Tüm o hikâyeler bana, kaybolmuş bir hayatın hikâyesi, hatta barındırdığı mizah duygusuna rağmen, ağıdı gibi geldi. Sarsılmıştım. En az Hagop Mıntzuri gibi güçlü bir ses vardı. İyi de, biz o sesle ne yapacaktık? Yanıt basitti; hem gülecek, hem de ağlayacaktık.
Mıgırdiç Margosyan’ı uğurluyoruz. Onu 7 Nisan Perşembe günü toprağa vereceğiz. Büyük kayıp. Ölümünden sonra her kesimden gelen mesajlar da, onun bu topraklarda ne kadar güçlü bir iz bıraktığının kanıtı.
Ölüm haberini aldığımız Cumartesi gününden beri ister istemez onu ve onun hayatıyla ilgili okuduklarımı düşünüyorum. Ve elbette sohbetlerimizi de. Ama önce yazdıkları. Malum, geniş kamuoyu tarafından tanınması ‘Gâvur Mahallesi’nin yayımlanmasıyla oldu. Oysa sonradan öğrendik ki Tıbrevank camiası onu zaten eskiden beri tanıyordu, çünkü orada öğretmenlik, idarecilik yapmıştı. Birçok öğrencide iz bırakmıştı. Ve yine sonradan öğreniyorum ki, ‘Gâvur Mahallesi’ yayımlanmadan önce, Ermeni toplumu içinde, belli çevrelerde de olsa, zaten iyi bilinen bir isimdi.
‘Gâvur Mahallesi’ bir çığır açtı. Elbette bütün Türkiye çalkalanmadı ama bu ülkenin okuryazar kesimi ve İstanbul Ermeni toplumunun bir kısmı yepyeni bir dünyayla tanışıyordu: Diyarbakır ve Diyarbakır Ermenileri. İstanbul Ermenileri her ne kadar İstanbul’da yaşasalar da kökleri Anadolu’ya dayanır – Sivas, Kayseri, Yozgat, Malatya, Kastamonu, Adana, Bitlis, Sasun… Her aile, eğer başka bir kültürle yakın temasa girmemişse, genel olarak ata topraklarını, oranın geleneklerini bilir. Eğer Diyarbakırlı bir akrabanız, yakınınız yoksa o kültüre, o tarihe pek aşina olmayabilirsiniz.
Margosyan Diyarbakır Ermenilerinin hikâyesini hem Türkiye’ye, hem de İstanbul Ermenilerine anlattı. Ama bu ‘yerel’ bir anlatı değildi. Anlattığı, bu topraklardaki Ermenilerin 100 yıldır yaşadıklarının ve nasıl köksüz kaldıklarının hikâyesiydi.
‘Gâvur Mahallesi’ ilk yayımlandığında, işin gerçeği, bu kitaptan bir süre uzak durdum. Çok konuşuluyordu; bu kadar konuşulmamızı ilk başta sevmemiştim. Ve popülerdi. Popülerlik de, biliyorsunuz, bazı bünyelerde bazen mesafe yaratır. ‘Gâvur’ kelimesinin kullanılması da hoşuma gitmemişti. Fakat birkaç söyleşisini dinlediğimde, mesafe kayboldu. ‘Gâvur’u yani o aşağılayıcı kelimeyi alıp, üstlenip, tersine çeviriyordu. Ve tüm o hikâyeler bana, kaybolmuş bir hayatın hikâyesi, hatta barındırdığı mizah duygusuna rağmen, ağıdı gibi geldi. Sarsılmıştım. En az Hagop Mıntzuri gibi güçlü bir ses vardı. İyi de, biz o sesle ne yapacaktık? Yanıt basitti; hem gülecek, hem de ağlayacaktık.
Sonra diğer hikâyelerini, sonra da ‘Tespih Taneleri’ni okudum. Romanlaştırılmış bir hayat hikâyesiyle karşı karşıyaydık. Hikâyelerde okuduklarımız artık belli bir zaman çizelgesine oturmuştu ve edebî lezzet hiç azalmamış, tam tersine artmıştı. 6-7 Eylül 1955’te sona eren roman, Diyarbakırlı bir çocuğun dil öğrenmek üzere tek başına İstanbul’a gelişini, burada tutunmasını, Diyarbakır’da kalan ailesinin, Diyarbakırlı Ermenilerin yaşadıkları zorlukları, tekmili birden anlatıyordu. Aynı Hrant Dink’in hayatı gibi Margosyan’ın hayatı da, bu topraklardaki Ermenilerin yüz yıldır yaşadıklarını bir özetiydi. Tüm eserlerinin toplandığı cilde Aras Yayınları’nın verdiği isim olan ‘Fıllaname’ çok şey anlatıyordu (‘Fılla’nın ne olduğunu bilmeyen kaldıysa, Margosyan’ın kitaplarına bakabilir.)
Margosyan sonra edebî çevrelerin dışına da çıkıp daha güçlü bir ses hâline geldi, bilhassa 2013 sonrasında başlayan çözüm süreciyle. Artık çok daha rahat Diyarbakır’a gidilip geliniyor, bu seyahatlerde Suriçi yeniden keşfediliyor, artık kaybolmuş Ermenilerden bir iz aranıyor, her türlü kültürel miras kucaklanıyordu. Bu atmosfer içinde Margosyan ve anlattıkları daha geniş bir yankı buldu. Surp Giragos’un da yenilenmesiyle Diyarbakır ve Margosyan artık birlikte anılmaya başlamıştı.
Mıgırdiç Margosyan’la sohbet ederken bu büyük ilginin onu içten içe biraz da huzursuz ettiğini görüyor, hissediyordum. Bir şeyler eksikti. Tam olarak ne olduğunu belki o da tarif edemiyordu ya da ediyordu aslında ama sözlere dökmek çok zordu. Gerçek bir yüzleşme oluyor muydu, bundan emin miydik? Daha da ötesi, tüm bunların yeniden olmayacağının garantisi var mıydı mesela? Bu soru da bir yandan zihnini kurcalıyordu. Sadece onun değil, hepimizin zihnini kurcalıyordu. Ama Diyarbakır’a Ermeni olarak gitmek ve orada ağırlanmak, onun da bizim de ruhumuzu okşuyordu, bize iyi geliyordu, bu da bir gerçek.
Sonrasında ne mi oldu? Xançepek yok oldu. 2015 sonrasındaki çatışmalı süreçte, devletin de katkısıyla dümdüz edildi o ‘Gâvur Mahallesi’. Keza devlet koruması altındaki, kimsenin girmesine izin verilmeyen Surp Giragos Kilisesi de, nasıl olduysa, tahrip edildi. Şimdi yenileniyor kilise, bu kez devletin katkısıyla. Herkes tarifi zor bir hissiyat içinde.
Gazetemizin kurucularından Sarkis Seropyan’ı bundan yedi yıl önce uğurlarken “Anlattığı bizim hikâyemizdi” demiştik Agos’ta. Margosyan Usta’nın da anlattığı bizim hikâyemizdi. Diyarbakırlı olmamıza gerek yoktu. Hepsini, biz değilsek de yayalarımız, dedelerimiz yaşamıştı. O hikâye hiç susmayacak. Yertas parov, güle güle git, büyük usta. Biz senden razıyız.
https://www.agos.com.tr/tr/yazi/26936/fillaname-hic-susmayacak
İlk yorum yapan siz olun