Her yıl 24 Nisan’da Türk kamuoyu, sözde Ermeni Soykırımı iddiaları ile meşgul olmaktadır. Türk hükümet yetkilileri, haklı olarak bu meselenin tarihçiler tarafından tartışılması gerektiğini vurgulamakta ve sorunun siyasallaştırılmaması gerektiğini belirtmektedir. Prof. Dr. Timuçin Kodaman, Ermeni Meselesinin Tarihsek kökeninin ne olduğu, bu sorununun nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar nasıl geldiğini yazdı.
Ermeni Meselesi, Şark sorununun önemli bir halkasını ve aynı zamanda Anadolu topraklarındaki uzantısını teşkil etmektedir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında daha çok diplomatik çevrelerinde sık kullanılmaya başlayan Şark meselesi kavramı, Hristiyan Müslüman, Türk Avrupa ilişkilerini içermekte ve kökleri 1815 Viyana kongresinden öncesine kadar uzanmaktadır.
Ermeni meselesi şark sorununun Anadolu’daki uzantısıdır
Şark meselesi çerçevesinde büyük güçlerin ( devletlerin ) Balkanlardaki Hristiyan unsurları Osmanlı devletinin hâkimiyetinden kurtarma politikasının başarıya ulaşmasının ardından Anadolu’daki Hristiyan kavimlerden olan Ermeniler de, aynı yolla özerkliklerini ve egemenliklerini alabilecekleri konusunda umuda kapılmıştır. Avrupa güçleri, özellikle İngiltere, Rusya ve Fransa dünya hâkimiyeti ve sömürgeci –kolonyalist politikaları çerçevesinde, Ermenilerin isteklerine sıcak bakmıştır. Nitekim 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sonunda Rusya ile imzalanan Ayestefanos Anlaşmasının 16. Maddesi ve İngiltere ve Fransa’nın Berlin Antlaşmasının (1878) 61. Maddesi ile Ermenilerin lehine koydukları hükümlerle şark meselesini Anadolu’ya kaydırmışlardır.
Büyük güçler Ermeni meselesini Osmanlıyı istikrarsızlaştırmak için kullandı
Dünyanın neresinde olursa olsun, uluslararası politikada meydana gelen siyasi olayları açıklarken, büyük devletlerin açık ve gizli olarak oynadıkları rollerin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Zira her dönemde büyük güçler dünya politikasını yönlendirmektedir. Bu yönlendirmede, uluslararası politika teorisi çerçevesinde devletlerin dış politika araçları vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Ermeni meselesini, büyük devletlerin dış politikada başka devletleri veya toplulukları etkileme veya istikrarsızlaştırma aracı olarak kullandıkları şeklinde değerlendirmek mümkündür. Bu sebeple 1878’den sonra enternasyonalize edilen Ermeni meselesinin doğuşunda, gelişmesinde ve devamında büyük güçlerin rolünün olduğu görülmektedir.
Bilindiği üzere Ermeniler, 1071’den itibaren Anadolu coğrafyasında Türklerle birlikte barış içerisinde bir arada yaşamışlardır. Özellikle Osmanlı imparatorluğu döneminde Ermeniler, zanaat, sanat ve ticaretle uğraşarak Türklerden daha rahat bir hayat standardına ulaşmışlardır. Ancak 19. Yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın zayıflaması, Avrupa’nın emperyalist ve tahrik politikası sonucunda Ermeniler de ayrılıkçı faaliyetlerine başlamıştır. Tanzimat(1839) ve Islahat(1856) fermanlarının gayri Müslimlere tanıdığı haklardan yararlanarak, Ermeniler de kiliselerinin ve misyonerlerin öncülüğünde ayrılma faaliyetlerine hız vermiştir. 1863’de kabul edilen Ermeni Cemaati Nizamnamesi de ayrılıkçı hareketleri cesaretlendirmiştir.
Osmanlı Rus Savaşı Ermeni meselesini uluslararası alana taşıdı
1877-78 Osmanlı –Rus savaşında Osmanlı ordusunun ağır bir yenilgiye uğraması ile Ermeniler, hedeflerine ulaşacak uygun zamanı, zemini ve fırsatı yakaladıklarını düşünerek, önce Ayestefanos Ateşkes Antlaşmasına kendi lehlerine olan 16. Maddeyi, Berlin Antlaşmasına da 61. Maddeyi koydurarak, Ermeni Meselesini uluslararası platforma ve diplomasi alanına taşımayı başardılar. Böylece 1878’den itibaren Osmanlı ile Ermeniler arasına siyasi husumet girmiş oldu. Ermeniler bununla da yetinmeyip, ayrılık sürecini hızlandırmak için gizli askeri ve siyasi teşkilatlar kurarak isyan hazırlığına başlamış, isyan hazırlığının yanında Avrupa’nın kendi lehlerine müdahalede bulunması sağlamak için çalışmışlardır. Nitekim 1890’dan itibaren Vileyeti- i Sitte’de ( Altı Vilayet) ve İstanbul’da gizli teşkilatları vasıtasıyla isyan, terör, yağma, katliam ve suikast hareketini başlattılar. Ancak Doğu Anadolu’da nüfuslarının az olması, Müslüman halkın çoğunlukta olması ve Osmanlı devletinin müdahalesi ile istediklerini elde edemediler.
2. Meşrutiyet’in (1908) getirdiği hürriyet ve barış ortamında kısmen de olsa Ermeniler, bu tür tahriklerden vazgeçer görünerek, Taşnaklar iktidardaki İttihatçılarla, Hınçaklar ise Prens Sabahattin’in Hürriyet ve İtilaf partisi ile temasa geçerek uzlaşma yollarını aradılar. Fakat tekrar uygun bir fırsat buluncaya kadar gizli faaliyetlerine ve hazırlıklara devam ettiler. Bu fırsatı Osmanlı Devletinin 1. Dünya savaşına girmesi ile yakaladıklarına inanarak, 1915 Çanakkale ve Sarıkamış savaşları esnasında başka bir ifade ile Osmanlı Devletinin en zor zamanında Ruslarla işbirliği yaparak, hem onların yanında meşru devletlerine karşı savaştılar hem de Doğu Anadolu’da devletlerin karşı büyük bir isyan hareketi başlattılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti kamuoyunda sürekli tartışılan meşhur Tehcir Kanunu (27 Mayıs 1915) çıkararak bölgedeki Ermenileri geçici olarak savaş bölgesinden uzaklaştırmak için Halep, Şam, Musul gibi güney vilayetlerine göndermiştir.
1. Dünya savaşından Osmanlı Devletinin yenik çıkması ve Mondros Mütarekesi’nin (30 Ekim 1918) imzalanmasıyla Ermeniler, Doğu Anadolu’da tekrar harekete geçti ise de Kazım Karabekir komutasındaki Türk ordusu tarafından yenilerek Gümrü Antlaşması’nı ( 20 Aralık 1920) imzalamak zorunda kaldılar. Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ve 13 Ekim 1921 Kars Antlaşmaları ile Türk Ermeni sınırı çizilmiş oldu. 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti öngörmüş ise de Ankara hükümeti bunu tanımamış ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile hükümsüz kılmıştır. Böylece Ermeni Meselesinin önemli bir safhası bitmiş oldu. 1923- 1973 yılları arası Türk –Ermeni ilişkileri nispeten sorunsuz geçmiştir. Ancak 1973’de ASALA terör örgütü üyesi bir Ermeni tarafından Los Angeles ‘da Türk Başkonsolosunun öldürülmesi de Ermeni Meselesine yeni bir boyut kazandırmıştır.
Ermeni Diasporası propagandada başarılı oldu
Lozan’dan istediklerini elde edemeyen Ermeniler, bu süreçten sonra dünyanın çeşitli yerlerine göç etmeye başladılar ve yerleştikleri ülkelere uyum çabasında olan Ermenilerin bu zaman diliminde siyasi faaliyetlerine kısmen ara verdikleri söylenebilir. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Sovyet Rusya’nın bir Ermeni anavatanı düşüncesini desteklemesi ve kendisini tüm Ermeni meselelerinde ön plana çıkma çabası ile artan Ermeni milliyetçiliği bu durumu değiştirmiştir. Bazı bilim adamları, bu noktada dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olan Ermenilerin, asimilasyonun önüne geçme gibi sebeplerle son derece etkili olduğunu belirtmektedir. Ermenilerin bu çabaları önemli ölçüde başarıya ulaşmış gözükmektedir: Sözde soykırımın ellinci yılı kabul edilen 1965’te birçok ülkede törenler düzenleyen Ermeni diasporası, çok sayıda soykırım anıtının dikilmesini de sağlamıştır. 1970-1980 yılları arasında da 32’si diplomat 50 Türk vatandaşını katleden ASALA terör örgütünün faaliyetleri de Ermeni Meselesi açısından önemli ve olayın hukuk, bilim gibi alanların dışında mecralara yönlendirilmesi olarak bahse değerdir. İlerleyen dönemde birçok kitap, makale yayını, sergi, konferans gibi yollarla iddialarını dünya kamuoyuna duyurmaya çalışan Ermeni diasporası, ne yazık ki bu konuda başarılı olmuştur. Bu hamlelere karşılık Türkiye’nin arşiv ve tarihî belge çalışmalarına odaklanması, araştırmacılara daha açık ve uygun bir ortam sağlaması, daha yoğun bilimsel çalışmalarda bulunması ise siyasallaşan meselenin çözümüne ya da haklılığımıza yönelik dünya kamuoyunda pek bir etki yaratamamıştır. Tabii ki Türk devletinin diğer dünya devletlerini etkileme gücü ile alakalı bir konudur. Ermenilerin tarihi yol haritası; 3T: -Tanıma-Tazminat-Toprak’tır. Ermeniler bu yol haritasına terörü de ekleyerek sürece yeni bir boyut eklemişlerdir. Şimdi sıra diğer iki basamaktadır ve bu tarihi yol haritası; 4T:Terör-Tanıma -Tazminat-Toprak’tır. Ermeniler bu yol haritasının ilk iki safhasını gerçekleştirmiştir. Şimdi sıra diğer aşamalardadır. Tabii ki dördüncü T diyebileceğimiz terör ile özellikle yukarıda değindiğimiz 1973-1980 arası eylemleri ve Ermenistan devletinin bağımsızlığı sonrası tüm Kafkasya’da Türklere karşı uygulanan devlet terörünü de belirtmek zorundayız.
Tehcir sırasında herhangi bir kastın olmadığı tarihi belgelerle ortadadır
Her ne kadar Türk devleti hukuki ve bilimsel çalışmalar yapsa da ne yazık ki kendi kamuoyunu bile tam anlamı ile bu meselenin arkasında duracak şekilde konsolide edememiştir. Hukuki olarak ise, soykırım suçunun yer aldığı ilk hukuki belge, o zamanlar yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletlerin 11 Aralık 1946 tarihli ve 96(I) sayılı kararıdır. Bu karar ile soykırım, uluslararası hukuka göre suç sayılmıştır ve cezalandırılmasının uluslararası bir mesele olduğunun altı çizilmiştir. Birleşmiş Milletlerin aldığı bu karar uyarınca 6 Aralık 1948’de Paris’te Genel Kurul’un 260A (III) sayılı kararıyla, toplantıda bulunan 56 üye devletin tamamı tarafından “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme (SSÖCS) oy birliği ile kabul edilmiştir. Soykırım suçu için özel kast aranıyorken, tehcir esnasında herhangi bir soykırım kastının olmadığı tarihi belgelerle ortadadır. 1915 yılında gerçekleştiği iddia edilen bir olay için 1948 yılında imzalanan bir sözleşmeyi uygulamaya çalışmak evrensel hukuk uygulaması ile çelişmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu olaylardan ötürü yargılanması ne tarih ne de hukuk açısından mümkündür. Diğer yandan Perinçek-İsviçre davasında da teyit edildiği üzere bir olayın soykırım olarak tanımlanabilmesi için yetkili mahkemenin karar vermesi gerekir. Böyle bir ne yerel mahkeme kararı ne de o tarihte verilmiş bir uluslararası mahkeme kararı vardır. Mahkeme kararı yoksa hukuken soykırım da yoktur. Aslında bu kadar basittir. Sonuç olarak sözde Ermeni soykırımı olayı hukuki ve tarihi anlamda yok hükmündedir fakat siyasallaşarak uluslararasılaşan bu mesele, Türkiye’nin uluslararası alandaki gücü ve önemine göre Türk diplomasisini ve milletini meşgul edecektir.
https://www.haber365.com.tr/ermeni-meselesi-nedir-iste-tarihsel-seyri-h288402
İlk yorum yapan siz olun