoförleri, mutfakta ve evin temizliğinde birçok yardımcıları olan kalbur üstü bir aile. Filmin iki Türk karakterinden biri şoför Halil rolünü oynayan Burak Hakkı ve evin kahyası olan babası.[1]
Osmanlı döneminin ve elbette işgal yıllarının İzmir’i Levanten kültürün baskın olduğu, Türklerle beraber İtalyanların, Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların yüzyıllardır kozmopolit bir yaşam sürdüğü bir kent olmasına karşın bu yaşamı filmde göremiyoruz. Film kendi politik ajandasına uygun olan karakter seçimiyle ilerliyor. Buna göre o dönem İzmir’de sadece Rumlar, az sayıda Türk ve Ermeni yaşıyor. İtalyanlardan ve Yahudilerden hiç bahsedilmemiş. Haliyle karakterler arasında kurulan ilişki de sorunlu ve sınıfsal. Baltazis’ları, kentteki İngiliz ve Amerikalı diplomatik gözlemciler ile aynı statüde, davetlerde, operada, isim günleri kutlamalar yaparken, Türkleri ise alt sınıf esnaf, kahya, şoför, Arap kıyafetleri ile temsil edilmiş soyguncu, barbar ve katiller olarak görüyoruz.
Filmde sadece bir Ermeni karakter var. O da 1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybeden ve sürekli olarak Türklerin bir gün gelip onları da katledeceğini dile getiren Takoui. Nasıl filmin başında Suriyeli mültecilerin acıları filmin asıl amacına uygun olacak şekilde kullanılmışsa, Takoui’nin acısı da aynı şekilde, Yunan soykırım argümanına hizmet edecek şekilde kullanılmış. Hissettirmemiş. İki replikle dokunulup geçilmiş. Filmin başka insanların acılarını göz ardı ederek, tüm bunları kendi sözde soykırım argümanı doğrultusunda kullanması bırakın sanatı, insani açıdan çok sorunlu bir tutum. İnsan izlerken rahatsız oluyor. Ne var ki bu tutum filme bolca serpiştirilmiş durumda.
Türklerin filmdeki temsilinin böyle bir kurguda sürpriz olmayacak şekilde yanlı olduğundan bahsetmiştim. Biraz detaylandıralım. Türk mahallesi denilen yeri filmin hemen başında kısacık bir sahnede görüyoruz. Bu sahnede yüzyıllardır bir arada yaşayan bir halkken, kendi halinde sıradan işlerle uğraşan baharatçısından berberine Türkler tehdit unsuru olarak beyaz perdeye yansıtılıyor. Filio’nun bir Türk baharatçıdan alışveriş yapması adeta bir kahramanlık göstergesi. Bir de can sıkıcı baklava meselesi var. Anlaşılan Yunanistan için baklava da, en az soykırım kadar önemli bir milli mesele. Film içinde olur olmadık yerde baklava ve Yunan kültürü içindeki yerine maruz kalıyoruz.
Konunun bir de romantik yanı var. Smyrna, kurulan aşk ilişkileri ile yer yer filmi romantik bir dönem filmi olmaya yaklaştırır gibi olsa da, gerek karakterlerin derinlikli kurulamamış olmasından, gerekse ısrarla çekilen ‘bakın Türkler bize nasıl zulmetti, nasıl soykırım yaptı’ teli nedeniyle bu hikayeler hayli savrulmuş. The Guardian’da yayınlanan eleştiri yazısında Phil Hoad’ın ‘Wikipedya karakterleri gibi dolaşıyorlar’ dediği bu inceliksiz kişiselleştirmeden payını alan karakterlerden biri de tek Türk karakteri diyebileceğimiz Halil.
Ailenin şoförü olan Halil ile Filio arasında tek taraflı aşk hikayesi var. Bir iki replikle haberimizin olduğu ama duygusunu asla hissedemediğimiz bu ilişkide Halil, babası tarafından kulağı çekilerek imkânsız hayaller kurmaması için uyarılıyor. Babasının yaptığı tek uyarı bu değil. Filmde birkaç kere ‘oğlum seni onlar okuttu, saygısızlık etme’ sözlerine ‘okuttular da ne oldu, şoför olmam için okuttular’ gibi cevaplar veren Halil’in yaşadığı hayatla çeliştiğini, Baltazis’lara içten içe bilendiğini sezer gibi oluyoruz. Ancak gerek metin, gerek görüntü gerekse oyunculuk üzerinden maruz kaldığımız sığlık bizi anlama halinden alıkoyuyor.
Halil aynı zamanda onların koyunlarında besledikleri yılan. Bunu hissettirmek için kaba göstergeler kullanmayı seçmişler. Hele bir ciğer doğrama sahnesi var ki dillere destan. Şoför olarak bildiğimiz, neden mutfakta ciğer doğradığını anlamadığımız Halil, evin Rum ahalisinin Türkler aleyhine söylediklerini dinlerken keskin bir bıçakla elleri kan revan içinde ciğer doğruyor. Kameranın ciğere ve kanlı ellere yakın çekim yaptığını söylememe gerek yok herhalde. Bu kaba göstergelerden bolca var. Ben bu filmi, on kadar Yunan ile birlikte tek Türk olarak izledim. Şu kadarını söyleyeyim, bazı sahnelerdeki abartılar Yunan seyircileri bile güldürdü. Film boyunca çıtanın giderek yükseldiği felaket anlatısında finale geldiğimizde ‘bu kadar da olmaz’ noktasında buluşmak bir İzmirli olarak bir parça iyi hissettirse de, Smyrna’nın konusunu daha çok anlatıp asıl meseleden uzaklaşmak istemem. Kaldı ki, fragmanlarına baktığınızda da film hakkında bir fikriniz oluşacak eminim. O nedenle yazının bu bölümünde kısaca Türkiye’de hiç konuşulmayan, bilmediğimiz ancak Yunanistan’ın yıllardır planlı biçimde izlemekte olduğu soykırım politikasına kısaca bakalım derim.
NEDEN BİZİM DE BİR SOYKIRIMIMIZ OLMASIN?
Birinci Dünya Savaşı’nda da, Kurtuluş Savaşı’nda da soykırım diye bir terim yoktu. Polonyalı bir avukat olan Raphael Lemkin tarafından 1915 Ermeni Olayları sonrasında öne atılan bu terim, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1951’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edildi. Böylece yüzyıllar boyunca bilmediğimiz, kayda geçmemiş pek çok insanlık suçu birden tanımlanabilir bir hal kazandı. O günden günümüze kadar gelen süreçte Ruanda, Srebrenitza gibi alenen soykırım olan katliamların yanı sıra bir de soykırım iddiaları dönemi başladı. Yunanistan’da bu dönemi 1994’de başlıyor.
1994 yılında Yunanistan parlamentosunda alınan bir kararla, 1914 – 1922 yılları arasında Pontus Rumları ile İzmir başta olmak üzere Asia Minor denilen Küçük Asya’da yaşayan Rumların Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı kabul edildi. Yunanistan soykırım iddiasını, 1915 Ermeni olayları ile birlikte ve ondan güç alarak temellendirme çalışmakta. Bu olayların aslında bir Hıristiyan katliamı olduğunu ve birbirinden farklı düşünülemeyeceği iddiasını öne atarak kendi argümanını bu şekilde gerekçelendiriyor. İşte biz bu nedenle filmde bir Ermeni karakter görüyoruz. Filmin politik ajandasına yaradığı şekilde, yaradığı kadar. Konuyu dağıtmadan soykırım meselesine devam edelim.
Başlarda Kıbrıs Rum kesimi haricinde pek destek görmeyen Yunan soykırımı iddiası, zaman içinde farklı ülkelerde yaşayan ekonomik açıdan güçlü Yunan diasporanın konuyu sahiplenip, maddi kaynak sağlaması ile Yunan Soykırımı akademide ve uluslararası camiada kendine bir yer bulmaya başlıyor. 2010 yılında İsveç meclisi tarafından onaylanması ile konu rüştünü ispatlar bir hava kazansa da, İsveç parlamentosunun söz konusu oturumu anlatan tutanakları hayli ilginç. The Making of Greek Genocide kitabında Erik Sjöberg, meclisten çok az bir farkla geçen yasa tasarısına girmeden önce İsveçli parlamenterlerin orada bulunan Yunan yetkililerden bilgi almak için çok çabaladığı ancak ‘Hıristiyanlar katledildi, siz bu yasayı geçirin, Türkler bizden özür dilesin’den öteye gitmeyen cevaplar aldıklarını not düşerek, İsveçli parlamenterlerin konuyu çok da bilgi sahibi olmadan kabul ettiklerini anlamamızı sağlıyor. Ancak elbette bu kabul Yunanistan’ın soykırım iddiasında önemli bir aiama. Pontus Rumları ve Yunan Soykırımı olarak iki farklı olayı simgeleyen Yunan Soykırımı iddiası 2000’li yıllarda ABD’nin çeşitli eyaletlerinde kabul edilmeye başlanıyor. Öyle ki, 2021’de Joe Biden’in kabul etmesi konusunda baskılar yapıldığı belirtilen bu iddia 2015 yılında Ermenistan tarafından tüm haliyle, ondan öncesinde Hollanda, Avusturya gibi ülkelerce ve Avrupa Parlamentosu tarafından kısmen (Pontus) olarak tanınmış durumda. Yunanistan bir süredir 19 Mayıs’ı Yunan Soykırımı Anma Günü olarak kutluyor.
Araştırmalar için oluşturulan Greek Genocide Resource Center adlı kapsamlı bir web sitesi üzerinden konu hakkındaki çalışmaların merkezi olma yolunda ilerliyor. Holokost konusunda çalışmış biri olarak bırakın tarihsel doğruluk payını, kurdukları terminolojinin bile çok problemli olduğunu söylemem gerekiyor. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin 11 milyon insanı katlettiğini işaret eden ve yalnızca bu olay için kullanılan Holokost kelimesini alıp, İzmir Holokost’u diye bir başlık açmaları bu alanda çalışan herkes için hayret edilesi bir durum olsa gerek. Bu yetmezmiş gibi Naziler’in Holokost sırasında uyguladıkları Ölüm Yürüyüşü terimi de kendilerine adapte etmekten geri kalmamışlar.
Etik açıdan düşünüldüğünde insan bir başka insanın acısına saygıyla yaklaşır. Ondan kendine pay çıkarıp bir soykırım yaratmaya çalışmaz. Kaldı ki, Yunanistan aynı dönemde, aynı topraklarda katlettikleri Türkler hakkında sus pus. Ne bastıkları köylerden, ne ırzına geçtikleri kadınlardan söz ediyorlar. Oysa görmek istemedikleri kaynaklara dönüp şöyle bir baksalar askeri kışlada bulunan silahsız Türk askerlerinin teslim olmalarına rağmen yaylım ateşi ile nasıl tarandığını, Türk subaylarının nasıl süngülenip, Ali Nadir Paşa’nın Yunan askerleri tarafından tekmelendiğini, Türk sivillere karşı öldürme, yağma ve tecavüz olaylarını okuyacaklar. Bu yazıda bulunması için hazır konuya girmişken birkaç rakamdan bahsedelim.
İzmir’de işgalin ilk günü 400, 15 – 16 Mayıs arasında çevre köylerle birlikte yaklaşık 5000 Türk katledilir. Karaburun, Uzun Ada, Urla ve Foça’da Rumlar Türk evlerine saldırmaya, savunmasız insanları öldürmeye, mallarını yağmalamaya başlarlar. Bunlar işgalin ilk birkaç gününden, kabaca bulduğum birkaç rakam. Yaklaşık yedi yıl süren işgal sırasında İzmir ve çevresinde bu rakamların nereye çıktığını, yerleşik halkın neler yaşadığı malum. Yunanistan’ın Soykırım iddiaları kadar film de olayların bu yanına hiç bakmıyor. İzmir’i işgal edişini değil, kentin geri alınışını bir işgal gibi göstererek anlatmayı tercih ediyor. Bu elbette sıkıntılı bir durum ve eleştirmenler de bunun farkında.
The Guardian’daki eleştirisinde Phil Hoad bu konuyu es geçmemiş. Hoad yazısında ‘filmde zayıf ama rahatsız edici bir Yunan önyargısı da var, özellikle antik Helen varlığının “Küçük Asya”nın gerçekten onlara ait olduğu anlamına geldiğine dair devam eden iddialarda bu durum çok öne çıkıyor. Filmin sözde çok kültürlülüğüyle çelişerek tarihin daha kapsamlı bir şekilde kavranmasını engelleniyor. Smyrna anın sarhoşluğunu ve paniğini yakalar gibi görünse de, uzun vadeli perspektifi – tıpkı tarif kitabı kibrinde görüldüğü gibi – hastalıklı bir tatlı.’[2]
Bunları bir Türk olarak ben yazmış olsam, bana söylenmeyen kalmaz. O nedenle Phil Hoad’un bu eleştiri yazısını çok önemsiyorum. Önemsediğim bir diğer yazı Kıbrıslı bir olan Rum ekonomist ve sosyal bilimci George Koumoullis’a ait. Filmin konusunu aldığı tiyatro oyunu üzerine yazdığı yazısından senaryolaştırma sürecinde tarihsel gerçeklikleri metin dışında bıraktıklarını anlıyoruz. Uzun bir yazı oldu farkındayım ama ha gayret. Gelin buna da bakıp yazıyı tamamlayalım.
GİZLENEMEYEN ACILAR, SAKLANAN GERÇEKLER
Koumoullis, Bir Rum olarak hikâyenin böylesi yarım ve yanlı anlatılmasından duyduğu üzüntüyü paylaşıyor. Bugün soykırıma uğradıkları için hatıraları diri tutulmaya çalışılan binlerce Rum’un o gün Osmanlı pasaportu taşıdıkları için Yunanistan’a alınmadıklarının altını çizerek 1994’de Yunan Soykırımını kabul eden parlamentonun, Temmuz 1922’de aynı insanları kaçak göçmen ve mülteci olarak görüp ülkeye girişlerini oybirliğiyle yasaklayan kararını hatırlatıyor. ‘Sanki olay 1922’de değil de günümüzde geçiyormuş gibi içimizin derinliklerinden gelen sempati ve şefkat duygularıyla yaklaşmamız bekleniyor. Ama Ağustos 1922’de cephede, “Onların (Osmanlı Rumlarının) orada kalıp Kemal (Atatürk) tarafından katledilmeleri daha iyi, çünkü Atina’ya gelirlerse her şeyi alt üst ederler” sözünü anımsatıyor. Yazısında o dönem orada yaşayan Müslüman Türkler’in çektiği acılara hiç değinilmemesini bir eksiklik olarak görüp, Amerikalı Korgeneral James Harbord’un, ABD Senatosuna verdiği raporda, “Yunan birlikleri ve yerel Rumlar, Müslüman nüfusa yönelik büyük bir katliama giriştiler; bu sırada Osmanlı yetkilileri, askerler ve barışsever sakinler ayrım gözetmeksizin öldürüldü” ifadesine yer veriyor. Yazısının sonu ise hayli vurucu: ‘Ne kadar acı olursa olsun gerçeği söylemeliyiz. Yunanistan, her ne kadar onu sevsek de, çocuklarını öldüren bir Medea olduğunu kanıtladı. Pontusluların, Küçük Asya Rumlarının ve Kuzey Kıbrıs Rumlarının ölümlerinden sorumluydu. Buna kimse itiraz edemez.’[3]
PEKİ BİZ NE YAPALIM?
İzninizle bu uzun yazıyı artık toparlayayım. Önce bir akademisyen olarak altını çizmek istediğim bir konu var. Türkiye’nin hepimizce malum olan nedenlerle soykırım çalışmalarına yer vermiyor olması bu çalışmaların dünyanın geri kalanında da yapılmadığı anlamına gelmiyor. Şu anda birçok ülkede pek çok araştırmacı bu konuda çalışmalar yapıp konferanslar veriyorlar. Yakın gelecekte üniversiteler yeniden bilimsel özgürlüklerini geri kazandıklarında bu konuda bölümler açılmasının son derece önemli olduğunu söylemek isterim.
Smyrna ekibine de bir mesajım var. Sanatın ruhu ayrıştırıcı değil, birleştirici. ‘Bir Türk ve bir Yunan, kardeş olduklarını ancak yurtdışına çıktıkları zaman anlar’ diye bir söz var. Çok doğru. Aşırı uçları bir kenara bırakırsak bizler yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış, içiçe geçmiş iki halkız. Dünyanın en güzel denizinin karşılıklı kıyılarını paylaşma ayrıcalığını neden barış içinde yaşamayalım? Üstelik günden güne zorlaşan hayatlar yaşarken neden yeni bir dertle ayrışalım?
Bu filmi seyrettikten sonra bir İzmirli olarak İzmir’in kurtuluşunun 100. yılında biz ne yaptık diye düşündüm. Aklıma Tarkan’ın bilabedel verdiği o muhteşem konser geldi. Duygulandım. Filmde Yunan ordusunun Kordon’dan geçerken fonda çalan bir marş var. Dinlediğim an bunun bir Türk marşı olduğunu anladım ama filmin akışına kaptırıp devam edemedim. Çıktığımda dilime dolandı. Smyrna filmi de o sahne için aynı marşı seçmiş. Sözlerini biliyorlar mıydı, bilemeyiz. Ama üzerinde anlaşacağımıza emin olduğum bir şey var: ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar…’
Symrna
Yönetmen: Grigoris Karantinakis
Senaryo: Mimi Denissi, Martin Sherman
Oyuncular: Mimi Denisis, Leonidas Kakouris, Burak Hakkı, Kratero Katsoulis, Tamila Koulieva, Katerina Geronikolou, Dina Michailidou, Yiannis Vogiatzis
Filmin tanıtım videosu: https://www.youtube.com/watch?v=jl9JNYceFu8
Merak edenler için: https://www.greek-genocide.net/
Bu yazıyı yazarken aşağıdaki kaynaklardan yararlandım.
https://www.theguardian.com/film/2022/nov/28/smyrna-review-greco-turkish-conflict
Zara S. Steiner: The Lights That Failed: European International History 1919 – 11933, Oxford University Press
Ergün Aybars, Cumhuriyet Tarihi Cilt 1.
Erik Sjöberg, The Making of the Greek Genocide
[1] Bu oyuncumuzu tanıyamadım. Filmin künyesinde de adı yok ne yazık ki. Bu nedenle yazıda adını anamıyorum. Kendisinden özür dilerim.
[2] https://www.theguardian.com/film/2022/nov/28/smyrna-review-greco-turkish-conflict
[3] https://cyprus-mail.com/2016/10/23/smyrna-love-political-critique/
https://www.gercekgundem.com/yazarlar/bahar-akpinar/yunan-sinemasinin-soykirim-atagi-symirna-404216
İlk yorum yapan siz olun