Etnik mülksüzleştirme ve derin dondurucu
Söyleşi: Anıl Olcan
“Yakın tarihimizde neler olmuş!” Üstü ne kadar örtülürse örtülsün, olmadık anlarda kalın örtünün altından başını çıkaran kirli, karanlık geçmiş bu kez popüler bir kanalda yayınlanan popüler bir diziyle gündeme oturdu. “Kulüp” dizisinin odaklandığı Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarının tarihsel zeminini ve bugüne aktarılan sonuçlarını “Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları” kitabının yazarı, sosyolog Ayhan Aktar’dan dinliyoruz.
Netflix’te yayınlanan Kulüp dizisi popüler bir mecrada ilk defa Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, gayrimüslimlerin uğradığı ayrımcılıklar gibi konuları gündeme getirdiği için ilgiyle karşılandı. Siz diziyi nasıl buldunuz? Toplumsal alanda olumlu bir yansıması olduğunu gözlemlediniz mi?
Ayhan Aktar: Ben diziyi çok beğendim. Basından öğrendiğim kadarıyla, Netflix‘in dünya klasmanında da en çok seyredilen on dizisi içine girmiş. Bu tip diziler akademisyenlerde biraz moral bozukluğu yaratır. Çünkü yıllarca uğraşır araştırma yapar, kitap yazarsınız, on bin kişi kitabınızı okursa bu bir rekor sayılır ve mutlu olursunuz. Fakat yetenekli bir yönetmen akademisyenlerin bilgi birikiminden ve kitaplarından faydalanarak bir dizi çeker, popüler bir mecrada gösterilir. Diziyi milyonlarca insan seyreder ve “Vay be, yakın tarihimizde neler olmuş?” derler. İçinizden “Yahu, biz bunları yıllar önce yazmıştık” demek gelir. Ama görsel sanatın gücünü teslim etmek ve bunun yarattığı bilinç sıçramasının keyfini çıkarmak gerekir. Kabul edelim, sinema sanatı ortalama vatandaşa çok şey anlatma gücüne sahip. İnsanlar evlerinde otururken bir şeyler öğrenir ve şaşırırlar.
Tabii bu noktada “şaşırma” hali üzerinde biraz düşünmek lâzım. Ne yazık ki, Türkiye’nin yakın geçmişinde çok-dinli, çok-kültürlü ve kozmopolit bir yapıya sahip olduğunu ilk kez Netflix dizisinden öğrenen vatandaşlarımız var. Bu da “Türkleştirme politikaları” olarak isimlendirdiğim uygulamaların ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Türkleştirme politikaları derken şunları kast ediyorum: sokakta konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe, eğitimden sanayi hayatına, ticaretten devlet personel rejimine, özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskân edilmelerine kadar toplumsal hayatın her boyutunda Türk etnik kimliğinin her düzeyde ve tavizsiz bir biçimde egemenliğini ve ağırlığını koymasıdır. Yani hayatın tüm boyutlarının Türkleşmesidir, hatta fiziki ve coğrafi çevre bile buna dahildir.
1929’da İstanbul’un sokak isimleri değişmiştir. Bağlarbaşı semtindeki Gemici Ohannes Sokak olur size Reissül Küttap Sokak, Büyükada’daki Protestan Kilisesi Sokak olur size Zühre Sokak. Verilmek istenen mesaj bellidir: “Burada Gemici Ohannes diye biri yaşamadı, Protestanlar da olmadı, onların kilisesinin adını anmasak daha iyi olur”. Durum taşrada daha da vahimdir. İçişleri Bakanlığında kurulan komisyonlar tarafından 1928’den bu yana sistematik olarak isimleri Kürtçe, Ermenice, Rumca, Süryanice, Arapça, Lazca, Çerkezce ve Gürcüce olan köy ve kasabaların isimleri Türkçeleştirilmiştir. Örneğin, Bursa’da mübadele öncesinde Rumların oturduğu Tirilye beldesi Zeytinbağı oluvermiştir. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre Türkiye’deki yerleşimlerin üçte birinin, yani 15.047 yerleşim biriminin ismi değiştirilmiştir. Ne kadar “yerli ve milli” bir durum değil mi? Veya “yerli ve milli” olma tarihimiz aslında ne kadar eski değil mi?
Şimdi bu yalan dünyada doğup büyümüş vatandaşlarımız Kulüp dizisini seyrediyorlar ve birdenbire şaşırıp aydınlanarak birbirlerine “Yahu, biliyor musun Türkiye’de Yahudiler varmış!” diyorlar. Veya “Türkiye’de Yahudiler kendi aralarında Ladino diye bir dil konuşurmuş, hatta bu dilde güzel şarkıları bile varmış” diyorlar. Tabii bütün bunlar aslında hayırlı gelişmeler. Merkezi otoritenin son yüzyılda gerçekleştirdiği “hafıza silme” veya zihinlere “Kemalist format atma” operasyonları uzun süredir çatırdıyor. Bunların yerine AKP’nin oturtmak istediği “yerli ve milli” hafıza kalıpları eskisinden daha da sakil duruyor. Hatırlayın, Payitaht Abdülhamitdizisinde mahalle kabadayısı gibi gezinen ve ara sıra İngiliz elçisini tokatlayan bir II. Abdülhamit vardı. Tam evlere şenlik bir durum!
Anadolu’daki gayrimüslimlerin mülksüzleştirilme süreci 1915’ten başlar. 1915’te Ermeni tehciriyle Anadolu’nun küçük şehirlerinde başlayan servet transferi, mübadeleyle Rumların mülklerinin el değiştirmesiyle devam eder. Varlık Vergisi gayrimüslimlerin servetlerinin el değiştirmesinin son aşamasıdır.
İstanbullu Yahudi bir arkadaşım birkaç yıl önce iş için Kayseri’ye gitmiş. Kayserili iş adamları bizimkini isminden dolayı İngiliz zannetmiş! “Maşallah Rafael Bey, Türkçeniz çok iyi. Nasıl öğrendiniz?” gibi tuhaf sorular sormuşlar. Bizimki durumu anlatınca da utanıp, “Ama biz ömrümüzde ilk kez Yahudi görüyoruz, kusura bakmayın”demişler. Halbuki 1914 Osmanlı sayımına göre, Kayseri’de 184 bin Müslüman, 50 bin Ermeni, 26 bin 500 Rum ve 2 bin civarında da Protestan yaşıyordu. Yani 1914 rakamlarına göre nüfusun yaklaşık üçte biri gayrimüslimlerden oluşuyordu. Böylesine çok-dinli ve çok-kültürlü bir geçmişten gelen insanlar günümüzde İstanbullu Yahudi görünce pek şaşırıyorlar. Bu kesim üzerinde Kulüp dizisinin etkisi büyüktür ve bence önemlidir.
Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları’nı yazmaya sizi yönelten ne olmuştu, Varlık Vergisi’yle ilgilenmeye nasıl başladınız?
Doktora derecesini aldıktan sonra, kendime bir “aktif tatil” zamanı vermiştim. İki yıl sadece roman ve anı okudum. 1991 yazında tatildeyken İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin Varlık Vergisi Faciası isimli anıları okudum ve bu konuda bir monografi yazmaya karar verdim. Dönemin gazetelerini okudum ve içim karardı. Gayrimüslimlere karşı kullanılan nefret söylemi midemi bulandırmıştı. 1992’de, İspanya engizisyonundan kaçan Yahudilerin Türkiye’ye gelişinin 500. yılını kutlamak amacıyla 500. Yıl isimli bir vakıf kurulmuştu. Vakıf büyük bir akademik toplantı organize etmişti. Toplantıda Boğaziçi Üniversitesi’nden hocam Prof. Heath Lowry beni Prof. Bernard Lewis ve Prof. Stanford Shaw’la tanıştırdı. “Ayhan benim eski öğrencimdir. Biraz haylaz bir adamdır. Varlık Vergisi gibi netameli bir konuyla ilgileniyor” demişti. Lewis de “Varlık Vergisi’ni kimse doğru dürüst yazamadı” dedi. Ben de “Varlık Vergisi’ni yazabilmek için arşivlerin açılması lâzım. Bizim arşivlerimiz hâlâ kapalı” dedim. Bana gülerek, “Aman, ne önemi var? Siz de başka memleketin arşivlerine bakın. İngiliz arşivinde çok malzeme var. Hiç durmayın Londra’ya gidin” dedi. Ben de Stanford Shaw’a dönüp “Bu sene izin aldım, Amerika’ya gidiyorum. Amerikan Milli Arşivleri Washington’da mı?” diye sordum. Shaw da “Washington’a gitmenize gerek yok. Orgeneral Kenan Evren Atatürk’ün doğumunun 100. yılı nedeniyle Amerikan milli arşivlerindeki Türkiye’yle ilgili mikrofilmleri Ankara’ya getirtti. Amerikan Kütüphanesi’nde inceleyebilirsiniz” dedi.
O gece otobüse binip Ankara’ya gittim. Amerikan Kütüphanesi’nde “Burada sadece iki gün çalışabilirsiniz. Yaz tatiline giriyoruz. İlgilendiğiniz mikrofilm makaralarını yazın, İstanbul’daki konsolosluğa yollarız” dediler. Üç-dört makara seçtim. Her mikrofilm makarasında yaklaşık on bin belge vardı. Amerikan devletinin bürokratik kuruluşlarının kendine özgü belge tasnif mantığı vardır. Amerikan Dışişleri Bakanlığı belgeleri Ortadoğu, Türkiye ve Türkiye’de azınlıklar başlıkları altında tasnif etmişti. Tasnifte üstte olanlar 1940’ların Varlık Vergisi belgeleriydi. Belgeleri okudukça geçmişe doğru gidiyordum. Mesela, 1934 Trakya Yahudi Pogromu’nu ve 1923-24 mübadelesinin incelikli taraflarını Amerikan milli arşivlerindeki belgelerden öğrendim.
Kitabınızda 1915 Ermeni tehciri ve soykırımına, 1923-24 mübadelesine de geniş yer veriyorsunuz. Sizinle Ermeni tehciriyle ilgili yaptığımız söyleşideTürkiye’de Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşananların pek tartışılmadığını söylemiştiniz. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananlar sonrasını nasıl etkiledi?
1942’de çıkan Varlık Vergisi Kanunu’nun evveliyatına bakmadan Türkleştirme politikalarının mantığı anlaşılamaz. Galiba işe I. Dünya Savaşı’ndan başlamak lâzım. Savaş sırasında Osmanlı toplumu tam bir altüst oluş yaşıyor. Peki, savaş dışı kalmak mümkün değil miydi? Mümkündü. 1913-15 arasında Sofya’da askeri ataşe olarak görev yapan Yarbay Mustafa Kemal Bey Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın 2 Ağustos 1914 tarihli seferberlik kararını duyduktan sonra, arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü Aras’a yazdığı on yedi sayfalık mektupta Osmanlı devletinin savaş dışında kalması gerektiğini vurgular. Ayrıca, Almanların savaşı kazanmasının imkânsız olduğunu kurmay subay mantığıyla analiz eder. Ama Enver Paşa önceden işi bağlamıştır. Savaşa girmek amacıyla Almanlarla gizli bir anlaşma yapmıştır. Osmanlı Harbiye Nezareti 1914-18 arasında yaklaşık 2 milyon 850 bin askeri silah altına almıştır. Peki, bu kadar büyük bir orduyu nasıl besleyeceksiniz, nasıl giydireceksiniz? Bunları düşünen bir liderlik yoktur. Tamamen Almanların vereceği borç, askeri yardım, silah ve mühimmata güvenerek bu insanlar savaş meydanlarına sürülür. 1914’te 40 bin askerin Sarıkamış’ta donarak ölmesi büyük bir felâkettir. Enver Paşa 26-30 Ağustos 1914 tarihinde Almanların Ruslara karşı kazandığı Tannenberg meydan muharebesini taklit etmek ister. Almanlar savaşı yazın düz bir coğrafyada kazanırlar. Maceraperest Enver Paşa aralık ayı sonunda eksi 20 derecede, 2 bin 500 metre rakımlı dağları aşarak Kafkasya’yı ele geçirmeye çalışır. Olacak iş değil! Sarıkamış’ta askerler donarak ya da tifüsten hayatlarını kaybeder.
1926 tarihli Memurin Kanunu’ndaki devlet memuru olacaklarda aranan şartların birinci maddesi “Türk olmak”tır.Türk olmak deyince Yahudiler, Rumlar, Ermeniler memur olamıyor. Peki Kürt nasıl oluyor? Kürtler de Türk olduğunu söyleyerek, Türklüğe asimile olarak memur olabiliyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene” durumu böyle şekilleniyor.
Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam kitabında yazdıklarından Kafkas Cephesi’nin 1916’da Dersim’e kadar gerilediğini anlıyoruz. Yani, işgal güçleri Anadolu’nun ortasına kadar gelmiş. Bizim askeri tarihimizde bu yazılmaz, tartışılmaz. 1917’de Bolşevik devrimi olmasa ve cepheden Ruslar çekilmese Rusya’yla sınırımız Dersim’den başlayacaktı. Bolşevik hükümeti 1918 martında Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalar ve savaştan çekilir. 1918’de Filistin bozgunu yaşandıktan sonra İstanbul’un işgal edilmesi yakınlaşır, İttihat Terakki reisleri bir Alman torpido botuna binip Türkiye’den kaçar. Türkiye’de yaşanan bu felâketlerin maalesef siyaseten hesabı sorulmamıştır. Hâlâ Enver Paşa için “büyük asker ve kahraman” edebiyatı var. Enver Paşa darbe yaparak dikta rejimi kurmuş, saraydan Naciye Sultan’la evlendiği için “Paşa” rütbesi verilmiş ve Osmanlı Harbiye Nazırı makamına yükseltilmiş biridir. I. Dünya Savaşı’nı ve Enver Paşa ve diğer İttihatçıların yaşattığı felâketleri yüz sene sonra tartışamayacak mıyız?
Bu altüst oluş dönemi toplumu nasıl etkiliyor?
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabı I. Dünya Savaşı sırasında yaşananları çok iyi anlatır. Filistin cephesinde savaş bitmiştir. 1918 eylül ayında Filistin cephesi çöktükten ve savaş kaybedildikten sonra yazar İstanbul’a dönüş yolundadır. Tren Anadolu’da bir istasyonda durur. Falih Rıfkı bir annenin trendeki askerlere “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diye seslendiği anlatır. “Anne, trenin gideceği yolun yani İstanbul yolunun aksini göstererek ‘Bu tarafa gitmişti’ der”. Ve Falih Rıfkı devam eder: “Anadolu Ahmed’ini soruyor… Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek … Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik.”
1918’deki hava bu. Anadolu ahalisi savaştan bıkmış. Milli Mücadele sırasında, Sakarya Savaşı’nda askerler cepheden kaçar. İstiklâl Mahkemeleri esasen savaştan kaçan askerleri yargılamak amacıyla kurulmuştur. Bu kaçışların savaşa karşı bir pasif direniş olduğu açıktır. Yunan ordusunun İzmir’e çıktıktan sonra rahatça Anadolu içlerine doğru ilerlemesinin nedeni halkın savaş yorgunu olmasıdır. İlginçtir, bu pasif savaş karşıtlığının siyasi yansımaları bizim literatürümüzde yoktur. Türk siyasi seçkinlerinin arasında en savaş karşıtı sözleri Mustafa Kemal Paşa söylemiştir. 1923’te Musul meselesi yüzünden muhalefet “Savaşa girelim” diye tutturur. Mustafa Kemal Paşa şöyle cevap verir: “Behemehal şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayatî olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lâkin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş bir cinayettir.”
İlginçtir, Türkiye’de ciddi anlamda savaş karşıtı şiir, roman ve edebiyat geleneği pek yoktur. Belki günümüzde siyasi muhalefetin hükümetin TBMM’ye getirdiği Suriye ve Irak tezkereleriyle ilgili dillerinin tutulmasının nedeni savaş karşıtı ilkeli bir siyasi geleneğin eksikliğindendir. 1918’de İstanbul’un işgali Osmanlı Müslüman nüfusu açısından travmatik bir deneyimdir. İngiliz ve Fransız askerlerinin İstanbul’a, daha sonra Yunan ordusunun İzmir’e, İtalyan ordusunun Antalya’ya girmesi derin yaralar açmıştır. Bu travma İstiklâl Savaşı’na genç subayların katılmasını sağlıyor. Genelde savaşlarda yüksek rütbeli askerler hayatını kaybetmez. Ama İstiklâl Savaşı’nda şehit olan subay sayısı çoktur, genç subaylar ölümüne savaşmıştır. İşgalin yarattığı eziklik duygusu ölümüne savaşarak kapatılmaya çalışılır.
Toplumun dönüşümünde Ziya Gökalp’in Türklük tezi kritik. Gökalp “Türklük” ve “millet” derken neyi kastediyor?
Benedict Anderson milleti tanımlarken “hayali cemaat” terimini kullanır. Ziya Gökalp’e göre Türk milletine mensup olmanın kriteri Türkçe konuşmak ve Türk terbiyesi içinde yetişmiş olmaktır. Ziya Gökalp Türk kültürünün içinde sosyalleşme tecrübesini kastederek “hars” terimini kullanır. Gökalp’e göre harsın elde edilmesi iki aşamada olur. Bir çocuk Türk kültürünü, yani bayram namazı, büyüklerin elinin öpülmesi gibi âdetleri ailede öğrenir. Harsın öğrenildiği ikinci yer de okuldur. Çocuk okulda milli eğitim doktrini doğrultusunda Türk olmanın önemini, özelliklerini öğrenir, terbiye edilir. Ziya Gökalp “Millet ne coğrafi, ne ırki, ne siyasi, ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsî [kültürel] bir zümredir” der.
O zamanlar etnisite diye bir tanım yok. Etnisite yerine “ırk” tanımı kullanılır. Gökalp “Irk diye tutturursak Türklüğün ilerlemesi için mücadele etmiş Kürt, Arnavut, Arap ve Boşnakları silmemiz gerekir. Böyle bir şey mümkün değildir” diyor. Gökalp’in millet tanımı çeşitli etnik ve dini grupları Müslüman oldukları sürece içine alan, asimilasyoncu bir anlayış. Gökalp ırk üzerinden ayrıştırma yapmaz. 1930’ların Almanya’sında “Çingeneleri nasıl aryanlaştıracağız?”diye bir soru soramazsınız. Naziler “Biz aryanız, onlar Çingene” der. Gökalp’in asimilasyoncu milliyetçiliği hoş bir şey mi? Tabii ki değil.
Gökalp Türkçe konuştuğu takdirde gayrimüslimleri Türk milletine dahil edebiliyor, ama gayrimüslimler ticarete girmeye başladığında işler değişiyor…
Gökalp o konuda ikirciklidir. İstanbul Yahudi cemaatinden Marsel Franko Ahmet Emin Yalman’a “Birlikte yaşamanın kuralları var. Biz neden devlet memuru olamıyoruz?” diye soruyor. Tek parti rejiminin 1926’da çıkardığı Memurin Kanunu’ndaki devlet memuru olacaklarda aranan şartların birinci maddesi “Türk olmak”tır.Bu yasa 1960’lara kadar uygulanıyor. ‘60’larda Memurin Kanunu’nun birinci maddesi “T.C vatandaşı olmak” olarak değişiyor. Türk olmak deyince Yahudiler, Rumlar, Ermeniler memur olamıyor. Peki Kürt nasıl oluyor? Kürtler de Türk olduğunu söyleyerek, Türklüğe asimile olarak memur olabiliyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene” durumu böyle şekilleniyor.
1906 nüfus sayımına göre, Misak-ı Milli sınırlarında gayrimüslimlerin genel nüfusa oranı yüzde 20. 1927’deyse gayrimüslim nüfusu yüzde 2,6’ya, yani kırkta bire düşmüş. Bugün, 85 milyonluk ülkede 50-60 bin Ermeni, 20-25 bin Yahudi, 2-3 bin kadar Rum, toplam 80-85 bin civarında gayrimüslim yaşıyor. Yani bin kişiden sadece 1’i gayrimüslim!
Tehcirle Ermeniler, mübadeleyle Rumlar tasfiye ediliyor ve gayrimüslim nüfusun büyük bir bölümü kısa sürede yok ediliyor. Ziya Gökalp’in Türklük tezinin zamanla geçerliliğini kaybetmeye başladığı söylenebilir mi?
Çok ciddi bir demografik dönüşüm yaşanıyor. Kemalistlerin tevarüs ettikleri toplum ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşuyor. Bu yüzden 1930’larda konsolide edilen Kemalist milliyetçilik etnik milliyetçilik olarak tanımlanıyor. 1906 nüfus sayımına göre, Misak-ı Milli sınırları içinde gayrimüslimlerin genel nüfusa oranı yüzde 20’dir. Yani hayali bir Osmanlı caddesinde yürüyen beş kişiden biri gayrimüslim o dönemde. 1927’de Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımında ise gayrimüslim nüfusu yüzde 2,6’ya, yani kırkta bire düşmüş. Peki bugün durum ne? 85 milyonluk ülkede 50-60 bin Ermeni, 20-25 bin Yahudi, 2-3 bin kadar Rum, toplasan 80-85 bin civarında gayrimüslim yaşıyor. Yani günümüz Türkiye’sinde bin kişiden sadece 1’i gayrimüslim!
Osmanlı toplumunun milliyetçilik rüzgârına kapılması ve benimsemesi nasıl oluyor?
1913 yılından itibaren topluma “Balkan Savaşlarını içimizdeki düşmanların ihaneti yüzünden kaybettik”düşüncesi hâkim oluyor. Gayrimüslimler “iç düşman” olarak tanımlanıyor. Halbuki Balkan Savaşı’nı analitik olarak okuduğumuzda savaşın sevk ve idaresinde yapılan hatalar yüzünden kaybedildiğini görürsünüz. Balkan Savaşı bir kırılma noktasıdır. Savaştan sonra Türk milliyetçiliği fikri seçkinler arasında yaygınlaştırılmaya çalışılır ve başarılı olur. Osmanlı seçkinleri Türkçü/milliyetçi olur. 1912-22 arası çok kritiktir. Osmanlıcılıktan kopup Türk milliyetçiliği fikriyatına geçiş 10 senelik süreçte mümkün oluyor. Milliyetçilik kitlelere İslamcılık ambalajıyla yayılıyor. 1913’te Ahmet Nedim Bey bir risale yayınlıyor. Risalede “Türklerin, Müslümanların birbiriyle alışveriş ettikleri, elden geldiği kadar yerli mallar kullanacakları vakit kim bilir nasıl şenlik, bayram yapacağız!” diye yazar. Balkan Savaşı devam ederken “Rum bakkaldan alışveriş etmeyin” denerek gayrimüslim dükkânları boykot edilmeye başlanır.
Ve iş mübadeleye varıyor…
Lozan’daki Türk-Yunan nüfus mübadelesi kararı diplomatik müzakereler sonucu alınan bir karardır. İki tarafın da kamu idaresi yoluyla hayata geçirilmiştir. Aslında, “kibarca” yapılan bir etnik temizliktir. Rum, Türk ve Ermeniler 500 sene bu topraklarda beraber yaşamışlar. Bu beraberliği dağıtmak için birlikte yaşama düşüncesinden kopuş gerekiyor. Kopuyorlar da.
Mübadelenin amaçlarından birinin ekonomik faaliyetin “milli” tüccarın eline geçmesi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, ama hemen olmuyor. Ege Orta Anadolu gibi ağırlıklı olarak geçimlik tarım işletmelerinin olduğu bir yer değil. Ege’de piyasaya dönük tarım yapılıyor. İzmir’de bu malları uluslararası piyasaya satan Levanten tüccarlar var. Ermeniler bu malları üreten Müslüman köylüyle Levanten ihracatçılar arasında aracılık yapıyor. 1915’te Ermeniler, 1923-24’te mübadeleyle Rumlar tasfiye edilince işi bilen aracı tüccarlar ortadan kayboluyor. Köylünün malı ortada kalıyor. Ayrıca araba tekerleğini tamir edecek zanaatkâr da kalifiye inşaat ustası da yok oluyor, çünkü gayrimüslimler Osmanlı işçi sınıfının en kalifiye kesimi. Müslümanlar üretim yapıyor, ama ürünlerini satabilecekleri sistem ortadan kalkıyor. 1929’da dünya ekonomik bunalımıyla dünya ekonomik sistemi çökünce işler daha da zorlaşıyor. Mecburen devletçi ekonomik politikalar hayata geçiriliyor. KİT’ler açılıyor.
Yani, mübadeleyle arzulanan ekonomik alandaki millileşme düşünüldüğü gibi gerçekleşmiyor mu?
Tabii ki gerçekleşmiyor. Varlık Vergisi’yle emek ve sermaye piyasasının millileştirilmesi düşüncesi de tutmamıştır. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu basına kapalı olarak yaptığı bir meclis konuşmasında, “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” diyor. Gayrimüslimleri “yabancı” ilan ediyor.
Balkan Savaşı bir kırılma noktasıdır. Savaştan sonra Türk milliyetçiliği fikri seçkinler arasında yaygınlaştırılmaya çalışılır ve başarılı olur. 1912-22 arası çok kritiktir. Osmanlı seçkinleri 10 senelik süreçte, Osmanlıcılıktan kopup Türkçü/milliyetçi olur. Milliyetçilik kitlelere İslamcılık ambalajıyla yayılır.
Varlık Vergisi ödeyenlerle veya birinci dereceden yakınlarıyla mülakatlar yaparken bir milyon lira Varlık Vergisi tahakkuk ettirilen Mensucat Santral’in ortaklarından rahmetli Bedii Taranto’yla da konuşmuştum. Bedii Bey’e “Varlık Vergisi’nin amacı gayrimüslim tüccarı piyasadan silmek ve milli tüccarın önünü açmaktı. Bu gerçekleşti mi?” diye sorduğumda gözümün içine bakarak “Hayır efendim gerçekleşmedi” dedi. “Neden bu kadar eminsiniz?” dedim. Karaköy’de yüksek bir binanın çatısındaydık, aşağıda taksi durağı vardı. Bana “Aşağı bakın. Taksi durağındaki şoförlerin hepsi 10-15 sene Almanya’da çalışıp 100-150 bin Mark biriktirdikten sonra Türkiye’ye kesin dönüş yapmış eski işçilerdir” dedi. “Tekstil işinde 150 bin Mark sermaye olarak kullanabileceğiniz iyi bir paradır. Bu kişiler biriktirdikleri parayla neden tekstilci olmamış?” diye sormuştu. Tekstilci olmak için hangi kumaşı nasıl bir iplikten üreteceksiniz, nerede ürettireceksiniz, kime satacaksınız bilmeniz gerekir. Yani kapitalist olmak sadece para meselesi değildir. Aynı zamanda bilgi-beceri (know-how) meselesidir. Varlık Vergisi’ni çıkaran zihniyet bu basit ekonomik gerçeğin farkında değildi. “Gayrimüslimleri sildik, milli burjuva gelir” demekle bitmiyor iş. Türkiye’de burjuva kesiminin gelişmesi ‘70’lerden, Cumhuriyet’in ellinci yılından sonra olur.
Ulus-devlet inşa edilirken yeni bir ekonomik model de tasarlanıyor mu? Bu ekonomik modeli nasıl tanımlarsınız?
Taha Parla Ziya Gökalp üzerine yazdığı politik biyografide solidarizm anlayışından bahseder. Ulus-devletin benimsediği milliyetçilik anlayışı ile ekonomik rejim arasında bazı akrabalıklar vardır. Anglosakson dünyadaki gibi bireyselci ve özgürleştirici milliyetçilik anlayışınız varsa, bu anlayış kurumlar vasıtasıyla hayata geçiyorsa, tarihinizde parlamento her zaman olmuşsa, Magna Carta gibi bir anlaşmayla kralın yetkileri dengelenmişse, ABD örneğindeki gibi ulusal topluluğun parçası olmak ABD anayasasına sadakatle bağlı olmak üzerinden ölçülüyorsa “özgürleştirici” bir milliyetçilik anlayışınız olabilir. Ama bunlar olmayıp, devlet kurumları az gelişmiş, milliyetçilik anlayışınız otoriterse, “millet adına” yapılan işleri halkın kontrol etme ve sınırlandırma hakkı yoksa, Enver Bey gibi Bâb-ı Âli’yi basıp sadrazamın kafasına silah dayayarak kendisini millet adına istifaya zorlayabilirsiniz. Yarbay Enver Bey “Ben milleti temsil ediyorum”diyebiliyor. Otoriter ve kollektivist milliyetçilik anlayışının egemen olduğu yerlerde, kendi varlığını millet ile eşleştiren siyasi liderlikler ve şefler bol miktarda bulunur. Bunlar kendilerini vazgeçilmez zanneder! Farklı milliyetçilik anlayışları farklı ekonomik modelleri yaratıyor. Taha Parla iki türlü korporatizmden bahseder: biri faşist, diğeri solidarist korporatizm. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni solidarist korporatist bir rejim olarak tanımlayabiliriz. Solidarist korporatizm sermaye birikiminin zayıf olduğu ülkelerde görülüyor. Türkiye’de solidarizmin etkileri hâlâ sürüyor. Mesela, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Talim ve Terbiye Kurulu tamamen Ziya Gökalp mantığıyla işleyen solidarist bir kurumdur. Ders kitaplarını Talim ve Terbiye Kurulu denetler, genç insanların hangi tornadan geçirileceğine karar verir.
Lozan’daki Türk-Yunan nüfus mübadelesi kararı diplomatik müzakereler sonucu alınan bir karardır. İki tarafın da kamu idaresi yoluyla hayata geçirilmiştir. Aslında, “kibarca” yapılan bir etnik temizliktir. Rum, Türk ve Ermeniler 500 sene bu topraklarda beraber yaşamışlar. Bu beraberliği dağıtmak için birlikte yaşama düşüncesinden kopuş gerekiyor. Kopuyorlar da.
‘34 Trakya Yahudi Olayları’nın Türkleştirme siyaseti açısından nasıl bir yeri var?
Cumhuriyet tarihindeki bazı azınlık karşıtı hadiseleri “Almanya’dan esen Nazi rüzgârları”, “Avrupa’da gelişen ırkçılığın Türkiye’deki yansımaları” gibi gerekçelerle açıklamaya çalışan akademisyenler vardır. Ben bu görüşlere katılmıyorum. Evet, Cevat Rifat Milli İnkilap diye ırkçı bir dergi çıkarıyor. Ama bütün Trakya’da yaklaşık iki hafta süren, binlerce kişinin katılımıyla devam eden pogromu “Halk Turancı dergileri okuyup galeyana geldi ve Yahudilerin evlerine ve iş yerlerine saldırdı” diye açıklamak mümkün değil. Günümüzde teknoloji çok gelişti, ABD’deki kongre baskınını bütün dünya canlı olarak izledik. 1933’te Berlin’deki Reichstag yangınını Trakya’nın köyünde yaşayan bir kişi nasıl öğrenmiş olabilir? Türkiye’de 1930’larda gazete tirajları son derece düşük, okur yazarlık oranıysa yüzde 5’lerdedir. Köylere gazetenin gittiği yok, radyo sahibi olmak çok zor. Radyonuz olsa bile Anadolu’ya ulaşan yayın yok. Dolayısıyla, Trakya’nın Müslüman ahalisinin Avrupa’dan esen Nazi rüzgârlarından etkilenerek, Turancı dergileri okuyarak Trakyalı Yahudilerin imalathanelerine saldırmış olması bana pek mantıklı bir açıklama olarak gözükmüyor. Amerikan ve İngiliz arşiv belgeleri ‘34 Trakya Yahudi Olayları’nın Ankara’nın teşvikiyle, yerel spor kulüplerinin taraftar gruplarındaki gençlerin devreye sokulmasıyla organize edildiğini yazar. Ben 60 yaşımı geçtim; Maraş ve Sivas katliamlarının nasıl örgütlendiğini hatırlıyorum. Merkezi otorite yeşil ışık yakmadan kimse gidip komşusunun camına taş atmaz. Yeşil ışık yakılır, “Yağmalayın, kimseden hesap sormayacağız” denir, ancak bundan sonra ahali sokağa çıkar.
Ankara’nın Yahudilerin Trakya’dan gönderilmesinde ne gibi amaçları var?
1933’te Türkiye’nin faşist İtalya’yla ilişkileri çok problemlidir. Romalılar Akdeniz’i kastederek mare nostrum yani “bizim deniz” derler. Faşist lider Mussolini mare nostrum doktrinini benimseyince Mustafa Kemal Yavuz zırhlısıyla Antalya’ya gider. Askeri birlikler teftiş edilir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Mussolini’ye boyun eğmeyeceğinin işareti verilir. Mustafa Kemal’in özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak anılarında, Atatürk’ün “Mussolini Antalya’ya asker çıkarırsa onları kısa zamanda denize dökeceğimizi bilir. Ama Arnavutluk tarafından, Trakya sınırından gelirlerse tehlikeli olurlar” dediğini söylüyor. Mustafa Kemal’in askeri analizi ve endişesi doğru çıkar. İkinci Dünya Savaşı’nın başında İtalya, Arnavutluk üzerinden Yunanistan’a saldırıyor. Yunan ordusu çok iyi savunma yapıyor. İstanbul basını Yunan ordusuna müthiş bir destek veriyor. Hatta Türkiye Yunan vatandaşı olup İstanbul’da ikamet edenlerin Yunan ordusunda savaşmalarına bile izin veriyor.
Türkiye Trakya’daki Yahudi cemaatinin İtalyan ordusuna yardım edeceğini mi düşünüyor? Sayıları 10 bini geçmeyen Yahudi cemaati faşist İtalyan ordusuna neden yardım etsin ki?
Doğru. Yahudilerin İtalyan ordusuna yardım etmesi mantıklı değil. Ama Yahudiler istenmeyen unsur olarak görülüyor. Bu askeri kaygılarla örgütlenmiş bir pogromdur. Ankara’dan gelen emirle Yahudilerin Trakya’dan sürülmesi isteniyor. Yahudiler Edirne’den, Kırklareli’nden, Çanakkale’den İstanbul’a geliyorlar. Trakya’daki Yahudi nüfusu üçte iki nispetinde azalıyor. Pogromun amacı toptan imha değil. Hiçbir pogrom oradaki azınlığı yok etmez, ama yerinden oynatır. 1934 Pogromu bu anlamda başarılı oluyor.
Bu pogromda ne yaşanıyor?
Yahudilerin evlerine ve işyerlerine saldırılar başlıyor. Yahudi cemaatinin malları yağmalanıyor. Ölümler konusunda elimizde yeterli bilgi yok, emniyet genel müdürlüğü arşivleri tarihçilere açılmıyor. Ölümlerle ilgili bazı rakamlar var, ama güvenilir bulmuyorum.
Trakya’dan sürülerek İstanbul’a gelen Yahudi cemaatini burada neler bekliyor?
Yahudilerin İstanbul’da yetimhaneleri ve hayır kurumları var. Hahambaşının teşvikiyle hayır kurumları devreye girince Trakya’dan sürülenler sığınacak yer buluyor. İstanbul’da akrabaları olanlar bir süre onların yanında kalıyor. 1934 senesinin ilkbaharında İskân Kanunu çıkarılıyor. İskân Kanunu’na göre, Türkiye üç bölgeye ayrılıyor. İskân bölgeleri içinde İstanbul “kozmopolit ve karışık” bir yer olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla, Ermeni tehciri ve Rum mübadelesinden sonra Anadolu’da kalmayı becerebilmiş gayrimüslimlerin İstanbul’a itilmesi süreci başlar. 1930’ların ilk yarısında Anadolu’nun Türkleştirilmesi için elden gelen ne varsa yapılır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde Türkleştirme politikaları sistematik bir şekilde uygulanırken, gayrimüslimlerin Türkiye toplumunun bir parçası olabileceklerine dair umutları var mı?
Varlık Vergisi’yle emek ve sermaye piyasasının millileştirilmesi düşüncesi de tutmamıştır. Kapitalist olmak sadece para meselesi değil, bilgi-beceri meselesidir. Türkiye’de burjuva kesiminin gelişmesi ‘70’lerden, Cumhuriyet’in ellinci yılından sonra olur.
Var. Türkiye’de kalan gayrimüslimler 1923’ten sonra yeni bir ulus-devletin kurulduğunu, yeni devletin ideolojik ve kültürel anlamda Osmanlı İmparatorluğu’yla bağlarını koparmak için çaba gösterdiğini, toplumsal hayatta modernleşme sürecine girildiğini fark ediyorlar. Yeni kurulan cumhuriyet şemsiyesi altında kendilerine de bir yer olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden Musevi cemaati temsilcilerinden Marsel Franko “Biz entegrasyon için hazırız. Devlet hazır mı?” diye soruyor. II. Abdülhamid döneminde, 1876 ile 1909 arasında, Osmanlı Hariciye Nezâreti’nde istihdam edilen gayrimüslim oranı yüzde 29’du. Abdülaziz döneminden itibaren 35 sene Londra elçiliği yapan Kostaki Musurus Paşa Sisamlı bir Rum’du. Peki, Cumhuriyet tarihinde Dışişleri Bakanlığı’nda elçilik yapan gayrimüslim var mı? Yok! Rum konsolos biliyor muyuz? Bilmiyoruz, çünkü yok. 1926 yılında çıkan Medeni Kanun’a göre, gayrimüslimler devlet memuru olamıyor. Bilmem derdimi anlatabildim mi?
Ziya Gökalp’in Türklük tezini destekleyen Yahudiler vardır. Yahudi cemaatinden Moiz Kohen Tekinalp Türk milliyetçisidir. Yahudi cemaatinin Türkleşmesi için kitap yazıyor, Türkleşmenin makbul bir şey olduğunu söylüyor. Ama ne oluyor? Moiz Kohen’in Fenerbahçe’deki köşküne yüksek bir Varlık Vergisi geliyor. Moiz Kohen, Emlak Bankası’ndan kredi çekip vergi borcunu ödüyor, ama krediyi geri ödeyemeyince köşkünü satmak zorunda kalıyor.
Varlık Vergisi nasıl bir siyasal bağlamda getiriliyor?
Varlık Vergisi Kanunu İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkarılıyor. Türkiye savaşa girmiyor, seferberlik ilan ediyor, 1 milyona yakın erkeği silah altına alıyor. Asker beslemek dünyanın en pahalı işlerinden biridir. Artan savunma masrafları para basılarak karşılanıyor ve enflasyon yükseliyor. Ayrıca, Alman ordusu Bulgaristan’a kadar ilerlemiş, Türkiye’ye ticari mal girişi zorlaşmış. Akdeniz savaş gemilerinin cirit attığı bir yere dönüşmüş, İngiliz şileplerinin İstanbul’a gelişi imkânsızlaşmış. Bu yüzden ithal mallarda ciddi bir darlık başlıyor. Böyle bir piyasa ortamında kendinizi Sirkeci’de ithal mallar satan bir dükkânın sahibi olarak düşünün. Mesela saat sattığınızı hayal edin. Bir saati sattığınızda yerine yenisini koyamayacağınızı bilirseniz saati en yüksek fiyattan satmak istersiniz. Dolayısıyla, fiyatı arttırırsınız. Bu fiyat artışından doğrudan kentli orta sınıflar etkilenir. Malların daraldığı enflasyonist ortam özellikle memur tabakasını vurur. Fiyatlar yüzde 300-400 artınca geçim sıkıntısı başlar. Ekonomik kargaşaya çözüm için halktan olağanüstü vergiler alınması gündeme gelir. Çok iyi bir maliyeci olan defterdar Faik Ökte anılarında “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından mal beyanı isteyelim, bu beyanlara göre olağanüstü savaş vergisi tahakkuk ettirelim” diyor. Ankara bu teklifi “Milletvekillerinin de mi mallarını soracağız?” diyerek kabul etmiyor. Daha sonra, Başbakan Şükrü Saraçoğlu CHP grubunda “Müthiş bir fırsat içindeyiz. Bu vergiyi çıkartacağız” diye konuşma yapıyor. Savaş koşullarında halktan vergi toplamak devletler açısından anlaşılabilir. Ama Şükrü Saraçoğlu’nun niyeti başka. Azınlıkları piyasadan tasfiye etmek istiyor.
Amerikan ve İngiliz arşiv belgeleri ‘34 Trakya Yahudi Olayları’nın Ankara’nın teşvikiyle, spor kulüplerinin taraftar gruplarındaki gençlerin devreye sokulmasıyla organize edildiğini yazar. Maraş ve Sivas katliamlarının nasıl örgütlendiğini hatırlıyorum. Merkezi otorite yeşil ışık yakmadan kimse komşusunun camına taş atmaz. “Yağmalayın, hesap sormayacağız” denir, bundan sonra ahali sokağa çıkar.
Varlık Vergisi Türkleştirme politikalarının devamı olarak uygulanıyor. Musevi bir deniz hukuku avukatıyla yaptığım mülakatta bana babasını ve babasının ortağının hikâyesini anlatmıştı. Babası İzzet Hatem dışa dönük yaşayan, Yalova-Termal Otel’e tatile giden, CHP balolarına katılan, iyi giyinen Musevi bir avukat. İzzet Hatem’in ortağı Bensiyon Bey de avukat, aynı yazıhanede çalışıyorlar. Ama Bensiyon Bey Şişli’de değil, Galata’da daha gariban bir evde oturuyor. Dışa dönük yaşayan İzzet Hatem’e yüksek vergi gelirken ortağı Bensiyon Bey’e düşük vergi geliyor.
Bu ne anlama geliyor?
Başta lüks tüketim vergilendiriliyor. ‘40’larda pavyonlar konsomatrislere şampanyaların ısmarlandığı, saz heyetinin bol bahşişlerle ödüllendirildiği, zenginliğin sergilendiği yerler. Pavyonlara ve eğlence yerlerine yüksek vergiler geliyor. Genelevlere kamusal hizmet yaptığı düşünülerek düşük vergi geliyor. Kuyumculara yüksek, sarraflara düşük vergiler geliyor. Çünkü kuyumcular lüks pırlantalar, sarraflar bildik altın satıyor. Beyoğlu’ndaki Lale sinemasının patronu Cemil Filmer “Lale Sineması’na takıp takıştırmış hanımlar gelirdi. Ben de o zamanlar Beyoğlu’nun en iyi lokantası olan Abdullah Efendi lokantasında yemek yerdim. Bu yüzden bana acımadılar” diye anlatmış anılarında. İtibar ve statünün sergilenmesi cezalandırılıyor.
Varlık Vergisi “Bütün gayrimüslimler zengindi” gibi bir argümanla meşrulaştırılıyor. Varlık Vergisi Kanunu yoksul gayrimüslimleri de etkilemiyor mu?
Gayrimüslimlerin hepsi zengin değildi. Evet, zengin gayrimüslimler vardı. Ama Varlık Vergisi sahte bir “burjuva karşıtlığı” ambalajıyla vatandaşlara pazarlanıyor. Varlık Vergisi bir süre sonra dükkânı olmayan gayrimüslim seyyarları, sebze halindeki komisyoncuları, balıkçıları, sekreterleri de kapsamaya başlıyor. Her tabakadan gayrimüslim vergiden payını alıyor. Varlık vergisi için “Ne yapsaydık yani?” diyenler “Ticari hayat gayrimüslimlerin elindeydi. Vergilendirdik” derler. Ben Yorgo Hacıdimitriadis’in günlüğünü yayına hazırladım. Un tüccarı Yorgo Hacıdimitriadis Varlık Vergisi Kanunu çıktıktan sonra Aşkale’ye gönderiliyor. Ailesine yazdığı mektuplarda “Burada Park Otel’de garson olup vergisini ödeyememiş insanlar var. Onlar yemek yapmayı biliyor. Yemek tepsisini mahalle fırınına gönderiyoruz. Garsonlara da biraz para veriyoruz. Çünkü hiç paraları yok” diyor. Garson beyaz yakalı kalifiye işçidir. Arkadaşım Cem Behar’ın annesiyle mülakat yaptığımda, “Sekreterlik yapıyordum, bana da 500 lira tahakkuk ettirdiler. Drahoma paramı biriktirmeye çalışıyordum. Evliliğim gecikti” diye ağlayarak anlatmıştı. O da mı büyük müteşebbis? Hayır! Herkes Mensucat Santral’in sahibi değildi.
“Burjuva karşıtı” söylem Varlık Vergisi Kanunu’na toplumsal rıza üretmek için mi ortaya atılıyor?
Olabilir. Şükrü Saraçoğlu Ağustos 1942’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Arkadaşlar biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız… Bizde imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı… Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız… Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz” diyordu. “Bunca rezillik yaşanırken hiç mi çatlak ses çıkmadı? Basın bunlara razı mı geldi?” diye bana sık sık sorulur. 1942-43 yıllarında İstanbul basınının günümüzdeki yandaş basından hiçbir farkı yok. Dönemin gazetelerinin neredeyse hepsini okudum. İstanbul basınında Varlık Vergisi karşıtı bir yazıya rastlamadım. Gösterişçi tüketim kitlelerin antipatisini çekebilir. Ben çocukken Büyükada’ya giden ekspres vapurlarda lüks, birinci, ikinci ve üçüncü mevkii vardı. Vapurun birinci mevkiindeki barda rakı, votka, konyak, likör içilebiliyordu. 1973’te Milli Selamet Partisi (MSP) ile CHP koalisyonu kurulduktan sonra ekspres vapurlardaki barlar kaldırıldı. Şeytanın avukatlığını üstlenerek “Ekspres vapurlarda alkollü içki satışının kaldırılması sınıf farklarını ortadan kaldırmak için miydi, yoksa MSP ideolojisinin CHP ile ortak davranarak içkiyi yasaklatması mıydı?” diye sorayım. Vapurda alkollü içki tüketmek İstanbul burjuva kültürünün bir parçasıydı. Bu kültüre kasaba sofuluğu penceresinden bakarsanız içkiyi yasaklarsınız. MSP fikriyatı tam da kasaba sofuluğuydu.
Kulüp dizisinde de hayat tarzı farklılığından kaynaklı gerilim hissedilebiliyor…
Parseh Gevrekyan adında yakışıklı ve hovarda bir Ermeni kereste tüccarı var. Gevrekyan dönemin yıldızlarından Cahide Sonku’nun da sevgilisi. Parseh Gevrekyan “Bana öyle bir vergi çıkarttılar ki ödemem mümkün değil. Bu acımasız vergiyi kesmelerinin nedeni Cahide’yle beraberliğimdir” diyor. Maliye bürokrasisi amiyane tabirle “Var mı bizim mahallenin kızına yan bakmak” diyerek genç bir Ermeni’ye haddini bildiriyor. Parseh Gevrekyan vergisini ödeyemiyor, birinci kafileyle Aşkale’ye gönderiliyor.
Kulüp dizisinin bir sahnesinde de Ankara’dan gelen bürokrat kulübün patronundan gayrimüslimlerin işine son vermesini “rica” ediyor…
1932’de “Bazı mesleklerin sadece T.C. vatandaşları tarafından yapılmasına ilişkin kanun” çıkarılıyor. Kanun ‘34’te uygulanmaya başlıyor. Kanuna göre, bazı meslekler milli güvenlik açısından tehlikeli sayılıyor. Pilotluk milli güvenlik açısından hassas bir meslek olabilir. Ama kanuna göre müzisyenlik, garsonluk, han kapıcılığı gibi meslekler de milli güvenlik açısından tehlike yaratabilecek meslekler kapsamına alınıyor. Bir Rumun garson veya müzisyen olması nasıl bir sorun yaratabilir ki? Kanunun mantığı tuhaf, ama uygulanıyor. Dizideki o bölüm bana bu kanunu hatırlattı.
1934 tarihli İskân Kanunu’na göre, Türkiye üç bölgeye ayrılıyor. İstanbul “kozmopolit ve karışık” bir yer olarak tespit ediliyor. Ermeni tehciri ve Rum mübadelesinden sonra Anadolu’da kalmayı becerebilmiş gayrimüslimlerin İstanbul’a itilmesi süreci başlar. 1930’ların ilk yarısında Anadolu’nun Türkleştirilmesi için elden gelen ne varsa yapılır.
1920’lerde Ticaret Bakanlığı İstanbul’daki bankalara bir anket formu yolluyor. Banka çalışanlarının Müslüman T.C vatandaşları, gayrimüslim T.C vatandaşları ve Yabancılar olarak sınıflandırılması isteniyor. Bankalara gayrimüslimlerin yerine Müslümanların istihdam edilmesi için baskı yapılıyor. İngiliz arşivlerinde bankaların yöneticileriyle yapılmış görüşmelerin tutanakları var. Banka yöneticileri “Müslüman muhasebe müdürü alalım, ama yok. İşi bilen Müslüman muhasebe müdürü bulamadık” diyorlar.
Bu kanun yerleşik olmaya çalışan Beyaz Rusları da vuruyor. Beyaz Rusların sınır dışı edilmesini engellemek için Ankara’ya uluslararası baskı yapılıyor. Ankara Milletler Cemiyeti’nden gelen baskılar yüzünden Beyaz Ruslara yumuşak davranıyor. Geri kalan gayrimüslimlere karşı yasa uygulanıyor. Osmanlı’daki bazı toplumsal alışkanlıklar Türkiye Cumhuriyeti kurulunca da devam etmiştir. Eğitimli Türkler devlet memuru olup maaşa geçmeyi tercih ediyor. Bu yüzden müteşebbis olmak isteyen Türk sayısı çok değildir. ‘30’larda eğitimli bir gayrimüslime devlet kapısı kapanınca sadece özel sektör kapısı açılıyor. Dükkân açıp ticaret yapıyorlar. Savaş sırasında “Siz ekonomik alanda çok güçlüsünüz” denerek vergiyle mülkleri ellerinden alınıyor.
Varlık Vergisi sahte bir “burjuva karşıtlığı” ambalajıyla vatandaşlara pazarlanıyor. Ama bir süre sonra dükkânı olmayan gayrimüslim seyyarları, sebze halindeki komisyoncuları, balıkçıları, sekreterleri de kapsamaya başlıyor. Her tabakadan gayrimüslim vergiden payını alıyor.
Kalifiye insanların çalışma hayatından dışlanması nasıl sonuçlara yok açıyor?
İngiliz elçisi Sir L. Lindsay’in 1926’da yazdığı bir raporda “Türkiye Cumhuriyeti kendini Çin Seddi’yle çevirerek yerli ve milli bir rejim kurmak istiyor” diyor. Diğer bir İngiliz Elçisi Sir George Clerk 1929 yılında yeni Türk burjuvalarını anlatırken “Bu burjuvaların yabancılardan temsilcilik kapmaktan başka derdi yok. Mal satmak için Ankara bürokrasisinde memur tavlamaya çalışıyorlar. Halbuki gayrimüslim tüccarlar bir üretim faaliyetine girerdi, yeni Türkiye burjuvazisinde bu yok” diyor. Fetih sürecinin bir türlü tamamlanamadığı bu ülke, işin sonunda eyyamcı, kolaya kaçan ve üretken olmayan bir insan topluluğu yaratmıştır.
Varlık Vergisi’yle servetin el değiştirdiği söylenebilir mi?
Varlık Vergisi sadece Yahudileri etkilememiştir. Bütün gayrimüslimleri etkilemiş, hepsinin malları el değiştirmiştir. 1915’te sürgün edilen Ermenilerden kalan mallara emval-i metruke yani terkedilmiş mal denir. Aslında “terkedilmiş mal” demek doğru değildir. Ermeniler mallarını terk etmediler, sürgüne zorlandılar. Anadolu’daki gayrimüslimlerin mülksüzleştirilme süreci 1915’ten başlar. 1915’te Ermeni tehciriyle Anadolu’nun küçük şehirlerinde başlayan servet transferi, mübadeleyle Rumların mülklerinin el değiştirmesiyle devam eder. Varlık Vergisi gayrimüslimlerin servetlerinin el değiştirmesinin son aşamasıdır.
Demokrat Parti’nin 1957’den sonra baskıcı bir rejim kurması, bugün kullanılan deyimle “helalleşme” umutlarını ortadan kaldırmıştır. Varlık Vergisi zamanında defterdar olan Faik Ökte anılarında “Varlık Vergisi bir faciaydı” der. Faik Bey’e “vatan haini” denir. Yüzleşmek için öncelikle bu rezilliğin olduğunu kabul etmek, bazı insanların mağdur olduğunu söylemek, özür dilemek gerek.
Varlık Vergisi Kanunu’na karşı koyan, “ödemeyeceğim” diyenler yok mu?
Gad Franko ve Şekip Adut isimli iki yaşlı avukat var. Bu iki Yahudi avukat kendilerine tahakkuk edilen adaletsiz vergiyi ödemek için hiçbir çaba içine girmemişler ve vergiyi dost ahbap meclislerinde konuşarak protesto etmişler.Kanunda Aşkale’ye yollananlar için yaş sınırlaması var. 55 yaşın üzerinde olanlar Aşkale’ye yollanmıyor. Pasif direniş yapan avukatları Aşkale’ye gönderebilmek için Bakanlar Kurulu özel olarak toplanarak yaş sınırlamasını kaldırıyor. Böylece, iki avukat Aşkale’ye gönderiliyor. Şekip Adut’un evinde yapılan mezat Tasvîr-i Efkâr gazetesinde ahaliye ibret olsun diye bütün ayrıntılarıyla yayınlanıyor. Korkunç bir şey bu.
Gayrimüslim mallarının satıldığı mezatlar mı yapılıyor? Nerelerde, nasıl oluyor bu mezatlar?
Bilinen iki mezat yeri var. Kapalıçarşı içindeki Sandal Bedesteni ve Elmadağ’da bugünkü Divan Otel’in arkasında, o yıllarda Tenis, Eskrim ve Dağcılık Kulübüolarak bilinen yerde mezatlar yapılıyor. Mezatlarda tablolar, yemek takımları, halılar satılırmış. Taşradan gelen insanların tabiriyle “Beyoğlu işi.” Ama mezatlarda satılan eşyalar taşradan gelenlerin memleketlerinde kullanabileceği gibi değil. Maroken deri koltuk köy evinde olur mu? Taşrada gümüş yemek takımına ihtiyaç var mı? Yok. Mezatlarda istenen para toplanamıyor. O dönem kuyruklu piyanonun fiyatı 5000 liraysa, mezatta 500 liraya satılıyor. Yok pahasına gidiyor, her şey.
Beyoğlu/Pera Kulüp dizisinde de çok önemli bir yere sahip. Neden böyle?
Beyoğlu eğlence yerleriyle kendini özgür hissettiğin, güzel tüketim mallarının sergilendiği bir yerdi. Ama milliyetçi mukaddesatçı zihniyet açısından, Beyoğlu fethedilmesi gereken bir yerdir. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanında Fatihli Neriman’ın Beyoğlu’ndaki parfümeri vitrinlerine bakıp etkilenişini anlattığı bir bölüm vardır. Safa “Kim bilir bu parfüm şişeleri kaç Müslüman kızın yoldan çıkmasına sebep olmuştur” der. Beyoğlu baştan çıkaran bir yerdir. Milliyetçi mukaddesatçı zihniyet açısından Beyoğlu “kirli” bir yer. Gayrimüslimler, barlar, meyhaneler, fahişeler, konsolosluklar, kiliseler Beyoğlu’nda! Kısacası, “yerli ve milli” bir yer değil.
Alman AEG firmasının Türkiye temsilcisi Vahram Geseryan’ın firmasının Beyoğlu’nda bir binası vardır. 1940’larda Sahibinin Sesi plak şirketi o binadaydı, günümüzde o binada Atasun Optik bulunuyor. Vahram Geseryan Varlık Vergisi’ni ödemek için binayı satıyor. Cumhuriyet gazetesi haberi şöyle veriyor: “Beyoğlu’ndaki Sahibinin Sesi binasınınSümerbank tarafından satın alınarak, Yerli MallarPazarları Beyoğlu şubesine tahsis olunduğunu memnuniyetle yazmıştık. Bu suretle güzel bir bina daha millileştirilmiş (!) olmaktadır.” Binanın millileştirilmesi ne demek? Yâni evvelden gayrı milli miydi?
Beyoğlu eğlence yerleriyle kendini özgür hissettiğin, güzel tüketim mallarının sergilendiği bir yerdi. Ama milliyetçi mukaddesatçı zihniyet açısından Beyoğlu fethedilmesi gereken, “kirli” bir yer. Gayrimüslimler, barlar, meyhaneler, fahişeler, konsolosluklar, kiliseler Beyoğlu’nda! Kısacası, “yerli ve milli” bir yer değil.
Varlık Vergisi’ni ödeyemeyip çalışma kamplarına gönderilenlerin başına neler geliyor?
Vergisini ödeyemeyen gayrimüslimlerin gönderildiği yere “çalışma kampı” deniyor, ama bir kamp mekânı yok. Aşkale’deki evlerin ahırlarına yataklar seriliyor. Erzurum’daki gayrimüslimler yatakhaneye dönüştürülmüş bir ilkokulda kalıyor. Kamplara gönderilenler her sabah sırtlarında kazma kürekle çıkıp Trabzon-İran transit karayolunun karlarını temizliyorlar. Bu insanların yüzde 90’ı İstanbul dışına ilk defa çıkıyor. Çoğu 40 yaşın üstünde. O dönem 40 yaşındakiler orta yaşlı değil, yaşlı sayılırdı. Kolesterolü, şekeri, kalp rahatsızlığı olan insanlar yüksek rakımlarda, -14 derece soğukta çalıştırılıyor. Yaz gelince Aşkale ve Erzurum’daki 1400 civarındaki insan Eskişehir-Sivrihisar’a gönderiliyor. Sivrihisar, yazın Türkiye’nin en sıcak yerlerinden biri. Sivrihisar’da son derece kötü koşullarda kalıyorlar. Bildiğim kadarıyla gayrimüslimler Sivrihisar’da yol inşaatında çalışıyor. Sivrihisar’la ilgili elimizde bir CIA istihbarat raporu dışında bir şey yok. Keşke birisi bu konuda çalışma yapsa.
Vergilendirmeler nasıl yapılıyor?
Boğaz’daki gayrimenkul ve yalılarla ilgili vergilendirmeyle görevli maliye müfettişi Barık Uluğ Bey’le bir mülakat yapmıştım. O zaman tapu kayıtları çok karışıkmış. Barık Bey tapu dairelerine gittiğinde hiçbir şey anlamamış, yanına bir vergi memuru alıp Boğaz hattında incelemeler yapmak için yollara düşmüş. Güzel bahçesi olan bir yalı gördüğünde yanındaki memura “bu kimin?” diye sorarmış. Vergi memuru “Ermeni tüccar Agop’un” dediği zaman yüksek vergi yazarmış. Yani vergilendirme el yordamıyla yapılıyor. Bu vergilendirme değil, cezalandırmadır.
Tutuklananlar Aşkale’ye nasıl gönderiliyor?
Aşkale’ye gönderilen gayrimüslimler Haydarpaşa tren istasyonundan Doğu Ekspresi’ne bindiriliyor. İlk başta, kamplara gönderilecekler defterdarlığın emriyle Moda’da bir pansiyonda bekletiyorlar. Basında “Kötü niyet sahibi insanları pansiyonlarda mı yatıracağız?” gibi yazılar çıkmaya başlıyor. Bu yazılardan sonra, Aşkale’ye gidecekler Sirkeci tren istasyonunun yanında, Demirkapı diye bilinen yerdeki bir ambara tıkılıyorlar. Ambarda perişan halde bekletiliyorlar. O zamanlar Sirkeci İstanbul’un ticaret merkezi. Yani Varlık Vergisi’ni ödeyemediği için Sirkeci’de ambarda tutulan gayrimüslim tüccarların Sirkeci’de arkadaşları var. O insanların zavallı ve düşkün halleri görülsün diye Sirkeci’de bekletiliyorlar.
İhsan Arat ve Ekrem Türkay isimli iki maliye müfettişi “Biz bu rezilliğin içinde olmak istemiyoruz” deyip istifa ediyorlar. Onları saygıyla anıyorum. Bu iki müfettiş dışında kamu bürokrasisi Varlık Vergisi Kanunu’nu uygulamak konusunda bir sorun görmüyor.
Varlık Vergisi’ne bürokrasiden direnen olmuyor mu?
İhsan Arat ve Ekrem Türkay isimli iki maliye müfettişi “Biz bu rezilliğin içinde olmak istemiyoruz” deyip istifa ediyorlar. Onları saygıyla anıyorum. Bu iki müfettiş dışında kamu bürokrasisi Varlık Vergisi kanununu uygulamak konusunda bir sorun görmüyor. Hatta Maliye Bakanlığı’nın yasalara aykırı bazı kararnamelerini Danıştay’da dava açarak iptal ettiren bir avukata da büyük vergi çıkartılıyor. Açık bir şekilde avukattan intikam alınıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin en siyasal kurumlarından biri kamu bürokrasisidir. Hâlâ da böyledir.
Peki, dönemin entelektüelleri Varlık Vergisi’ne nasıl tavır alıyor?
Aykırı bir sese rastlamadım. Sabiha Sertel’in anılarından okuduğumuza göre vergi teklifi hazırlanırken Şükrü Saraçoğlu gazetelerin genel yayın yönetmenlerini Ankara’ya davet ediyor. Saraçoğlu gazetecilere “Bir kanun çıkartıyoruz, destekleyin” diyor. Gazeteciler de destekliyor. Refik Halid Karay’ın Varlık Vergisi’ni desteklediği korkunç bir yazısı vardır. Benim için hayal kırıklığıdır. Refik Halid cumhuriyet rejiminin sürgüne yolladığı bir yazar. ‘38’de sürgünden dönüp, dört yıl sonra Varlık Vergisi’ni destekleyen yazılar yazması onun yazarlık hayatında kara bir lekedir. Hüseyin Cahit’in veya Yunus Nadi’nin yazdıkları beni şaşırtmaz, ama Refik Halid’e şaşırıyorum.
Varlık Vergisi yoluyla gayrimüslim mülklerinin yüzde 67’sinin Müslümanların ve Türklerin, yüzde 30’unun da devletin eline geçmesi nasıl bir sonuç doğuruyor?
Varlık Vergisi Türkiye vatandaşı Yahudilerin 1948’de kurulan İsrail’e göçme düşüncesine zemin hazırlamıştır. Gayrimüslim tüccarlar piyasadan sürülüyor. Müslüman tüccar da piyasaya giremiyor, çünkü know-how yok. Türkiye derin dondurucunun içine giriyor. Benim gibi 60 yaşın üzerinde olanlar gençlik yıllarında bir blue jean alabilmek için yurtdışına giden tanıdıklarına karaborsadan dolar bulup vermiştir. Türkiye ‘80’lerin ikinci yarısına kadar sınırlı mallar toplumuydu. Kaçakçılık ve karaborsa çok gelişkindi. 12 Eylül döneminde İstanbul’dan Ankara’ya giderken askerler karton sigaraya el koymasın diye bütün sigara paketlerini açıp içlerinden birer sigara aldığımızı hatırlıyorum. Öyle olunca sigara paketi ticari olmaktan çıkardı, askerler el koymazdı. Devlet kurumları, Sümerbank, Belediyeler, Milli Bankalar ve Vakıflar da mal alıyorlar. Benim araştırmamın belki de en özgün sonuçlarından biri budur.
Yakın tarihteki felaketlerle, acı tecrübelerle neden bir türlü yüzleşilemiyor sizce?
Okur yazar takımı 1946 ve 1960 arasında Türkiye’nin demokratik bir rejime dönüştüğünü düşünüp anılarını yayınlamaya başlamıştır. O dönemde yayınlanan Ali Fuad Erden’in, Falih Rıfkı Atay’ın, Esat Paşa’nın anıları çok iyidir ve geçmişle yüzleşme çabasıdır. Demokrat Parti’nin 1957’den sonra baskıcı bir rejim kurması, bugün kullanılan deyimle “helalleşme” umutlarını ortadan kaldırmıştır. Varlık Vergisi zamanında defterdar olan Faik Ökte 1946’dan sonra anılarını yazmaya başlıyor, 1951’de anıları yayınlanıyor. Faik Bey anılarında “Varlık Vergisi bir faciaydı” der. Kitap yayınlandıktan sonra Faik Bey’e “vatan haini” denir. Yüzleşmek için öncelikle böyle bir rezilliğin olduğunu kabul etmek gerekir. Bu rezillikten dolayı bazı insanların mağdur olduğunu söylemek, özür dilemek gerek. Günümüzde siyasi liderler halkın doğru veya yanlış inançları üzerinde sörf yapıyor. Böyle bir ortamda yüzleşmek zor. Kısacası, ben fazla umutlu değilim.
https://birartibir.org/etnik-mulksuzlestirme-ve-derin-dondurucu/
İlk yorum yapan siz olun