İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?” kitabının yazarı Suzan Nana Tarablus: Dönmelerin en büyük travması suskunluk; gerçekten kalpleri burkuyor

Dr. Gökhan Çınkara, Independent Türkçe için gazeteci, yazar Suzan Nana Tarablus ile konuştu

Dr. Gökhan Çınkara

Değerli Independent Türkçe okurları, bugün çok değerli bir konuğu misafir ediyorum; Suzan Nana Tarablus ile birlikteyiz.

Kendisinin kitaplarını ilgiyle okumaktayım. Ve en son çıkan “Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?” kitabı oldukça yankı uyandırdı.

Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, kitabın temel odak noktası Türkiye’de“Dönme Cemaati”, “Sabatayistler”, “Selanikli” olarak bilinen ve kendi adlandırmalarıyla “İnananlar”; yani “ma’aminim” (İbranice; iman edenler, mümin anlamında) olarak bilinen kültürel, toplumsal grubun kişisel deneyimlerini bizlerle paylaşıyor. Kitapta kişisel deneyim ve tanıklıkların aktarıldığı mülakatlar mevcut.

Suzan Nana Tarablus.jpeg

Suzan Nana Tarablus

– Ben öncelikle Suzan Hanım’a hoş geldiniz diyorum. Ve şunu sormak istiyorum: Bu kitap yazma fikri nereden çıktı Suzan Hanım?

Aslında bildiğiniz gibi, Şalom derginin yayın yönetmeniyim. Yıllardır gazetecilik, dergicilik, yayıncılık yapıyorum. Her zaman aklımda bir şeyler yazmak vardı.

Fakat mucizenin oluşması pandemiyle başladı. Pandemide dört duvar arasında kendimi bulunca, “İşte şimdi zamanı geldi” dedim. Böylece dergiye, gazeteye gitmeme de gerek kalmadı; her şeyi evden idare ederken, kendime bunun için zaman ayırdım.

Tabii ki benim geçmişim ve de birikimim; tarihe not düşmek. Tarihe not düşmek için de direkt insanların anlatılarına yer vermek benim açımdan çok önemliydi.

Böylelikle sözlü tarih çalışmalarıma Galata’da başladım. “Bir Sabah Galata’da Uyandım”dan sonra, ilgi görüp göremeyeceğinden emin değildim. Fakat Varlık Yayınları onu kabul edildikten sonra yolum açıldı. 

“Çek Kayıkçı Balat’a” kitabında Balat ve Hasköy mahallelerini ele aldım. Bunu bir İstanbul üçlemesi olarak kullanmak için de üçlemenin son kitabı da “Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum” oldum. 
 

Suzan Nana Tarablus.jpg

Ondan sonra da daha çarpıcı bir şey arayışına girdim. Fakat her zaman Yahudi hikayelerinin içinde olduğum için, birikimim daha çok Seferad kültürüyle.

Seferad kültürünün içine de bildiğiniz gibi Selanikliler, Dönmeler veya Ma’aminim dediğiniz grup da giriyorlar. Bunlar bizim, Seferadların hep birlikte, 1492’de İspanya’dan ve 1497’de Portekiz’den birlikte ayrılan bir grup.

Onları ele alayım, dedim. Başta çok çok zorlandım. Çünkü konuşacak adam bulamam derdine düştüm. Bir iki denemeden sonra herkes bir şekilde bana güvendi.

Güvenmek ne demek? Yani onlar hakkında söylediklerinin dışında bir ilave yapmayacağıma, sözlerine sadık kalacağıma ve
bilmediklerimi yazmayacağıma inandıktan sonra, el ele; birbirlerine tavsiye etme şekliyle bir yelpaze oluşturdum. 

Çok güzel bir yelpaze oldu. 28 söyleşi vardı ama birkaç tanesi sonradan vazgeçtiler. Çekince var bu insanlarda; farklı görünme korkusu söz konusu. Bu genelde bütün Azınlıklarda var olan bir sorundur.

Ve bu insanlara ulaştım. Bu arada Amerika’da Society of Sabbatean Studies adlı bir platforma rastladım. Onlardan da çok bilgi edindim. Gençler bana çok yol açtı. Böylelikle söyleşilerimi yapabildim.
 

Baba Bize Neden Dönme Diyorlar.JPG

“‘Hurafelere’ karşı söz söylemenin bir yöntemi de kendi doğrusunu konuşmaktır”

– Burada ben çok kritik bir soru sormak istiyorum aslında size. Biliyorsunuz Sabatay Cemaati bugüne kadar doğrudan hiçbir konuşmadı. İlk kez size konuştular ve kendi kişisel deneyimlerini aktardılar.

Evet.


– Ve ben bunun oldukça tarihi ve kendileri açısından da önemli bir dönüşümün işareti olduğunu düşünüyorum. İki soru soracağım aslında tek soruda: Birinci sorum şu; size güvenmelerinin veya size açılmalarının temel motivasyonu neydi? İkinci sorum da şu: Bu değişim arkasında yatan temel dinamiği nasıl yorumluyorsunuz? 

Artık bildiğiniz gibi zamanlar değişti. Gizlilik, Sabataycılık, “hurafeleri” geride bırakmanın, “hurafelere” karşı bir söz söylemenin bir yöntemi de kendi doğrusunu konuşmaktır. Gençler özellikle bu inancı taşıyorlar. 

Ve bir etken daha var. İspanya hükümeti, bütün Seferad Yahudilerine, atalarından özür dilemek adına birer vatandaşlık/pasaport verdi. 

Bu pasaport verilenler arasında Selanikliler de vardı. Öyle ki bilenler veya bilmeyenler, isteyen ve istemeyenler deşifre oldu. Çünkü Selaniklilerin kendilerinin soyunu tespit etmeleri için daha çok detaya ihtiyaçları vardı. 

Gittikleri okul mesela Terakki ve Işık olmalı, atalarından biri veya birkaçı veya hepsi Bülbülderesi Mezarlığı’nda yatıyor olmalı. 


“O pasaportlar, Portekiz ve İspanya hükümetlerinin özrüydü; bunun peşine düşmeleri bir aidiyettir”

Bir de bana çok çok çarpıcı ve çok ilginç gelen; hepsinin demeyeceğim ama çoğunun soy ağacı var. 1600’lü yılların sonlarına 1630’lara dayanan soy ağaçları var. Bu bağlılığın ve aidiyetin çok çarpıcı bir göstergesi benim için.

Düşünün ki eski, 1600’lerdeki Yahudi soyadlarının ne olduğunun peşine düştüler. Ve bunu gün yüzüne çıkarmak; ilk olarak büyük bir çabaydı. Fakat çabanın sonunda büyük bir başarıydı.

Çünkü neticede o pasaportu almak, hele Amerika’da yaşayan bir Selanikli için Amerikan pasaportuna ihtiyacı yok. Fakat atalarından özür dilendiği için bu pasaportu almaya gittiler. Bu bir özürdü. Portekiz ve İspanya hükümetlerinin özrüydü.

Bunun peşine düşmeleri beni gerçekten çok etkiledi. Bu bir aidiyettir. 

Şimdi onlar hakkında tabii ki hepimizin bildiği gibi sayısız hurafe var. Ama bir şekilde hurafeler neden ortaya çıktı? Konuşmadıkları için. Ortaya çıkmadıkları için, kendilerini alenen sergilemedikleri için. 

Şimdi ilk defa yapılıyor. Evet. Kitabıma ön yazıyı yazan bu konuda uzman Profesör Cengiz Şişman da bu konuda beni kutladı. Hatta önsözü yazmayı da teşekkürlerimle kabul etti. O da aynı şeyi belirtti. 

Fakat tabii ki gençlerin rolü çok önemli burada. Belirli bir dönem içindeyiz. Herkes kendi aidiyetinin, kendi geçmişinin peşine düşüyor. 
 

Suskunluğun Yükü.JPG

– Evet. Burada dediğiniz gibi aslında çok önemli bir kavram var. O da suskunluk. Cengiz Şişman da kitabının “Suskunluğun Yükü” olarak isimlendirmişti. Sizin bu son kitabınız bir nevi bu suskunluğun bozulması anlamına da geliyor. 

Evet. Böyle diyebiliriz. Ayrıca, dikkat ederseniz hiçbir isim yok. Hepsi gizli kalmak istemedi. Fakat birkaç kişi “Adımı yazma” deyince ben de hiçbirinin adını yazmadım. 

Halbuki içinde ailelerinden söz ederken kim olduklarını tespit etmek hiç de zor değil. Ama prensipte şimdilik isimleri yayımlanmadı. 


“Hafıza, anadan kıza, geline aktarılıyor; en sağlam olanı gastronomik halka”

– Evet. Ben kitabı okurken oldukça şaşırdım. Yani çok geniş çaplı ayrıntılar veriliyorlar; hem kendi kişisel yaşamları hakkında hem de dedelerinin; üst soy diyebileceğimiz ailelerinden kültürel gelenekleri oldukça rahat bir şekilde anlatıyorlar. Bu bence çok önemli. Aynı zamanda akademik çalışmalar için de çok fayda sağlayacaktır. Burada tabi benim birkaç nokta dikkatimi çekti. Onu sizinle paylaşıp sizin yorumlarınızı almak istiyorum. Bugüne kadar yani 21’inci yüzyıl 2022 tarihinde, Sabatay kültürüne ait; anladığım kadarıyla kendisini Sabatay hisseden veya Dönme hisseden insanlarda kültürel olarak en somut kalan şey yemekler kalmıştır, diyebiliriz değil mi? 

Doğrudur. 
 

– Bunu neye bağlıyorsunuz? Mesela kelimeler,  sözler veya deyimler değil de neden yemekler bu kadar belirgin ve kalıcı? Ve herkes aslında benzer yemekleri yiyor cemaatte, değil mi? Yani üç tane grup var: Yakubiler, Kapaniler ve Karakaşiler. Yemekleri üç aşağı beş yukarı hepsinin aynı ve hatta o yemeklerden birbirlerini tanıdıkları bile oluyormuş. 

Evet. Şöyle söyleyeyim. Selanik yüzde itibarıyla tarihte 1800’lerin sonuna doğru bir Yahudi kentiydi.

Bu Yahudi kenti olunca “Yahudi kadının yeri mutfaktır.” 


– Çok güzel, evet. 

Aynı şekilde Selaniklilerin de annelerinin yeri mutfaktı. Hiçbiri dışarıda çalışmıyor veya başka bir etkinliği yoktu. Ve annenin kendini en iyi sergileyeceği yer de masadır. Ve yemek tatları ölmeyen bir duygudur.

Bir de unutmayın bir hafıza var, bir bellek var; o anadan kıza, geline naklediliyor. Demek ki en sağlam halka gastronomik halka. 


– Evet, evet. Benim bu çok dikkatimi çekti. Şimdi diğer tabi daha spesifik sorulara geçecek olursam, üç tane grup var. 

Evet.


“En suskunları Karakaşiler, en asimile olanlar ise Yakubiler”

– Siz de onu vurguluyorsunuz: Yakubiler, Kapaniler ve Karakaşiler. Benim anladığım kadarıyla burada asimilasyon noktasında, kendi kültürel ve dini geleneklerine daha açık bir şekilde bağlı olan grubun -kitabımızda da altı çiziliyor- Karakaşiler olduğu anlaşılıyor değil mi? Veya böyle diyebilir miyiz?  

Böyle diyebiliriz, evet. Şu anda en güçlü kaynak Karakaşiler. En sessiz, en suskun olanlar da Karakaşiler. Anladığım kadarıyla -bunu bariz bir iki kişi belki tanıklıklarında söyledi- ritüellerini sürdürenler de Karakaşiler.

Türk toplumuna en asimile olanlar ise Yakubiler. Yakubiler “bu işi terk edelim” dediler. Ve yeminlerle konuyu kapattılar. Çocuklarına hiçbir şey anlatmadılar.

Zaten kitabın içindeki en büyük travma çocuklara anlatılmaması. Hiçbir grupta belirli bir yaşa gelmeden çocuğa kimliği veya aidiyeti, geçmişi ve ataları hakkında bilgi verilmiyor. 


“Bu gizlilik, bu suskunluk çok çarpıcı; bir mezar arayışı var ki gerçekten kalpleri burkuyor”

Tanıklarımdan birisi, belki okudunuz; dedesinin mezar yerini arıyor. Ve aile onu şaşırtmak için “Mezarı Karacaahmet’te” diyor. Halbuki mezar Bülbülderesi Mezarlığı’nda.

Bülbülderesi’nde olduğunu söyleselerdi ilk günden çocuk “Neresi Bülbülderesi, kim yatar orada” diye soracaktı. 

Orada bir mezar arayışı var ki gerçekten kalpleri burkuyor. Bu gizlilik, bu suskunluk; bu çocukların sonradan travmatize şekilde bu bilgiye ulaşmaları gerçekten çok çarpıcı. En büyük travmaları, suskunluk bence. 


“Sabatay Sevi’nin 18 emrinin dokuzuncusu Müslüman Türk’e ve sadece “Yahudi” olana ne olduğunu söylememek”

– Fakat şunun da altını çizmek lazım. Bu suskunluk aslında aynı zamanda bir dini vecibe olarak da kabul ediliyor, değil mi?

Evet. Evet. Cengiz Şişman’ın “Suskunluğun Yükü” kitabında, Musa’nın 10 emri var biliyorsunuz. Sabatay Sevi’nin 18 emri var. Ve dokuzuncu emri; Türk’e yani Müslüman Türk’e ve Yahudi’ye sadece Yahudi olana “söylememek”; ne olduğunu söylememek var. 

Yani suskunluk bir kural onlarda bir şekilde. 
 

Sabatay Sevi, ŞAlom dergi.jpg

Sabatay Sevi / Görsel: Şalom dergi

Fakat zamanın ruhu artık çok farklılaştı. İnsanlar birbirini tanımak istiyor. Birbirleriyle iletişime geçmek istiyor ve bu yoldan geçmişini arıyor. 

Biliyorsunuz şimdi hiçbir zaman olmayan DNA testleri var. Birçoğunun da DNA testleri yapılmış. Yani kendilerinin ne olduğunu bilimsel olarak da kanıtlama peşine düşüyorlar. 

Demek ki bu çok önemli. Ya insan olanın bence çok çok önemli bir karakteristiği; ne olduğunu aramak. 


– Evet, evet size katılıyorum. Benim de bu konudaki temel gözlemim demografik ayrışmanın olduğu; yani gençlerde geçmişe dönük bir arkeolojik kazımın daha yoğun bir şekilde ben hissedildiğini ve bu konuda daha fazla çaba gösterildiğini görüyorum. Ama sizin de başta söylediğiniz gibi, tabii ki temelde bunu başlatan süreç belki de onların da çok niyetlenmemiş bir şekilde bu sürece sokan bu Portekiz vatandaşlığı meselesi. 

Tabi. Etkenlerden biri bu. 


– Ama sadece o diyemeyiz bence. 

Hayır, diyemeyiz. 

– Yaşadıkları sosyal ve siyasi ortamda bence bu tür bir kimliğin araştırılması noktasında kendilerine daha motive etti diyebiliriz. Ve bence de oldukça iyi bir işe vesile oldu. En azından genellikle dediğiniz gibi komplo teorileriyle veya üzerinde çokça akademik çalışma yapılmamış bir toplumsal, kültürel bir grupla biz de yakınlaştık ve ne olduğunu şu an daha net, daha tarafsız, daha objektif verilerle anlamaya çalışıyoruz. Burada diğer bir soruyu eklemek istiyorum size. Peki, sizce bu kitap Türkiye Yahudi Cemaati’nde nasıl yankı buldu? Veya size nasıl dönüşler oldu?

Türkiye Yahudi Cemaati derken kendi çevremi anlatıyorum.


– Tabi, tabi. Sizin kendi çevreniz.

Kendi arkadaş çevrem ve geniş toplumdaki çevremde büyük tebriklerle karşılaştım.

Kitabı bir tek Sayın Hahambaşımıza yolladım. Tepki ölçmek için değil; çünkü kendisi bir okurumdur. Her zaman kitaplarım hakkında yorum yapar.

Sayın Hahambaşımız kitap önüne gelir gelmez “Sen tarihi bir misyon yaptın” dedi bana. Ve yeterince büyük bir tebrik olarak algıladım.
 

Baba Bize Neden Dönme Diyorlar.JPG

Biliyorsunuz kitabın kapağında bir mektup var. Bu, Sabatay Sevi’nin bir mektubudur. Ben İsrailli İbranice okuyanlara okutmaya çalıştım. Kimse okuyamadı bunu, anlayamadı.

Aslında içinde bir açıklama verdim. Gerşom Şolem’in kitabından aldığımı yazdım ama içerik olarak kelime kelime kimse çözemedi. 

Hahambaşımız sağ olsun, çok bilge, çok kültürlü kendisi ve bunu hemen söyledi ve “İmzası var burada. Bir parafı var. Sen bana hemen yolla mektubu, okuyayım” dedi. 

Aslında Selaniklilerin, bana konuşan dostların kaygıları vardı. “Bu kitap nasıl tepki alacak” diye çekinceleri vardı. Özellikle bunu belirtmek istiyorum. 

Şu anda kitabın piyasaya çıktığı sanıyorum bir buçuk ay oldu. Şu anda kadar hiçbir negatif tepki almadım. 


– Çok güzel. Yani gerçekten çok iyi. 

Kütüphanemde inanın hurafe dolu bir sürü kitap var bu konuda. 


– Biliyorsunuz Türkiye’de komple teorilerinin çoğu Sabatayistler üzerine kurgulanıyor, onlar üzerine inşa ediliyor. Özellikle kovid sonrası süreçte de bunu çok yoğun bir şekilde gördük. Fakat bu gibi çalışmalarla artık kamuoyu daha da bu işi soğukkanlı veya serinkanlı bir şekilde anlamaya çalışacak. Şimdi şunu sormak istiyorum: Kitaptaki röportajlarda karşılaştığınız en ilginç olay neydi, en şaşırdığınız hadise ne oldu? Ya da hiç öyle sizi şaşırtan bir şeyle karşılaştınız mı? 

Evet. Biyolojik dedesini arayan Maria adlı Alman kadın. Biyolojik dede hikayesini şimdi anlatmayayım okurlar okunsun. Veli Derviş (biyolojik dedesi) ve onu arayan torunu. 

Aslında biyolojik babasını arayan annesiydi. Ama ömrü boyunca bu keşfi yapmak ona nasip olmadı. Annesinin biyolojik babasının buluşu… O hikaye bence çok çarpıcıydı. 

Gerçi herkesin anlattığı çok benzersiz ve eşsiz. Bütün söyleşiler gerçekten eşsiz. Ve ben hiçbirini elemedim. Kısa, uzun, ya tamamen röportaj halinde bırakmam da onları rahatlattı. Yani dürüstlüğümün bir simgesi olacaktı. Bütün gazetecilik etiklerine uydum. 

Bazen ailede ağızlarından kaçırdıklarını sonra onlara hatırlattım. “Bak bunu bunu söyledin” dedim; “Yok bunu silelim” dediler. 

Ağızlarından kaçırdıkları da oldu, fakat söylemek istediklerinden fazlasını da ben yazmak istemiyorum.


– Tabii ki. 

İnsan konuşurken her şeyi kaçırabilir ağzından; dostluk ve samimiyet ile uzun saatler de girince araya…

Benzersiz bir deneyim oldu benim için de. Çünkü çok güzel insanlar tanıdım. Hiçbirini seçmedim ama genelde hepsi çok eğitimli, çok entelektüel, anne babaları ve büyükanne büyük babaları hepsi eğitimli. 

Selanik Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapısıydı. Ve onlar bir şekilde mübadeleyle, Balkan Savaşı’yla, Selanik 1917 yangınıyla Türkiye’ye gelerek Osmanlı’ya ve Türkiye’ye batıya taşıdılar. 

Çok dilli ve çok etnisiteler de vardı. Kimisi sır kimisi Livorno’dan geldi. Kimisi Avrupa’dan, Paris’ten dolaşıp geldi. Yani Avrupa’nın bir şekilde doğudaki şehriydi Selanik. 


“Nişantaşı, Maçka Dönmeler için adeta bir Selanik gettosuydu”

– Biliyorsunuz Osmanlı da kapitalist ekonomiye geçiş sürecinde en nihayetinde bir kozmopolit bir insan tipine ihtiyaç duyuyor. Ticaret yapacak; işte dediğiniz gibi çok dilli, daha geniş düşünecek, risk alabilecek ve farklı kültürlerle, farklı dillerle veya farklı dinlerdeki insanlarla da rahatça iletişim kurabilecek bir insan tipine ihtiyaç vardı. Bana soracak olursanız Selanikliler yani “Sabatayistler” de bu insan tipine çok uygun insanlar. Çünkü farklı dilleri, dinleri ve kültürleri bir arada içlerinde barındırıyorlar. Ve biliyorsunuz, hem Osmanlı’nın son döneminde hem de cumhuriyetin ortalarına kadar Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinde oldukça önemli roller üstlendiler, değil mi? Önemli iş adamları, sanayiciler genellikle bu ailelerden çıktı. Dışişleri Bakanlığı’nda, devletin farklı, dışa açık pozisyonlarında da yer aldılar. Çünkü dediğim gibi bir kozmopolit bir zihinleri ve kültürleri var. İstanbul’da da yoğunlaştıkları yerler de var, değil mi? Baktığımız zaman Nişantaşı, Teşvikiye gibi. Sizce hala orada yoğunlar mı? Siz, karşılaşıyor musunuz?

Ben orada oturmuyorum. Fakat önemli olan okulları hala orada. 


– Evet, doğru. 

Terakki ve Işık, hala Selaniklilerin gözetimi altında. Yönetim kurulları Selanikliler. Ve hala birçoğu orada yaşıyor. Tanıklarımdan biri şöyle diyor; “Sokağa çıktığımızda hep tanıdık yüzler görürdük, selamlaşırdık.” Ve şöyle bir ifadesi vardı:

Nişantaşı, Maçka adeta bir Selanik gettosuydu.


– Çok güzel, çok ilginç. Evet. Bir de tabi altını çizelim Suzan Hanım, orada aynı zamanda Teşvikiye Camii de var değil mi? Oldukça kendileri açısından önemli.

Şöyle söyleyeyim. Teşvikiye Camii konusunu, gerçekten bu işi bilen, gerçekten araştırıp da cevap veren bir tanığıma sordum. Yani hepsine sordum da onun söylediği çok geçerli.

“Hayır” dedi, “Teşvikiye Cami, Selaniklilerin cami değil” diye cevap verdi;

Selaniklilerin ibadethanesi de değil. ‘Onun altında, yanında, kenarında ibadet yapılıyor’ diye bir sürü hurafe oldu. Hepsi yanlış, hepsi hurafe. Sadece bizlerin, Müslüman göründüğümüz için, Müslüman cenazesi yapacağımız en yakın cami Teşvikiye Camii idi. Başka cami yoktu etrafta.


– Evet, anladım. Pratik sebeplerden dolayı başka cami yoktu. Zaten “Baba Bize Neden Dönme Diyorlar?” kitabınızda Karakaşi ailesine mensup birisi anlatıyor. Bu ibadet için yapılmış evler olduğunu söylüyor. 

Evet.


– Okuyucularımız kitaptan ayrıntılı şekilde okuyabilirler.

Evet. Kitapta okuyacaklar. Kendi ibadetleri hakkında anlatılanlar da kitapta yazılı. 


“Aidiyetlerin bilinmesi çok önemli. Ne kadar ayrıştırılır, ötekileştirilirseniz; o kadar ne olduğunuzun peşine düşerseniz”

– Evet, evet bu konuda da ilk kez karşılaşabileceğimiz çok çok ilginç anekdotlar kitapta bulunmakta. Çünkü hepsini anlatmıyoruz, okurlarımız kitabı alıp okumalısınız ve bu ilginç hikayelerle kendiniz birebir karşılaşmalısınız. Şimdi son sorulara geçmek istiyorum. Sizce yeni jenerasyonun durumu ne olacak? Sabatay kültürü veya Selanikliler nasıl bir yöne gidiyor? Şunu da eklemek isterim. İzmir’de, Sabatay Sevi Evi restore edildi ve açıldı. Burada yine kendisini analım; bu konuda gerçekten akademik ve sivil toplum açısından da emek harcayan Prof. Dr. Cengiz Şişman bu işlerde çok büyük öncülük ediyor. Kendisi Türk toplumunun da bu konuda daha soğukkanlı davranması ve bunun bir akademik konu edinilmesi noktasında da çok ciddi çabalar harcadı. Ve hala harcıyor. Siz hem bu konu etrafında hem de gelecek perspektifi açısından nasıl görüyorsunuz?

Şöyle söyleyeyim. Şayet kitabımdaki yaş skalasına bakarsanız, en gencinden başladım. Bana tanıklık yapan en genci 1985 doğumlu. En ileri yaşta olan da 1930 yanılmıyorsam; sonuncusu öğretim üyesi.

Gençler ne olduklarını direkt olarak çocuklarına bildiriyorlar. Bildirmek için de tabii ki belirli bir 10-12 yaşı bekliyorlar. Fakat soru sorduklarında dürüstçe cevap veriyorlar. 

Aidiyetlerin bilinmesi çok çok önemli. Neden önemli? Ne kadar ayrıştırılırsanız, ne kadar ötekileştirilirseniz, o kadar ne olduğunuzun peşine düşerseniz. 

Ve “Ben niye bu kadar ayrıştırıldım” sorusuna; kendi bilincine, kendi vicdanına cevap vermeli insan.

Bu cevabın peşinde aidiyetine sarılmalı. Bir insanın birçok aidiyeti vardır çünkü. Dini aidiyeti vardır, etnik aidiyeti, atalarının aidiyetleri vardır. Artık dünyamız büyük bir köy. 


– Tabii ki, evet. Artık insanlar sahip oldukları tek kimliğin alt unsurlarını da araştırmak istiyorlar. Ve onları buldukça daha da onun derinliğine erişmek istiyorlar. Bunun aslında oldukça insani bir duygu olduğunu söyleyebiliriz. Peki, bu kitap genişleyecek mi? 

Şöyle söyleyeyim. Şu anda İngilizce tercümesi bitmek üzere. 


– Öyle mi, harika.

İngilizce tercümesinin nerede yayınlanacağını henüz tam karar veremedim. Ama mademki böyle bir çalışma oldu, bence onu yalnız kendi ülkemize değil, herkesin bilgisine sunmam lazım. O zaman değeri olur diye düşünüyorum.

Sanıyorum yani birkaç ay içinde İngilizcesi de bir şekilde piyasaya çıkacak. 


– Peki, elimizdeki kitabın ikinci baskısına genişletmeyi düşünüyor musunuz?

Hayır. 


– Bu şekilde devam edecek, diyorsunuz. 

Yeter. Her şey söylendi. Yani dedemin dedesinin dedesine gitmeyelim artık. Yani olan bu. Olan bu. Tabii ki bundan çok daha fazla kitap yayımlanmaya yakın, “Ben de söyleşi vermek istiyorum” diyen oldu; ama artık bir yerde dur diyeceksiniz. 

Çünkü biliyorsunuz kağıt çok pahalı (gülüyor), yayıncılık çok zor. Benim için en önemlisi fiyatların çok yüksek olmaması. Kitap herkese ulaşılır olmalı. Ve ne kadar kalınlaştırırsanız fiyatını şişiriyorsunuz.


– Çok doğru. Peki, şu an kitap nasıl gidiyor sizce? 

Bence çok iyi gidiyor. 


– Türk toplumundan ilgi gayet iyi, diyorsunuz. Çok güzel. 

Çok müteşekkirim okurlarıma. 


– Ben tekrar kitaptan bahsetmek istiyorum. “Baba Bize Neden Dönme Diyorlar” kitabı Varlık Yayınlarında çıktı. Suzan Nana Tarablus tarafından kaleme alındı. Suzan Nana kitapta, Selanikli veya ma’aminim olan, Dönme cemaatine mensup olan 28 kişiyle konuştu. Ve oldukça da güzel bir eser ortaya çıkmış oldu. 

Ben kendisine vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum. Belki bundan sonra tekrar bu kitaba yönelik ve diğer kitaplarınıza yönelik konuşmalar da yapabiliriz. Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. 

Ne zaman isterseniz ben teşekkür ederim Gökhan Bey.

© The Independentturkish

https://www.indyturk.com/node/489376/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/baba-bize-neden-d%C3%B6nme-diyorlar-kitab%C4%B1n%C4%B1n-yazar%C4%B1-suzan-nana-tarablus

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın