MIGIRDİÇ MARGOSYAN’IN ANISINA (1938 – 2022)
Diyarbakır’ın, Ermeni edebiyatının son büyük temsilcilerinden Mıgırdiç Margosyan’ı 2 Nisan’da kaybettik. Devasa bir tarihin, çokkültürlü Amed’in, soykırımın kentteki izlerinin son tanıklarından biriydi. 1970’lerin Hançepek’inden, Gavur Mahallesi’nden anılarla, 1995 Express’inden “Söyle Margos Nerelisen?” hakkındaki bir yazıyla uğurluyoruz…
“Babamın biz çocuklarına sık sık ‘büyük abem Harput’da kolecde okımişti’ diyegururla bahsedip gösterdiği ve adını diğer bir kardeşime vererek anısını yaşatmaya çalıştığı büyük amcam Apraham; yine Kafle’de, hastalıktan ve Fransız toplarının şarapnel parçalarından Urfa yollarında nasibini alıp ana kucağındayken göçüp giden diğer amcalarım Nişan ve Hacadur; ve diğerleri, ve diğerleri, ve tümü, Birinci Cihan Harbi’nin o kapkaranlık günlerinde, sefalet, yokluk ve hastalık içinde, doğdukları topraklardan çok uzaklarda, belki Şam’da, Halep’te, Der Zor’da… ‘bir semti meçhule’ doğru dağılıp yok olup gitmişlerdi. Anamın zaman zaman Kürtçe dediği gibi, ‘berdan berdan’ olmuşlar, yani parça parça bitip tükenmişlerdi…”
Diyarbakırlı Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan’ın Türkçedeki ikinci kitabı Söyle Margos Nerelisen?’de tehcirden artakalan / kalabilen Ermenilerle tanışıyoruz. Ergani’den Saro adlı genç bir kız olarak tehcir yollarına düşüp Şeyh Şeyhmus’un karısı Zeyno olarak sağ çıkabilen Zeyno Bibi’yle, kocasını tehcirde kaybeden Eğso Baco’yla ve daha niceleriyle… Dişçi Sarkis’in Ali, demirci Haçadur’un İsmail, sobacı Ohannes’in Ramazan, çulcu Dikran’ın Hasan adıyla yaşayabildiği bir ortamda, kazınmak istenen köklerin nasıl sürgün vermeye çalıştığını görüyoruz. Yok edileni, kaybedileni isimleriyle olsun yaşatmaya çalışmak da bir direniştir, sessiz sedasız. Tıpkı Sarkis’in kendi babasının adını oğluna vermekteki ısrarında olduğu gibi:
“Birinci Harb-i Umumi’de, o yıllarda henüz üç-dört yaşlarında iken, yüzünü hayal meyal bile hatırlayamadığı babasını, nereden, hangi sürgün kafilesinde, hangi şartlarda ve niçin kaybettiğini dahi bilmeden, hep bir baba özlemi ve hayali ile yaşamışken, yeni doğmuş ilk erkek evladına başka bir isim koyabilir mi?”
“Hançepek’i nasıl bilmisen! Allah seni almaya! Ma sen bizimle aynı evde oturmadın, kaşmer! Dört Ayahli Minara’dan aşahta, 2 no’lu Dispanser’in karşısında otur midıh? İşte orasi Hançepek mahallesidi. Yaa…”
Sekiz öykünün yer aldığı bu kitabı okurken, dördüncü öyküyü, “Alo… Santro!”yu en sonunda okumanızı öneririm. Hiç kuşkum yok ki, gözleriniz yaşaracak. Ama gülmekten değil. Hele ki bugünü, Heredanlı Margosyanların, memleketlerine artık bir “alo” bile diyemeyenlerini düşününce… Türk-Müslüman olmayan birçok insan gibi Margosyanların da yurtlarında artık kimi kimselerinin kalmamış olması bir sır değil, özellikle tarihi bilenler için. Bilmeyenlere de, kitap epeyce ipucu veriyor.
Kime sorarsanız memleketi olağanüstüdür, ama bizimkinin olağanüstülüğü tescillidir: Olağanüstü Hal Bölgesi. Aramızda bizim bölgeyi, olağanüstü bölgeyi en son terkeden, iki yıl önce buralara, batıya yerleşen amcamlara gittim kurban bayramında. O kurban etlerini keserken, ben de ona asistanlık yapıyordum. Operasyon yapan bir doktor edasıyla, benden satır, bıçak istediği tek kelimelik monologları, Söyle Margos Nerelisen?’den karşılıklı cümlelerimize dönüştü:
“Bu satorla oni parça parça ederdim!”
“Allahvekil bu piçağla keserdim!”
Benim Margosyan’ın Gavur Mahallesi’ni ilk okuduğumdaki halim gibi, o da Türkçedeki bu son kitabını okuyunca kanatlanmış, cıvıldıyordu: “Bu kitapda özimi yaşiyam, Diyarbakır’da oliyam. Yazarın dediği gibi, hakkaten de yav, avhanalar (tuvaletler) hep kapının arkasındaydı, hiç düşünmemiştim. Hatırlisan, biz de paçadan (pencereden) bakar, sıra beklerdıh avhanaya gitmah için?”
Hatırlıyorum. 1972’ydi. O zamanlar, Diyarbakır ağzıyla konuştuğum için ele güne rezil olduğunu düşünüp, kafama toktok vurup “ne biçim İstanbul kızısın”dediğini de. Aynı amcam bugün ortak özlemimizle, özellikle bu dilde konuşuyor artık benimle: “Hançepek’i nasıl bilmisen! Allah seni almaya! Ma sen bizimle aynı evde oturmadın, kaşmer! Dört Ayahli Minara’dan aşahta, 2 no’lu Dispanser’in karşısında otur midıh? İşte orasi Hançepek mahallesidi. Yaa… Hani Maregile gididıh, oğli İbrahim vardi. Mari’nin babası kalaycidi; şalvarının cebinde fındık, fıstık, şeker olırdi hep; çocuhlara dağıtırdi. Şimdi hatırladın? Sebbehe kadar gur-gur-gur faytonlar giderdi kerhanaya, faytonlar geçtikçe ev sallanırdi.”
Hançepek hatıralarımın silik olmasının bir nedeni de orada çok az oturmuş olmam. Bu mahalledeki evler ucuz olduğu için orda oturmuşuz, 1972’de 150 lira.
Nasıl hatırlamam, tabii hatırlıyorum, çok severdim seyretmeyi, ama faytonların nereye yolcu taşıdıklarını ancak şimdi öğreniyorum. Genelevlerin genelde “gavur”ların bulunduğu yerlere yapılmış olduğunu da yeni öğreniyorum. İstanbul’da, Diyarbakır’da olduğu gibi, Malatya’da da genelev, Ermeni kilisesinin bulunduğu Salköprü mahallesindeymiş mesela. Kayseri’de de, genelev yolcuları, bindikleri arabaya “Çek kiliseye” derlermiş.
Evden dışarı pek çıkmayan bir kız çocuğu olarak evin içini, odalardaki basamakları, her gün yıkadığımız taşlarını, avluya değil ama sokağa bakan pencerenin demirli olduğunu, aynı avluda oturduğumuz Baalbekli evsahibimiz karı-kocayı hatırlıyorum da, Margosyan’ın sözünü ettiği gibi “şakşako”lu olan avlu kapımızın dışına dair hiçbir resim gelmiyor gözümün önüne. Meğerse iki adım ötemizde kilise varmış!
Hançepek hatıralarımın silik olmasının bir nedeni de orada çok az oturmuş olmam. Bu mahalledeki evler ucuz olduğu için orda oturmuşuz, 1972’de 150 lira. Para durumumuz azıcık düzeldiğinde soluğu Ofis semtinde almıştık. Sur dışında; memurların ve zenginlerin oturduğu, evlerin değil de apartmanların olduğu, mahalle değil de, semt olan Ofis’te.
Söyle Margos Nerelisen?’i okurken, “ula bu mizahtır nedır” dedim hep kendi kendime. Özellikle, Diyarbakır ağzıyla yazılan sözlere, gözlerimden yaşlar gelene kadar güldüm.
Diyarbakır’daki Türkçe, yöre halkının anadillerinden, Kürtçeden, Ermeniceden, Arapçadan, Süryaniceden etkilenmiş bir Türkçedir. “Başımızın üstınde yerız var. Girın! İçeri gelın! Dişarısi da feleket savuğ ha!” diye karşılar misafirlerini Ermeni badanacı Kevo. “Şişe aliyam, boş şişeee…” diye bağırır Yahudi eskici.
Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun öncülüğünde başlatılan güzel Türkçe konuşma kampanyasına inat, Diyarbakır dilimizi çok sevdim, çok. Son zamanlarda özel radyolarda, içinde argo sözcüklerin bolca yer aldığı bozuk Türkçe kullanıldığından, bu “masum” gerekçeyle başlatılan kampanyanın ucunun nerelere varabileceğini düşünerek, hele ki, za manında, Vatandaş Türkçe Konuş! kampanyasıyla Türk milliyetçiliğinin nasıl azdırıldığını, insanlara nasıl zulüm edildiğini düşünerek, bu ağzın kullanılmış olmasından büyük haz aldım.
Diyarbakır’daki Türkçe, yöre halkının anadillerinden, Kürtçeden, Ermeniceden, Arapçadan, Süryaniceden etkilenmiş bir Türkçedir. “Başımızın üstınde yerız var. Girın! İçeri gelın! Dişarısi da feleket savuğ ha!” diye karşılar misafirlerini Ermeni badanacı Kevo. “Şişe aliyam, boş şişeee…” diye bağırır Yahudi eskici. “Biz eski Sami ırkındanığh” diye konuşur Süryani papaz. “Bahan kalırsa adıni Burhan koyağh. Okıla gettığında zorlığ çekmez! Adıni doğri dürıst sölerler. Üstelik Ermeni oldıği da anlaşılmaz, o da rehet eder” der, Keldani rahip.
Ya Dacikler, Türkler? Onlarınki de aynı: “Verdığım para gavur oğli gavura anasının süti kimi helal olsın! Onun tiktığı yemeni allahvekil heç eskimi!”
“Eski adıyla Amid, bir adıyla Dikranagerd, daha sonra Diyarbekir ve nihayet Diyarbakır denen” memleketimizden geride kalan, bu kitapta yazılanlar ve kapaktaki gibi Diyarbakır hatırası fotoğrafları olacak… Fonda da bu zılgıt sesleri… Yahudi, Süryani, Ermeni, Kürt, Türk, Çingene, Keldani, Yezidi, hepimizin çığlığı ti-li-li; artık sadece toylarda değil, cenazelerde, protestolarda da çekilen ti-li-li… Hepimizin arkadaşlığı, kardeşliği için ti-li-li-li-li-li!..
Express (haftalık), sayı 80, 5 Ağustos 1995
https://birartibir.org/hepimizin-kardesligi-icin-ti-li-li-li/
İlk yorum yapan siz olun