Bu ay Edebiyatist Yayınevi’nden çıkan Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç kitabını yazarı Yakup Barokas ile konuştuk. 20. yüzyılın ortasında Türkiye üzerinden yapılan Yahudi göçlerine odaklanan kitap farklı hikayeleri ve tanıklıkları bir araya getiriyor. Bu tanıklıklar Holokost mültecilerine Türkiyeli Yahudilerin aktif desteğini de gösteriyor.
Nesi Altaras: Türkiye üzerinden Yahudilerin yasadışı göçü konusunda yazmaya nasıl başladınız? Hangi yıllara odaklandınız?
Yakup Barokas: Bundan tam 30 yıl önce birkaç arkadaş birlikte bir konferans hazırladık. Konu, Avrupa’da Nazi vahşetinin yükselmeye başladığı yıllarda gemilerle veya karadan Filistin topraklarına gerçekleştirilen göç hakkındaydı. O dönemin tanıklarıyla pek çok söyleşi yapıldı, kaynak toplandı. Tabi bir saatlik bir sunumda tüm bu bilgilerin aktarılması mümkün değildi. Yıllarca sakladığım bu birikimi hep yeniden ele alıp değerlendirmeyi düşündüm. Bu bilgi ve tanıklıkların heba olmasına gönlüm elvermedi, bunların gün ışığına çıkması bence yerine getirilmesi gereken kişisel bir sorumluluktu. Korona döneminde bu malzemeleri yeniden değerlendirerek kaleme aldım.
1934 ile 1945 yılları arasına odaklandım. Diğer bir deyişle Türkiye’den İsrail’e toplu bir göçün gerçekleştiği 1948 aliyası konunun dışında kaldı. Sözünü ettiğim dönemde, “Aliya Bet” olarak bilinen, özellikle Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinden kaçanların göçü söz konusuydu. Türkiye’deki bazı Yahudi gençler örgütlenerek bu göçe yardımcı oldular ancak o yıllarda pek azı İsrail’e göç etti.
İzini sürdüğünüz göçler en çok hangi güzergahlardan geçiyor? Neden İstanbul bu göçler için kritik bir rol oynuyor?
1939 yılında İngilizlerin yayınladıkları “Beyaz Kitap” [devlet politikasını açıklayan belge] uyarınca Filistin’e göç kısıtlanmıştı. Pek az Yahudi’ye göç izni veriliyordu. Yasadışı yollardan göç etmek isteyen, Almanya, Litvanya gibi ülkelerden gelen göçmenler kara yoluyla Trieste ve Marsilya gibi limanlara ulaşmakta, Doğu Avrupa ülkelerinden kaçanlar ise Yunanistan ile Romanya’dan gemilere binmekteydiler.
Ancak 1 Eylül 1939’da 2. Dünya Savaşı başladı. İtalya’nın Nazilerin müteffiği olarak savaşa girmesi ve İtalya’dan deniz yolunun kapanmasıyla yeni yolların aranması gerekiyordu. Kaçış yolu olarak Türkiye üzerinden Suriye yolu kalmıştı. Göçmenler Trablus’a geçiyor ve trenle kara yoluyla Filistin’e veya gemilerle İstanbul’a oradan da o günkü adıyla Palestina topraklarına ulaşmaya çalışmaktaydılar.
Neden İstanbul’un kritik bir rol oynadığına gelince coğrafi açıdan Alman çizmesi altında ezilen Avrupa’ya en yakın bağlantısız ülke Türkiye’ydi. Türkiye, Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’dan kaçabilen Yahudiler için Filistin yolunda ilk emin durak konumundaydı. Ayrıca o dönemde İstanbul her ülkeden casusların cirit attığı bir kentti ve buradan dünyanın her yanıyla haberleşme imkânı vardı. Bu nedenle de Yahudi Ajansı (Sohnut) Avrupa Yahudilerini kurtarmak amacıyla İstanbul’u merkez edindi ve bu kentte çalışmaya başladı.
Kitapta, 1940’larda Türkiye üzerinden göçlerin İstanbullu Yahudi tanıklarının anılarına da yer veriyorsunuz. Bu tanıklıklarda ne tür benzerlikler görüyorsunuz?
Örneğin Şaut Şirem Kilis’te yaşamaktaydı. 11-12 yaşındaydı ve Yahudi toplumunun Suriye üzerinden göç etmek isteyenlere nasıl yardım ettiğini anlattı. İlerde Shlomo Carmel ismini alacak olan Salamon Arditti Suriye üzerinden aliyasını gerçekleştirirken başına gelenleri, yakalanıp nasıl Haitura kampına hapsedildiğini anlatır.
Uzun yıllar Yahudi Toplumu Laik Konsey Başkanlığını yapacak olan Av. Jak Veissid’in eşi Rene Veissid de tanıklık yapan kişilerden biriydi. Rene Veissid İstanbul’da faaliyet gösteren Yahudi Ajansı temsilcisi Haim Barlas’ın sekreterliğini yapmıştı. O da kendi açısından bildiklerini anlattı. Her bir tanığın anlatıları çok önemli bilgiler içermekteydi. Kanımca arada benzerlik aramamak gerekir.
1940’ların Türkiyeli Yahudileri göçe nasıl bakıyor? Ne gibi yardımlarda bulunuyor?
1937-38 yılında Siyonist hareket bile İngiliz Manda yönetimi ile terse düşmeyi çıkarlarına aykırı gördüğünden yasadışı göçe (Aliya Bet) karşı çıkmaktaydı. Tabi ki savaşın patlak vermesinden ve Yahudilerin Avrupa’daki durumlarının tehlikeye girmesinden sonra bu tutum değişti. Demek istediğim bir genellemeye gidemeyiz. Örneğin Türkiye’de Neemaney Tsiyon, HaHalutz, Betar gibi [Siyonist] gençlik kuruluşları bu aliyaya yardımcı oluyordu, sığınmacıları ağırlıyor, yol gösteriyorlardı.
Türkiyeli Yahudilerin eğilimlerine gelince Henri Soriano gibi toplumun ileri gelen kişileri Yahudi Ajansı temsilcileri ve özellikle başlarında yer alan Haim Barlas’la sürekli temas halindeydiler. En çok yardım edenlerden Simon Brod ise efsanevi bir kişidir. Belki araştırılıp hakkında kitap bile yazılmaya değer bir şahsiyet…
Türkiyeli Yahudilerin savaş yıllarında göçmenlere, hatta Türkiye’den aliya yapanlara karşı gösterdikleri tavır [Türkiyeli Yahudilerin toplu olarak İsrail’e göç ettiği] 1948 aliyasına karşı takınacakları tavırdan oldukça farklıdır. Örneğin aynı Henri Soriano, [1948’de] Laik Konsey Başkanı görevinde cemaatın göçle hiçbir ilgisi olmadığını, bu “yanlış” ve “yasadışı” faaliyetleri üzüntü ile karşıladıklarını ifade edecektir. Yahudi Toplumu ileri gelenleri 1948 yıllarında kitlesel olarak gerçekleşen bu göçü önemsizleştirmeye çalışmış, hatta gidenleri “işsiz güçsüz maceraperestler” olarak nitelendirilmiştir.
Anlattığınız göçleri ‘yasadışı’ olarak niteliyorsunuz. Bu göçler hangi niteliklerden dolayı yasadışı? Paralel yasal göçlerden bahsedebilir miyiz?
Yasadışı olarak nitelendiren ben değilim. “Aliya Bet” İngiliz Mandası sırasında, Filistin’e izinsiz yapılan ve yasadışı olarak gerçekleştirilen “Aliya”ya, verilen isimdir. Beyaz Kitap’a göre göçmenlerin sadece üçte birine göç izni verilmekteydi. Tabi Filistin’e giriş izni olanlara Türkiye’nin ayrıca geçiş hakkı tanıması gerekirdi. Belli dönemlerde Türkiye bu geçiş hakkını dahi sınırladı veya hiç tanımadı.
Yasal göçlerin İbrani alfabesinin ilk harfi olan alef olduğu farzedilerek yasadışı göç İbrani alfabesinin ikinci harfi kullanılarak “Aliya Bet” şeklinde anıldı. Bu göçün diğer bir adı da yine “bet” harfiyle başlayan ve yasadışı göç anlamına gelen “Aliya Bilti Legalit”dir. Bir de Filistin’de gerçekleşen Maccabiat oyunlarına katılıp ülkelerine geri dönmeyenler olduğu gibi sahte evlilikler yapıp Filistin’e göç edenler de vardı ki bu göç türüne de “Aliya Dalet” denmektedir.
Odaklandığınız dönem boyunca Türkiye hükümetinin Yahudi transit göçüne yaklaşımı nasıl değişiyor?
Türkiye hükümetinin Yahudi göçüne yaklaşımı savaşın seyrine göre değişim gösterdi. Kitapta, “Mülteci Akınına Karşı Türkiye’nin Değişken Siyaseti” başlığı altında bu konuyu ele aldım.
Türkiye’de 1938 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmayan gizli bir kararname yürürlüğe kondu. Bu kararnamede olabilecek bir Yahudi mülteci akınına karşı alınacak tedbirler bir esasa bağlanmaktaydı. Almanya, Macaristan ve Romanya tabiiyetindeki Yahudilere katiyen geçiş izni verilmeyecekti.
Kitabımın baskıya girdiği gün Prof. Dr. Çağrı Erhan’ın Türkiye Gazetesi’nde yayınlanan bir makalesini okudum. O da 1938 ve 1941 tarihli arşivlerde ulaşılamayan iki kararname ile Yahudilerin ülkeye girişlerine izin verilmediğini ve bütün Yahudilere kucak açılması gibi bir durumun söz konusu olmadığını açıklamaktadır.
Türkiye’nin 1940’lardaki tutumu bugün kendisine çizdiği Holokost kahramanı imajıyla ne derece uyuşuyor?
Ben kitapta bu konuyu incelemedim. Uluslararası Dürüst olarak ortaya atılan dört hariciyeciden sadece Selahattin Ülkümen Yad VaShem Holokost Merkezi tarafından tanınmaktadır. Bu konular Corry Guttstadt ve İzzet Bahar’ın inceleme kitaplarında geniş bir şekilde ele alındı. Ben 500. Yıl söylemi çerçevesinde tarihin çarpıtılmasına, “güvenli sığınak” türünden efsaneler yaratılmasına karşıyım.
Ele aldığınız göçlerle ilgili herhangi bir toplumsal hafıza var mı, İsrail’de veya Türkiye’de?
Ben ilkin bu çalışmanın İbranice’ye çevrilerek yayınlanmasını arzu ettim ama şimdilik olmadı. Tabi ki İsrail’de “Aliya Bet” tarihe mal olmuş, kitaplarda yerini almıştır. Bu konuda İsrail’de çok sayıda anı kitabı var. Ancak Türkiyeli Yahudilerin bu konudaki katkıları bilinmemektedir. Oysa, çoğu zaman Türk devletinin bilgisi dahilinde hareket eden pek çok oluşum Nazi vahşetinden kaçan Yahudilerin göçlerine yardımcı oldu. Bu gurur duyulacak bir durumdur. Ancak aman “deşifre olmayalım, ucu bize dokunmasın” endişesiyle bunlar anlatılmayınca bu onurlu tarih sadece bazı hatıralarda yer aldı ve Türkiyeli Yahudiler de “un-seen” suya sabuna dokunmaz hüviyetlerini korudular. Bu beni hep çok üzdü. İsrail’de Arap ülkeleri ve İranlıların aliyalarından söz edildiği halde Türkiye’den gerçekleşen dolaylı veya dolaysız aliyalardan hiç söz edilmez.
Bu göçleri işlerken Silivri bir göç mekanı ve hafıza alanı olarak sıklıkla önümüze çıkıyor. Silivri’nin Yahudi geçmişinden bahsedebilir miyiz?
Benim rahmetli annem Silivrili, bunun dışında Silivri’nin Yahudi geçmişi hakkında gerçekten bir bilgim yok. Silivri bir göç mekânı değildir. Kitabımda Silivri’den söz edilmesinin nedeni göçmen gemisi Salvador’un Silivri açıklarında batmış olmasıdır. Salvador gemisi kurtulanlarıyla eşim Nelly Barokas’ın 2004 yılında gerçekleştirdiği söyleşiler kitabımda yer almaktadır.
Salvador Gemisi 1940 yılının 12 Aralık günü Silivri açıklarında şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Cambaz Burnu önünde kayalara çarparak battı. 230 kişi dalgalarda can verdi.
Şalom gazetesinde beş hafta boyunca yayınlanan bu söyleşi dizisini tarihi ve belgesel değeri açısından çok önemsiyordum ve kitabımda ele aldığım konuyla da doğrudan ilintiliydi. “Türkiye Üzerinden Yasadışı Göç” kitabının ikinci bölümünde bu söyleşilere yer vermemin diğer bir nedeni de söyleşinin yayınlandığı yılda gazetenin henüz internette kayıt altına alınmıyor olmasıydı. Bu son derece sarsıcı tanıklıkların kalıcı olmaları önemliydi.
Yakup Barokas‘ın Edebiyatist Yayınevi’nden çıkan Türkiye Üzerinden Yasadışı Göçkitabını internetten veya kitapçılardan alabilirsiniz.
İlk yorum yapan siz olun