Bütün Beyoğlu bir eşya yığının altında ezilmeden, evlerin kapısına kilit vurulmadan, dozerlerin tek bir darbesiyle evler yıkılmadan, eskinin canım mimarlarının eli dediği evler yıkılıp yerine ucubeler dikilmeden önce yalnızlık nedir bilmezdi Tarlabaşı. Cehennemden önce cennetti Tarlabaşı.
“Dıştan bir gayya kuyusu*. Göz önce hiçbir şey görmez. Yolumuzu saptamak için kollarımızı açalım ki böylece de bu dünyanın neresinde olduğunu anlayabilelim.”
Bildiğimiz dünya üzerinde, bilmediğimiz dünyanın cehennemine benzetir İlhan Berk, Tarlabaşı’nı. Onun karış karış bildiği benim henüz bilmediğim zamanları; semtin 90’lı yıllarını anlatır.
Onun için Tarlabaşı’nda yürümek “yeraltı katafalklarında yürümektir.” Bir “çukur cumhuriyetidir” geçmişin sakin semti. Pera isimli kitabında 90’lı yılların Tarlabaşısı’nın sokak sokak resmini çizer bize. Onun için Tarlabaşı’nın sokakları dünyanın en güzel adlarına sahiptir. Teker teker sever isimlerini: Sakızağacı, Zambak Sokak, Tatlı Badem, Erik Sokağı, Kalyoncu Kulluğu…
Yokuş aşağıya yürür durur tüm sokakları İlhan Berk. Güzel isimli sokakların içindeki yorgun hayatların hikayesinin ucundan tutar. Devrim sonrası İstanbul’u yurt edinen Barones Valantin Taskin’in, Nafiyan Efendi’nin, Cahit Sıtkı Tarancı’nın evlerinin, Ece Ayhan’ın çocukluğunun, önünden geçerken gürültülü semtin sessizce yitip giden evlatlarını anar. Madam Marika’yı, zerzevatçı Yorgo’yu ve diğer gürültücü sakinlerini unutmadan…
“Tarlabaşı sokaklarının insanlarının gözüne uyku girmez. Bütün gece oradan oraya gidip gelirler. …Sarhoşlar, serseriler, çulsuzlar, yerden bitmeler, çapulcular, uçkursuzlar, bücürler, şizofrenler, bobstiller, haytalar bu sokaklara dirlik tanımazlar.”
BİLMEDİĞİMİZ ZAMANLARIN HİKAYESİ
İlhan Berk’in satırlarının arasında gezinirken kendimi bir an o sokaklarda buldum. Bildiğim Tarlabaşı’nda tedirgin hissiyatının yüzde yarattığı o ifadeyi gizlemenin mümkünatı yoktu. Etraftakilerin bakışları arasında tedirginliğim daha da ayyuka çıkıyordu. Gerçekten “yürek” mi gerekti bu sokaklara girmek için… Öyleyse bende o yürek yoktu ama buradaydım; Tarlabaşı’nda. Bilmediğim zamanların hikayesini duymak için gayya kuyusuna indim. Şimdi size cehennemin beşinci katından yazıyorum bütün hikayeyi.
Fransızlarla başlayan ülkeler arası elçilik bulundurma uygulaması ile Pera’ya (Beyoğlu) yerleşen, sefaretlerde çalışan üst düzey yöneticilerin ve Beyoğlu’nda yaşayan Levanten, Rum, Yahudi, Ermenilerin işyeri ve konutlarında çalışanların mesken tutmasıyla başlıyor hikâye.
Hiçbir zaman zenginlerin muhiti olmuyor. Zenginlerle arasında bir cadde var. O zamanlar o dar caddeden arabalar gidiş dönüş aynı anda geçiyor. Yokuş aşağı kurulu evlerin çoğu bahçeli. Bahçelerde her türlü meyve ağaçları… Sokaklarda yalnızca çocukların sesleri. Kimsenin güvenlikten yana bir sıkıntısı yok. Türk, Rum, Ermeni, Süryani herkes huzur içinde yaşıyor. Bunları ben söylemiyorum. Kalyoncu Kulluk’tan aşağıya inerken sağda kapısını çaldığım Aya Konstantin Kilisesi’ndeki Kiria Angeliki** anlatıyor.
Tarlabaşı’nda doğup büyüyor Angeliki Çarıklıyan. 1950’de doğduğu mahallesinden hiç çıkmamış Kiria Angeliki. Muhtelif sokaklarında yaşamış ama onun öyküsü Yenişehir’de Hacı Ahmet Karakol Sokağı’nda başlamış. 15-16 yaşlarında Sakızağacı Sokağına taşınmış.
“Mahallemiz güzeldi” diye başlıyor anlatmaya Kiria Angeliki:
“Musevi yoktu hiç ama Ermeni ve Türk arkadaşlarımız da vardı. Çok Rum aile vardı tabii. Burası orta tabaka ailelerin yaşadığı yerdi. Biraz daha iyi durumda olanlar daha yukarılarda yaşardı. Cihangir, Gümüşsuyu… Zenginler orada otururdu.”
“EVLERİN ÇOĞU İŞGALDİR”
O dönem mahalledeki sosyal ilişkilerinin de kuvvetli olduğunu söylüyor Kiria Angeliki. Bugünün gürültüsünün yanında Kiria Angeliki’nin anlattığı Tarlabaşı adeta lal olmuş insanların yaşadığı bir semt gibi:
“Kavgamız gürültümüz yoktu. Aileler yaşardı zaten. Herkes birbirinin yardımına koşardı. Ben okula burada gittim. Bu kilisenin bahçesindeki Konstantin-Eleni İlkokulu’na. Biz okula gittiğimiz zaman bazen ayakkabımız olmazdı, alırlardı. Kitaplarımızı, üstümüzü başımıza bakarlardı. Güzel, temiz giyinmediysek hemen telafi ederlerdi.”
İlkokulu bitirdikten sonra çalışma hayatına atılıyor Kiria Angelliki. Beyoğlu’nda bir konfeksiyonda işe başlıyor. Her gün yokuş yukarı gidip geliyor. Benim inerken yüzümde saklayamadım o tedirgin ifade yerine o gayet rahat komşularına Kalimera/Merhaba deyip geçerek gidiyor:
“Genç kızdık laf atıyorlardı tamam ama kötü bir amaç yoktu. Bir de mahallenin insanına kimse laf etmezdi.”
Kiria Angelliki evlendiği zaman Kamelya Sokağına taşındı. 1999 yılında Kalyoncu Kulluğu Sokağına bugün buluştuğumuz Aya Konstantin-Eleni Kilisesi’nin bahçesindeki eve taşındı. Onun için gitmek, aynı semtte yalnızca sokak değiştirmek. Mahallesinin değişen yüzüne rağmen hiç taşınmayı düşünmemiş Kiria Angeliki:
“70’li yıllardan sonra mahalle değişmeye başladı. Rumlar gitti. Bu evlerin çoğu işgaldir. Komşularımız kilidini vurdu gitti. Kimseyi tanımam şimdi burada. Bir komşum var Azime. O da eskidir burada. Onunla görüşürüm yalnızca.”
Benim bir günlük hatta birkaç saatlik tedirginliğimi o yarım ömürdür hissediyordu. Ancak elinde pek bir seçeneği kalmıyordu. Ya gidecekti ya da kalıp yaşamayı öğrenecekti. Kalmayı seçti Kiria Angeliki ve değişen mahallesine ayak uydurmayı:
“Yaşadığın ev ne yapacaksın? Dua edip oturuyorduk aşağıya. Bizim buraya da (kilise) iki defa hırsız girdi. Böyle şeyler yaşadık. Benim de başıma geldi. Çantamı çaldılar. Biz çantaya pek bir şey koymayız. Anahtarlar ve telefon cebimdeydi. Bir tek kimliğim vardı, bir de birkaç kuruş tabii. Olan bana oldu. Düşüp yaralandım. Korkuyorsun ama alışıyorsun. Başka bir yere gitmeyeceğine göre…”
Babası 1964 yılında sürgün edilenler arasında Kiria Angeliki’nin. O annesi ile birlikte İstanbul’da kalmayı seçti, babasıyla gitmedi. Daha sonra babasının yeninden yanına çağırmasına rağmen mahallesinden ayrılmadı.
DOZERLE YOK EDİLDİ TARLBAŞI’NIN HAFIZASI
Tarlabaşı’nın her yüzünü gördü Kiria Angeliki. Çocukluğunun bahçeli, meyveli ağaçlarıyla bezeli halini, sürgün edilen komşularının kapılarına birer birer kilit vurup gidişini ve yerine yeniden gelenleri… Hepsi onun hafızasında. Çünkü Tarlabaşı’nın hafızası dozerlerle birkaç gün içinde yıkılıp gitmişti:
“Tarlabaşı Caddesi gidiş-geliş tek yöndü. Sonradan genişlettiler. Günlerce sürdü yıkım. Ne evler gitti. Gerçi hala da bitmedi yıkım görüyorsunuz. Şimdi yaptıkları evleri ‘dış görünüşünü bozmadan yaptık’ diyorlar. Eskileriyle alakası yok. Tamam biraz temiz oldu ama bir anlam ifade etmiyor benim için.”
1980 tarihinde dönemin Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından açılan Tarlabaşı Bulvarı nedeniyle yüzlerce tarihi nitelikte ev yıkıldı. Bulvarın açılması Tarlabaşı’nı Beyoğlu’ndan kopartırken o yıl itibariyle bölgedeki nüfus da değişti. Kıbrıs olayları Rum nüfusun giderek azalmasına neden olurken boşalan evler işgal edildi. Ailelerin kaldığı evler artık tek kişilik bekar odaları olarak kiralanmaya başladı. Sükûnet sona ermişti. Ailelerin sakin hayatları yerine her odada başka bir hayatın hikayesi başlamıştı Tarlabaşı’nda.
Kiliseden çıkarken Kiria Angeliki’nin sözleri kulağımdaydı hala. Ben de onun gibi telefonumu cebime koydum. Hızlıca yukarı doğru çıkarken Kalyoncu Kulluk’tan Karakurum Sokağı’na nasıl geçeceğimi sordum bir bakkala. Adres tarifi “Faruk Eczanesi” hikayesine benzedi. Vazgeçerek ayrılırken, bakkal “çantana dikkat et oralarda” demesiyle yeniden aynı tedirgin ifade yüzüme yapıştı. Karakurum Sokağı ertesi güne bıraktım.
17 YILDIR SÜREN PROJE: TAKSİM 360
Tarlabaşı’na bir kez daha girmeden önce çantamı bu kez ofise bıraktım. Yalnızca elimde telefonumla Taksim’den aşağıya doğru inmeye başladım. Sağ tarafımda yeni yapılan “Taksim 360” projesinin ucubeleri vardı. 2006 yılına kadar gözlerden uzak bir şekilde hayatların devam ettiği Tarlabaşı’nda o dönem yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı yeni bir yıkımın kapısını açtı.
Mart 2007’de ihalesi yapılan projeyi Çalık Holding aldı. İnşaatı Çalık Grubu’na bağlı GAP İnşaat ve Beyoğlu Belediyesi üstlendi. Acele kamulaştırma kararıyla birçok tarihi eser niteliğindeki ev için yıkım kararı verildi. Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucunda mahkeme “yürütmeyi durdurma” kararı verse de inşaat durmadı. Tarlabaşı’nda 9 adayı kapsayan proje nedeniyle son dönem sakinleri de zorla yaşadıkları evlerden tahliye edildi.
Tam 17 yıldır süren projenin önünden yürüdüm. Karakurum Sokağı girebilmek için şantiyenin arasından geçtim. Hala inşaat devam ediyor ama cadde üstündeki binalarda bazı dükkanlar tutulmuş. Bazı boş dükkanlarda da Arapça ilana rast geldim. Yukarıya doğru kafamı kaldırıp baktım. Göğe erişen müthiş lüks yapıların yani kentsel dönüşümün kim için yapıldığı sorusu öylece geçti aklımdan. Yine aynı bakışlar altında sokağa girdim. Şantiyenin işçileri Meryem Ana Kilisesi’nin girişini gösterdi bana. Bu kez semtin hiç ayrılmayan başka sakinlerinin kapısını çalmıştım: Süryanilerin.
“YUKARIYI MODERLENLEŞTİRDİNİZ PEKİ GERİYE KALAN NE OLACAK?”
Süryani Kadim Patrikliği Genel Sekreteri Zeki Demir ağırladı beni ofisinde. Zeki Bey, 1986 yılında Midyat’tan gelmişti İstanbul’a. İlk adresi de patrikhanenin bulunduğu Tarlabaşı olmuştu:
“Bizim için farklı bir semtti bizim yöreye nazaran. Evler çok eskiydi. Çoğu 3 katlıydı ama ufak evlerdi. Bitişik nizamda yapılmışlardı. Yolları, sokakları çok dardı. Hemen hemen her halktan insan vardı yine o yıllarda. Farklı inançlardan… Bizim yörede Rum, Ermeni hiç yoktu. Burada onlarla tanıştık. Biraz farklı bir kültürdü benim için en azından.”
Tarlabaşı’na çalışmaya gelen Zeki Bey, semtin sosyal yapısıyla da pek iç içe olamadı ama yabancısı da değildi:
“İnsanların kapı önünde oturmasından tutun, çamaşırların boydan boya sokağa asılması değişik geliyordu. Hem insanlar hem yaşam tarzları farklı geliyordu bize. Kimseyle de alıp veremediğimiz bir durum yoktu. Dışarıdan bakıldığında burada yaşamayanlar için çok farklı bir semt görünümünde.”
24 saat süren semtin gürültüsüne alışmış Zeki Bey, artık şikayet etmiyor. Gürültüsüyle, dağınıklığıyla yaşamayı öğrenmiş Tarlabaşı’nın. İnşaat şantiyesine dönüşmüş semtin yeni sakinlerini de ağırlamaya başladığını anlatıyor:
“Bazı ofisler doldu. Şu anda fazla görünmüyor bu yeni oluşum. Önemli olan bittikten sonra ortaya ne çıkacağı. Bir taraftan tarihi doku yok oldu. Bir taraftan da mahallenin temizleneceği dair bir umut var. Ancak önümüzdeki zamanda göreceğiz bunu. En azından insanların tedirgin olmadan gireceği bir alan olmasını bekliyoruz.”
Zeki Bey, kentsel dönüşüm sonrası ortaya çıkan lüks yapıların semtte bir sosyal çatışmaya da neden olabileceği görüşünde:
“Cadde üzerinde o inşaatlar var. Peki parkın aşağısı ne olacak. Yukarıyı modernleştirdiniz peki geri kalan ne olacak? O insanlar ne olacak? Nasıl böyle bir çelişki olabilir?”
Meryem Ana Kilisesi’nin kapısından karşıdaki evlere bakıyorum. Kiria Angeliki’nin çocukluğundan anlattığı anılar canlanıyor gözümde. Sonra yandaki inşaatın sesi alıp götürüyor o anıları. Canlılığını kaybetmiş evlerin duvarları isli, tozlu. İnsanlar gibi yorgun düşmüş onlar da yalnız kalmış.
İlhan Berk’e hak veriyorum. Neden bu cehennemi sevdiğini anlayabiliyorum o an. Sonra semtin yalnızlığını anlattığı o sözler geliyor aklıma:
“Yalnızlık ne denli insana özgüymüş gibi görünürse görünsün, asıl sokaklarındır. İnsan için yalnızlık sürgit sürmez. Sonsuz yalnızlık yoktur. Hem sokaklar yalnızlığı bir kuşanmaya görsün bir daha onu üstlerinden atamazlar.”
Kimse bakmamış Tarlabaşı’na. Onları koruyacak olanlar sürgün edilmiş, kalanlar da ölüp gitmiş… Evler, sokaklar yapayalnızlığa gömülmüş. Kimse de dönüp bakmamış; ta ki bir gün kar getirebileceğinin düşünüldüğü ana kadar.
Kiria Angeliki’nin cennetinden İlhan Berk’in sevgili cehennemine dönen Tarlabaşı’na kimse acımamış bugüne kadar. Bugün yeni ucubeleriyle göz boyamaya çalışanlar arka sokaklardaki yalnızlıktan bir haber halde. Ben de öyleydim. Ta ki o yalnızlığı anlayana kadar. Boş girdiğim Tarlabaşı’ndan Zeki Bey’in ikram ettiği bir şişe Süryani Şarabı ile çıktım. Hiç tedirgin olmadan.
Gaya Kuyusu*: Cehennemin beşinci katındaki korkunç kuyu, belalı yer.
Kiria**: Yunanca Hanım anlamına gelen sözcük
Kaynak
İlhan Berk – Pera
Fotoğraflar – Eski İstanbul Fotoğrafları Arşivi
Kaynak: Gerçek Gündem
İlk yorum yapan siz olun